Sıla-i Rahim

19 Aralık 2011

Bir şehri arkasında bırakıp bir dağa sebepsiz tırmanmanın itici gücü de bencillikten yüz çevirme olmalı değil midir? Aşağıda, Mekke’de herkes bencilliğinden, cimriliğinden, kendine yontmaktan, kendinden başkasını düşünmemekten memnunken, koyu bir konforun koynunda uyurken, bir kişi bu gidişattan rahatsız olur. Belli ki “böyle olmamalıydı!” itirazı yükselir içinden.  Gelen ilk ayetlerin "insanı ilgi ve alâkadan yarattı O [Rabbin]. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir" vurgusu bu arayışa bir mukabeledir. (1)

Ne diyordu Hatice ana?

"Allah, seni asla mahcup etmez. Çünkü sen sözüne güvenilir bir adamsın. Çünkü sen akrabalık bağlarını gözetirsin. Çünkü sen kimsesizleri korursun. Çünkü sen konukseversin. Çünkü sen haklının hakkını almasına yardım edersin."

Değişik kaynaklarda daha uzun olarak da kaydedilen bu ifadelerin içinde "akrabalık bağlarını gözetirsin" cümlesine dikkat çekmek istiyorum.  Aslı şöyle okunuyor: “İnneke letesilürrahime…” cümlenin aslı, "sıla-i rahim" diye kavramlaştırdığımız, “akrabalık bağları” diye anladığımız durumun eylem halini söyler: “Sen (her şeyle/herkesle) bağını merhamet üzerinden kurarsın.” Sadece burada değil, sair hadislerin aslında “sıla-i rahim” kavramına denk gelir gelmez “akrabalarla bağı kesmek/koparmak” şeklinde yaygın bir meal tercihi vardır. Oysa “Sıla-i rahim”in ilk ve ana-anlamı, “akrabaları ziyaret” olmamalı. Akrabaları ziyaret, olsa olsa, bu ana-anlamın bir şubesi, bir dalı, bir dalının bir meyvesi olarak okunabilir. Akrabalarla bağı koparmamak, “sıla-i rahim”in sadece sonucu ve en uç alâmeti olsa gerektir. Sonucu ve alâmeti, aslın yerine koymak ise ciddi bir anlam karartmasıdır.

İhtimal ki çok soyut kalacağı için anlaşılamamasından endişe edilen bu tavır, her şeyi amele, eyleme ve pratiğe indirgemeye niyetli geleneksel anlayışın tercihi. Oysa vahyin gelişiyle, bu sözden umulan ve anlaşılanın tam tersi olmuş, Rasûl-i Ekrem (sav) yakınlarıyla bağlarını koparmak zorunda kalmış, yakınları da O’ndan kopmuştur. Ayrıca, vahyin gelişi, çok iyi bildiğimiz gibi, akrabalar arasına ayrılıklar sokmuştur.

Otistik öğeler taşıyor çağdaş davranışlarımız. Detaylarda oyalanıyoruz. Eşya üzerinden çoğalacağımızı sanıyoruz. “Şey”lere hükmederek yüceleceğimize inandırılmışız. Değerimizi “daha çok”ların ve “daha da çok”ların sahibi olmak üzerinden ölçüyoruz. “Şey”lerle ilişkimizi vefasızlık üzerinden kuruyoruz. Bu yüzden “tüketici”yiz, “kırıcı”yız, “zorba”yız, “hoyrat”ız, “kullan-at”çıyız.

Oysa çağımızın ne kadar da ihtiyacı vardır “sıla-i rahim”in ana anlamına? Her çağ, bu anlamdan ve anlamadan koptuğu için “merhametin rahmi”nden düşmüştür. “Allah seni mahcup etmez, çünkü sen her şeyle/herkesle bağını merhamet üzerinden kurarsın” anlamı, O’nun ümmeti olarak burada şimdi durmamız gereken yeri işaretliyor. Oyuncakların eskir eskimez atıldığı, ilişkilerin yıpranınca bitirildiği, adanmışlık ruhunun yitirildiği, insan-insan ilişkilerinin yerinin eşyalarla uyum sağlamaya terk edildiği şu çağ, tam da Hira’dan “insanı ilgi ve alâkadan yaratan Rabbin adıyla varlığına anlam ara…” uyarısıyla gelen bir Muhammedü’l Emin’i (sav)  beklemektedir.

Otistik öğeler taşıyor çağdaş davranışlarımız. Detaylarda oyalanıyoruz. Eşya üzerinden çoğalacağımızı sanıyoruz. “Şey”lere hükmederek yüceleceğimize inandırılmışız. Değerimizi “daha çok”ların ve “daha da çok”ların sahibi olmak üzerinden ölçüyoruz. “Şey”lerle ilişkimizi vefasızlık üzerinden kuruyoruz. Bu yüzden “tüketici”yiz, “kırıcı”yız, “zorba”yız, “hoyrat”ız, “kullan-at”çıyız. Sadece insanların değil, mekânların da, eşyanın da hatırı yok yüreğimizde. Kolay terk ediyoruz. Çabuk vazgeçiyoruz. Bir şeyden diğerine bağlanarak, bir yerden bir yere koşarak günümüzü gün ediyoruz. Durup düşünmüyoruz. Kaçıyoruz vardığımız yerden. Bekleyecek ve kök salacak vaktimiz yok. Bir eşyadan bir diğerine doğru koşu halindeyiz.

Yüzleşemiyoruz aynada kendimizle; sadece aynalardan aynalara geçiyoruz. Eşyalar üzerinde kurulu imajlar ve imgeler, eşyanın kendisinden daha çok çekiyor bizi. Ki tatmin olduğumuz, razı olduğumuz bir servet miktarı yok. Her defasında “bir sonrakine”, “daha fazlası”na, bir üst modeline yönleniyoruz, yönlendiriliyoruz. Kendi bencilliğimiz etrafında sürekli uydular toplamakla meşgulüz. Ancak öyle “adam” olacağımızı umuyoruz.

Oysa, “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” diyen Rasûl-i Ekrem (sav)  yekpare taştan ibaret dağda “sevecek” bir kalp tasavvur ediyor. Taşı, sevmenin nesnesi yapmakla kalmıyor; sevmenin öznesi yapıyor. Taş kalpli çağa kalbi olan taşlar taşıyor. Taşın bile tekmelenmesine razı olmuyor. Cesedin bile tümsekte durmasından rahatsız oluyor.

Mahcup olmuyor asla; çünkü “her şeyle ilişkisini merhamet üzerinden kuruyor.”

 


1) “İnsanı -ilgi anlamındaki- alâka’dan yarattı” şeklindeki meali ikna edici gerekçesiyle birlikte Mustafa İslamoğlu'na borçluyum. [Bakınız, Hayat Kitabı Kur’ân: Gerekçeli Meal] Bu ayet çoğunlukla “insanı ‘kan pıhtısı’ndan yarattı” diye çevrilir. Sonraki ayetlerin vurguladığı "ilgi alâka" teması “ilgi/alâka” mealini haklı çıkarır. “Kan pıhtısı” tercihi de tümüyle yanlış değildir; ancak embriyonun “alaka” diye isimlendirilen evresi “kan pıhtısı”nın rahim duvarına asılı olduğu, çengellendiği, yani anne bedeniyle “alâkalandığı” döneme denk geliyor olmalıdır. “Alaka” bu anlamı da içeriyorsa, her iki tercih de isabetlidir ancak ayetlerin insanı bencillikten kereme çağıran, kendi içine kapanmaktan başkalarına ilgi duymaya teşvik eden anlam temasını  “ilgi/alâka” anlamı besler.