"Sözün Kalbi Sende Duracak"

08 Eylül 2015

Omuzlarındaki yük taşınır gibi değil.  Varlıktan daha ağır. Yokluk dehşetinden daha acılı. Var-yok arasından daha keskin bir bıçak sırtı. Hayat memat meselesi olmaktan öte bir çelişki. Düşerse, düşmesine son yok. Yükselirse, yüksekliğine had yok…

İki ihtimal var. Hira'da yaşadıkları ya doğru ya yanılgı. Yanılgıysa, her şeyini yitirecek. Varlığından utanacak. Ruhu zifirin zifiri bir aldanmışlığın içinde kıvranacak. Akıl tutulması mı bu? Körlük mü? Kendini olduğundan fazla görme kuruntusu mu? Ne şahit var halini doğrulayacak, ne ölçü var gördüklerini tartacak.

“Yoksa ben mecnun muyum?”

Emîn Muhammed (sav), ilk defa emin değil olan bitenden. Ne oldu bana? Nedir bu olanlar? Hayretler içinde. Tahayyülün uç sınırlarında. Aklın çeperleri yırtılmak üzere. Bütün zamanların beklentisi vaktin göğsünde dayanılmaz bir kalp vuruşu başlatıyor. Mekânın bileklerine doluyor yüzyılların sorusu. Sancısı tarifsiz Emîn Muhammed (sav)'in. Gerçeğin doğum sancısı başladı. Geri dönüş yok. Kabuğunu döküyor zaman. Çatlıyor kalbi mekânın. Bekleyişlerin hepsi zarını zorluyor sabrın.

Kaderin en ince düğümünde çınlıyor soru. Tarihin en keskin dönemecinde çırpınıyor endişe. Olmaktan öte bir olmak ihtimali var artık. Yoksa, ölmeleri özleten bir ölüm de olabilir akıbet. Ya her şey sahihleşecek, ümit yağmuru başlayacak; ya sahteleşecek yüzler, sığlaşacak sözler. İnsanlığın yüzü yerde kalacak.

"Yoksa ben mecnun muyum?"

Soru, sağır duvarlara vurdu; düştü. Titreyen ses, boşlukta çınladı; parçalandı. Kırılgan merhamet, incecik şefkat kendine gök aradı; havalandı. Bir bilgenin can kulağında kıvamlandı tereddütleri. Bir kadının sükûnetinin avuçlarında dindi tereddüdün çırpınışları.

“Hayır, sen mecnun olamazsın” dedi Hatice (r.anha). "Sana sahtelik bulaşmaz" demeye geliyor bu. "Senin kulağına yalan ulaşmaz! Senin fıtratının vadisinde bulanık sular akmaz! Seni mahcup etmez Allah! Değerli madenin üzerine sahte nakış işlenmez!" demek istiyor Hatice (r.anha). "Çünkü"leri sıralıyor sonra. Hepsi geçerlilik ölçüsü insan için. Hepsi insanın sahiciliğinin belgesi. Hepsi adamlık kalitesinin tescili.

“Çünkü sen her şeyle bağını merhamet üzerinden kurarsın. Çünkü sen işini görmekten aciz olanların yükünü taşırsın. Çünkü sen yoksula verir, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Çünkü sen konuğu ağırlarsın. Çünkü sen hak yolunda karşılaştıkları musibet ve felaket halinde halka yardım edersin. Çünkü sen sözü doğru söylersin. Çünkü sen emaneti yerine verirsin.”

Artık hiçbir şey önceki gibi olmayacaktı; insanlığın gurbet ufkuna vahiy doğmuş ve günden güne parlayacaktı. Âdem'den bu yana akıp duran vahiy ırmağının en son en diri çağıltısıydı duyulan. Dedi ki Varaka: "Evet, bu Musa'ya gelen namus-u ekberdir."

Hatice (r.anha) şehrin uğultuları arasında ince bir vicdan çağıltısı biliyordu. Can kulağı gerçeğin sesine aşinaydı. Bir hakikat bekçisi vardı Mekke'de. Gerçeğin hatırını bekleyen bir kalp… Varaka bin Nevfel. Varaka bin Nevfel bilirdi kadim haberleri. Öncekilere indirilene aşina idi. Mekke'nin ruhunu boğan ateşli telaşlardan uzakta yaşıyor Varaka. "Biz atalarımızı böyle bulduk" diyerek geleneğin tortusunu, alışkanlığın kirini akıllarına boca eden Mekke ileri gelenlerinden farklıydı.

Çağının vicdanıydı. Sessiz ve vakur…

Neydi o sarsılış? Ne demeye geliyordu "İkra!" Hatice'nin (r.anha) kuzeniydi Varaka bin Nevfel. Ki evliliklerine rehberlik etmişti. Sözüne güvenilirdi. Kalbi göklere açıktı. Sessizliğin yatağında usulca akan sözleri bir ferahlık sundu. Bir açılış. Bin inşirah.

Kaderin kırıldığı noktayı haber verdi hiç duraksamadan. Artık hiçbir şey önceki gibi olmayacaktı; insanlığın gurbet ufkuna vahiy doğmuş ve günden güne parlayacaktı. Âdem'den bu yana akıp duran vahiy ırmağının en son en diri çağıltısıydı duyulan. Dedi ki Varaka: "Evet, bu Musa'ya gelen namus-u ekberdir."

Ama bedeli de vardı Söz'ü taşımanın. Sesi titredi. Bulutlandı yüzü: "Keşke senin davet günlerinde genç olsam." İnsanlığı dünya darlığından çıkarmak üzere gelen vahyi bildirmenin karşılığında, dar getirilecekti yurdu Muhammed Mustafa (sav)'ya. "Keşke, kavmin seni yurdundan uzaklaştıracağı zaman hayatta olsam!"

Kendini gönüllüce Hira'ya sürgün eden Muhammed-i Emin (sav), Hira'nın emanetini taşımak uğruna yeni sürgünlüklerin kapısını aralamıştı. "Olsun" dedi gözleriyle. Şerefle yüklendi sürgünlüğü. Sevinçle sarılıp öptü Varaka'yı. Bu sıcacık sarılışta, sürgünlerin mayasını bıraktı Muhammed-i Emin (sav)'in kalbine.

Nasılsa ebedî bir liman olacaktı vahiy sürgünlere, mültecilere, evsizlere, yurtsuzlara, yetimlere, muhtaçlara, açlara…

Sözün kalbi, insanlığın nabzına yürüyecek artık. Sıcacık, taze, yine, yeni… Elçisinin canını yakacak, muhataplarına can bağışlayacak.