"İkra" düştü insanlığın nasibine.
Eğildi rahmet dünyanın vefasız yüzüne.
Yağmurlu vakitler başladı ve vakitsiz yağmurların sevinciyle sevindi insan.
Rabbinin insandan ümitli olduğuna dair haber indi dağın kalbine.
Yüzü yerde kalmış insanlığın yüzü "anlam göğü"ne çağrıldı.
Kalbin kıblesi kuruldu Hira'da.
Mihrabını buldu hasretler.
İnsanlığın binlerce yıllık sancısına bin bir zahmetle refakat etmeye başladı Muhammed-i Emin (sav).
Dağdan inişi zordu. Çok zor!
Öyle bir iniş ki çıkışlardan daha sarp.
Öyle bir yürüyüş ki her adımında milyonların adının hatırı var.
***
Yokuş aşağı yürüyen 'Elçi' bir daha, bir daha çıkmamak üzere iniyor Hira'dan.
Hira'ya çıkılmayacak artık, Hira aşağılarda inşa edilecek.
Hira'ya dönülmeyecek bundan böyle; her dağ Hira'ya dönecek.
Hira'ya yürünmeyecek bunda sonra; Hira'nın kalp atışları şehirlerin bileğine vuracak.
Hira'dan medet umulmayacak artık, Hira'da açılan Söz yumağından yeni sözler doğacak.
***
Şehrin vefasız yüzünde bulamadığını, Hira'da aramıştı Muhammed-i Emin (sav).
Şimdi Hira'da bulduğu aşinalığı şehirle tanıştırmak üzere iniyor.
Hira'da kendisini bulan teselli ile şehrin göğsüne bir kalp taşımaya geliyor.
Mekke'yi Hira yapmak üzere yürüyor.
“Şehirlerin annesi”ne ebelik yapmaya geliyor.
Mekke'nin sancısından, içinde Hira'ların yaşadığı şehirler doğurmak için iniyor.
Çünkü bir tek o duymuştu Mekke'nin yaklaşan doğum sancısını.
Yeryüzünün tüm şehirleri Mekke'nin göğsünden merhamet emecekti bundan böyle.
Kıblenin gözleri Mekke'nin yüzünde sevinecekti.
Yakarışların kalbi Kâbe'nin avuçlarında teskin edilecekti.
Çeşit çeşit mihraplara Mekke'nin göğsünden ümit yağacaktı.
Yönelişlerin cümlesi 'şehirlerin anası'nın simasında göllenecekti.
***
İnerken ağırlaştı adımları.
"Yoksa yoksa..." diye yokladı kendini.
İnsanî tereddütlerin hepsi omuzlarına yağdı.
Şüphelerin boz bulanık dalgaları sükûnetinin kıyılarına vurdu.
"Yoksa ben cinlendin mi?"
Bir akıl tutulmasıydı mı bu?
Yoksa Elçilik şerefi mi inmişti omuzlarına?
"Ama"lar çekiştirdi aklını.
Titreyerek indi.
Ruhu tarifsiz bir rüzgârın avuçlarında salınmaktaydı.
Doğruca evine vardı.
Şaşkınlığı “Örtün beni. Örtün beni” diye sesinde sarkaçlandı.
İnsanlığı yetimlikten kurtarmak üzere Hira hicretine çıkan Muhammed-i Emin (sav), insanlığı da yanına alıp dağın eteğinde Hira kuracaktı. İçi içine sığmıyordu. Kalıbının iki yakasını açan kalbin soruları ateşlenmişti. Huzur gömleğini yırtan arayışı yeniden dalgalanmıştı.
Hiçbir köşede sükûnet bulamıyordu. Gövdesini sıkıp duran aşk dünyayı dar getiriyordu. Vahyin denizi ilk olarak Muhamed-i Emin (sav)'i dalga dalga sarstı; şimdi de Hz. Hatice (r.anha)'nin kıyısına varacaktı. Çölde deniz gören Hz. Hatice (r.anha)'ye. İnsanın sahihliğini yüreğinde tartabilen bilgeye.
“Hayır, sen mecnun olamazsın” dedi Hatice. Sahih insan olmanın ölçülerini verdi insanlığa: “…çünkü sen yetimi ve öksüzü gözetirsin. Çünkü sen yolda kalmışın yükünü yüklenirsin. Çünkü sen her şeyle bağını merhamet üzerinden kurarsın…”
Hz. Hatice (r.anha), Hira'dan dönen Muhacir’e Ensar olurken, soğukta ve karanlıkta kaybolmuş insanlığın ümit kandilini hece hece alevlendirdi.
***
Artık aşina olacaktı dağ dağa.
Artık tanışık olacaktı yer göğe.
Artık dost olacaktı taş ve ateş
Artık kardeş olacaktı insan varoluşa.
Yokluğuna razı olunmadığını fark edecek insan.
Varlığını güzel gören Rahman'la tanışacak.
Kaderi kırılacak insanlığın.
Merhamet üzerinden kurulacak bağların hepsi.
Bencillik üzerinden değil.
Merhamet üzerinden.