“Anlam ara!” diye anlamıştı Elçi ‘göklü Söz’ün ilk seslenişini. “İkra!” Okuma emrini gönüllüce omuzlandı. Parçaları birleştirmeliydi. Varlığın anlam ifade eden bir kitap olduğunu göstermeliydi. Okunmalıydı dağın, taşın, toprağın, suyun, havanın, ağacın, ovanın, yerin, göğün, gecenin gündüzün vs. sıralanışı. Öyle dağınık, öyle ifadesiz kalamazdı varlık.
Bir şey söylüyor olmalı. Söz kesilmeli âlem. Parçalanmışlığın üzerine çıkmalı insan. Anlamsızlığın kuyusuna düşmemeli. “Okuyan” olmalı insan; kâinat ise “okunan”. Okuyan olmazsa insan, anlamsızlığın en talihsizine kurban olacak. Varlığı çelişkiye dönüşecek, şuuru yetim kalacak. Aklı yük olacak başına. Kalbi azaplar içinde kalacak. Emelleri diken olacak. Hasretleri yakacak.
Buna razı değil insanı insan diye var eden. Elçi razı değildi insanın anlam kaybına. Yakıştırmıyordu insana avarelik. Olacak şey değildi insanın boşlukta yürümesi. Yoksa düşerdi insan; ortada kalamazdı. Aşağıların aşağısına alçalırdı.
Söz’ün dünyaya inişi insanı düştüğü yerden kaldırmak içindi. Vahiy yağmuru kalpler çorak kalmasın diye sağanaklaşıyor. İnsanın toprağında saklı baharlar uyansın diye dokunuyordu Söz yeryüzüne.
“Önce söz vardı…”
Her şey Söz’den sonraya kalıyordu. Söz, öncelerin de öncesinin anlamıydı. Muradını anlatıyordu varlığı Var Edenin. Her şey Söz uğruna akıyordu. Söz diye çağıldıyor nehirler. Söz diye yükseliyor gökler. Söz diye doğuyor güneş. Gece, anlamın gözbebeği. Yıldızlar, anlam gömleğinin ışıltılı yırtıkları. Sessiz taşlar, ince harfleri kâinat kitabının.
Her hareket bir konuşma. Meramını söylüyor Var Eden’in. Muradını dile döküyor Hâlık’ın. Her duruş anlam nöbetçisi âlemde. “Söz aydınlığı” olsun diye çırpınıyor Elçi.
Derken anlam taşıyor kabından. Söz'ün tohumu sessizliğin kabuğuna dayanıyor. Yâr'in kelimeleri yara açıyor yeryüzünde. Söz ağacı, dal budak uzanıyor insanın hasret göğüne. Artık sözü açıkça söylemeli Allah'ın Elçisi. Sesini yükseltmeli. Elçilik ettiği Söz yüksek çünkü.
"Artık, emrolunduğun [mesajı] açıkça bildir…" (Hicr, 94)
Hiç tereddüt etmedi. "İyi ama"lara sığınmadı. "Sırası mı şimdi" tereddütlerine kanmadı. Bahanelere sarılmadı. Biliyor ki taşıdığı mesaj yükünü hemen omuzlamayacak kavmi. Kokuşmuş gelenek gömleğini yırtmak kolay değil. Tortulu alışkanlıkların perdesini kaldırmak sancısız olmayacak. Tıkanmış merhamet damarları açılırken canlar yanacak. Sağırlaşmış kalplere Sözün ince(se)sini duyurmak için ter dökülecek.
Safa Tepesi'ne yürüdü.
Seslendi:
"Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız size mühim bir haberim var."
İnsanlar toplandılar:
"Ey Muhammed-i Emîn, bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?"
Sordu:
"Ey hemşerilerim, size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücum etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?"
Cevap geldi:
"Evet, inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik."
Ümitlendi.
"Öyleyse" diye devam etti, "sizi, ilahları reddetmeye Allah'ı bir bilmeye çağırıyorum. Ben de O'nun kulu ve elçisiyim…"
Sessizlik, yırtıldı. Artık âlemin kaderi değişecekti. Eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey. Her şey başka, bambaşka olmaya doğru yoğruldu. Sustu kalabalık. İtirazlar yükseldi. Omzundaki yükün azını aktardı insanlığa. İnsanlar şahitliğe çağrıldı. Şahitlik ki insanın en büyük nasibi. İnsanın biricik şerefi… Sahiplenme koşusunda, kaybetme korkusuyla yanıp kavrulan insanı, şahitliğin tatlı huzuruna çekmek istedi Elçi. Yangından serinliğe. Kirli karanlıklardan söz aydınlığına...
İnsan dudağını en güzel sesin d/okunuşuna çağırdı: "Eşhedu en…" İnsan sesi bundan böyle sıcacık yuvasına taşınacak: "Eşhedu en lâ ilâhe illâ Allah..." İnsanın nefesi böylece incileşecek, mercan rengine bürünecek: "Eşhedu en lâ ilâhe illâ Allah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu…"
Ebedî gerçeğin şahidi seçiliyor insan. Sonsuzluğun tanıklığına lâyık görülüyor. Gözleri hiç bitmeyen ışığın sevdalısı olmak üzere mühürleniyor. Nefesleri hiç kesilmeyen huzurun ipine diziliyor. Sesi, billûr pınarların akışına katılıyor. Ayakları zümrüt renkli nehirlerin kıyısında ağırlanıyor. Bakışına eşsiz güzelliğin ahengi yakıştırılıyor.
Artık avuçları cennet sağanaklarında ıslanacak. Kalbine sonsuz vuslatın sevinçleri dokunacak. Yanağına ebedî baharın gölgeleri vuracak. Başı üstüne sönmeyen yıldızlardan bir gökyüzü kurulacak. Ruhu hiç gitmeyen sevgililerin yüzünde teselli bulacak. Hüzünsüz dünlerin hatırasıyla sevinecek kalbi. Korkusuz yarınların eşiğine koyacak başını.
Sonsuzluğa aday olan hiç bu fenâda bırakılır mı? Bütün zamanların en ince gerçeğine dil edilmişse insan, o dil hiç toprakta unutulur mu? Varoluşun en nadide sırrına sırdaş edilir de insan, sırlarıyla gömülür mü hiç? Kalbinde sonsuz sevdaların tohumlarıyla uyanan insan, hiç ebedî uykuya yatırılır mı? Dünya kışında “kardelen” hülyalar gören insan ahiret baharından nasipsiz kalır mı? Sonsuz gündemi insanın gönlüne emanet eden, belli ki sonunu sonsuzluk diye yazıyor insanlığın.
Var mı ötesi? Var mı başka teselli? Var mı başka umut? Var mı?
Şahit oldukça, daha çok oluyor insan. Ebedî Gül’ün yanağına tutunuyor. Diken bile olsa, el üstünde tutuluyor. Sonsuzca.
"Eşhedu en lâ ilâhe illâ Allah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulüh."