Bir Müslümanın inanç, ibadet ve ahlaki hayatında en önemli ve örnek kişi, hiç kuşkusuz, Hz. Peygamber'dir. Dinî bilimler söz konusu olduğunda bu ehemmiyet, Peygamber'in fiil, söz ve uygulamalarının tüm dinî bilimlerin ana kaynağı sayılmasıyla somut ve belirgin bir çerçeveye dönüşür. Başından beri kendini ittiba, yani Peygamber'in izinden gitmek ve O'nu takip etmek diye tanımlayan tasavvufta Peygamber'in bu belirleyici rolü ise daha belirgin ve vurgulu bir şekilde işlenmişti. Bunun başlıca nedeni, tasavvufun özel tabiatıyla ilgili bazı sorunların böyle bir hali icbar etmesiydi. Tasavvuf önce teknik anlamıyla bir bilim olarak doğmamıştı. Başka bir ifadeyle tasavvuf, dinî ilimlerde tespit edildiği şekliyle belirli bir alanı, konusu, yöntemi ve gayesi olan bir bilim şeklinde tezahür etmemiştir. Tasavvuf işleri güçleri kalbi temizlemek, ibadetlerle, özellikle nafile ibadetlerle meşgul olmak, zühde yönelmek, dünyadan yüz çevirmek olan birbirinden habersiz insanların İslam dünyasının farklı bölgelerinde yaşadığı bir hareket olarak doğmuştu. İlk tasavvuf tarihçileri için tasavvuf, nevzuhur ve türedi bir hayat tarzı değil, Hz. Peygamber'den itibaren nesiller boyunca süregelen bir hayat tarzı demekti.
Tasavvuf, ilk züht hareketleri şeklinde başlayan dönemden, Sünnî tasavvufun teşekkülüne ve ardından İbnü'l-Arabî ve Konevi'yle gerçekleşen olgunlaşma ve metafizik dönemine kadar kendini bir ittiba yolu olarak tanımlamıştır. Bunun tipik örneklerinden birisi şudur: Sufiler için tasavvufi hayat, Peygamber ve O'nun sahabesi gibi yaşamak demekti. İlk tasavvufi eserlerde ve sufilerin sözlerinde Peygamber örnekliği derin bir yer bulmuştu. Bu bağlamda tasavvufun kökeni için ileri sürülen görüşlerden birisi, Peygamber'in sahabesinin özel bir bölümünün adı olan Ehl-i Suffe iken başka biri de sahabenin fakir yaşantısını anlatan örneklerle desteklenen yün giymek anlamındaki tasavvefe fiiliydi. Her iki görüş de, belirttiğimiz hususu teyit eder. Sünnî tasavvufun teşekkül süreciyle birlikte tasavvufun Peygamber döneminden kendine kaynak araması da tabiiydi.
Bütün bu süreci anlatan en iyi ifade ise, sufilerin tasavvufun hemen her konusu olarak dile getirdikleri çerçevede kendini bulur. Tasavvuf ilmi, Kur'ân ve sünnet ile sınırlıdır. Bu tanım o kadar açık ve seçik bir şekilde ortaya konulmuştur ki, bir sufi için artık bundan daha belirgin bir düşünce söz konusu değildi. Tasavvuf iki şahit sayılan Kur'ân ve sünnet ile sınırlanmış ilimdir. Bu yaklaşım, tasavvufa yöneltilen eleştirilerde dikkatten kaçan veya göz ardı edilen mühim bir husustur. Günümüzde Türkiye'de ve özellikle dar ve katı selefiliğin etkisi altında gelişen araştırmalarda "Kur'ân'daki tasavvuf", "gerçek tasavvuf", hakiki tasavvuf!, "Sünnetteki tasavvuf" gibi adlarla yeni bir tasavvuf arayışına gidildiğine tanık olmaktayız. Doğrusu böyle adlandırmalar ve nitelemeler, tasavvufun bütün dönemlerde etkisini sürdüren genel çerçevesini belirlemiş ilk sufiler için beyhude bir uğraş, abesle iştigalden ibaretti. Kendisi sünneti yaşamak demek olan bir şey, böyle bir nitelemeye ihtiyaç duyar mı?
Hz. Peygamber'in hayatı ve sözleri dini bilimlerin temel kaynağıdır dedik. Bu bağlamda dinî ilimler arasında bir üstünlükten veya derecelenmeden söz etmek, o bilimlere karşı haksızlık olabilir. Çünkü bütün Müslüman bilginlerin gayesi, Peygamber'in belirlediği istikametin bulunmasından ibaret olagelmiştir. Esas itibarıyla Müslüman bilim adamları için bilim yapmanın gayesi de budur zaten. Ancak tasavvufun pratik ve amel ağırlıklı yaklaşımı, meseleyi daha derin bir şekilde ele almasını gerektirmiştir. Bu yaklaşım tasavvufun bütün dönemleri için geçerlidir. Hatta İbnü'l-Arabî ve takipçilerinde durum daha belirgindir. Çünkü İbnü'l-Arabî ve takipçileri tasavvufu metafizik bir anlayışa taşırken, iki temel sorunla yüz yüze gelmişlerdi. Birincisi, tasavvufun nazari bahisleri ele almasıyla ortaya çıkan bir kargaşanın giderilmesiydi. Acaba tasavvuf nazari bir dil kullanırken ve nazari sorunları ele alırken, felsefîeşmekte midir? Yeni dönemde sufiler bu sorunu aşmak için büyük gayret sarf etmişler ve tasavvufu metafizik bahislerde salt akli yöntemleri kullanan felsefeden ayırt etmek istemişlerdi. Ancak daha karmaşık olanı, tasavvufun genel mistisizmden ayırt edilmesiydi. Bu sorun, tasavvufa ilginin daha da arttığı günümüzde güncelliğini koruyan ve önemini artıran bir sorun olarak ortadadır. Çünkü tasavvufun tatbik ettiği riyazet yöntemleri insanlığın öteden beri zaten bildiği yöntemlerdi. Bu bağlamda nefsin dünyevi arzulardan uzak tutulması geçmişte olduğu gibi günümüzde de bilinen bir yöntem olduğu kadar pek çok tasavvuf kavramı belirli bir şekilde tanınmaktaydı. Öyleyse tasavvufu bu mistik yönelimlerden ayırt eden şey nedir? Bu soru, sufilerin en önemli ikinci sorunuydu. Meselenin ayrıntısına girmeden, şunu demekle yetinelim: Yeni dönemde sufiler bu ikinci sorunu, ilk sufilerin ‘Tasavvuf Kur'ân ve Sünnet ile sınırlıdır' düsturunu yeniden hatırlatarak çözmüşlerdi. Onlara göre tasavvufu bütün genel mistisizm içerisinden ayıran ve daha doğru bir ifadeyle O'nu bu genel eğilim içinden tasavvuf yapan şey, Hz. Peygamber'in sünnetiyle sınırlanmış olmaktı. Bu yönüyle sufiler için Hz. Peygamber, tasavvufi hayatın özünü oluşturan ahlakın ideal örneğidir.
Öyleyse sufiler zühdden söz edecekleri zaman bütün mistik geleneklerde yer alan bir idealden söz etmezler. Onlar için zühd, Peygamber'in yaşadığı hayatın ta kendisidir. Sufiler için sabır, tanımı kişiden kişiye, kültürden kültüre değişen öznel bir hal değildir. Sabır, Hz. Peygamber'in tanımlamasıyla ‘Nefsi arzulardan alı koymak' demektir. Onlar için 'nefsi arındırmak için aç kalmak' diye bir yöntem yoktur, Peygamber'in öğrettiği 'oruç' vardır. Zikir sufiler için bir yoğunlaşma ve konsantrasyon demek değildir. Zikir, Hz. Peygamber'in söylediği ve yaptığı gibi, Allah'ın adını söylemek ve her an O'nu hatırlamak demektir. Sufiler için fakirlik, çalışma imkanı bulamayan insanların içine düştükleri yoksulluk demek değildir. Fakirlik, dünya malına sahip olma imkanı varken onları reddeden ve kendisini Allah karşısında mutlak bir kul sayan Peygamber'in fakirliğidir. Sufiler için Melamilik, kendini veya başkasını kınamak demek değildir. Melamilik bütün insanlığın en büyüğü olduğu halde kendi işini kendisi yapan, söküğünü diken, yemeğini eliyle pişiren ve başkasına yük olmayan Peygamber'in müstağniliğidir. Sufiler için cem-i himmet, bütün mistik geleneklerde yer alan bir yoğunlaşma ve konsantrasyon değildir. Cem-i himmet, döndüğü her şeye ve her işe bütün bedeniyle dönen, kaş göz hareketiyle kendini ifade etmeyen, tam bir yönelişle önce Hakka dönen Peygamber'in eylemini anlatır. En nihayet, sufiler için Peygamber, tarihin bir döneminde yaşamış ve vefat etmiş bir insan değildir. Peygamber, hakikatiyle bütün bilgilerin kaynağı, âlemin varlık sebebi, Hakk'ın tecelligâhı, âlemdeki nazargâhı, göklerin ve yerin nuru, geçmişi-geleceğiyle bütün bilgilerin kaynağıdır. O toplayan, yani Kur'ân'dır. Bunun için tasavvuf Peygamber'in adını bir literatüre vermiş ve Muhammediye, İnsan-ı Kâmil, Miftahu'l-gayb, Fusûsu'l-Hikem gibi kitap adları esas itibarıyla Hz. Peygamber'i anlatan kitaplar olarak yazılmıştır.
Öte yandan Hz. Peygamber, bütün peygamberlerde temessül eden ideal özelliklerin bir toplamıdır. Bu anlamıyla birbiriyle irtibatlı üç kelime olarak Kur'ân, -ki toplayan demektir-, ism-i câmi -yani Allah ismi demektir-, ve kevn-i câmi, yani toplayıcı varlık demektir, birbiriyle irtibatlıdır. Bunun anlamı, zıt isimlerin toplamı olan Allah'ın tenzih ve teşbih ilkelerini içeren Kur'ân'ı âlemdeki bütün dağınık bilgileri hakikatinde toplayan Peygamber'e göndermesidir. Binaenaleyh sufilere göre Hz. Peygamber'in en temel niteliği olan cevamiü'l-kelim, yani bütün hakikatleri toplamak, bu demektir. Bütün peygamberler Hz. Peygamber'in kemalinin bir yansıması ve işaretidir. Adem (as), bu kemalin tecellisinin başlangıcıdır. Nuh (as) bu kemalin kendini çekme ve tenzih etme özelliğinin ifadesidir. Musa (as) bu kemalin ulvileşmesi ve üstün hale gelmesinin örneğidir. Harun (as) Hz. Peygamber'in önderliğinin bir tezahürüdür. İdris'te söze gelen ve bütün kültürlere nüfuz eden şey, yine bu kemalin bir yansımasıydı. Davud (as)'da iktidara ve kudrete dönüşen ve Süleyman (as)'da benzersiz bir lutfa dönüşen kemal, Hz. Peygamber'in kemalinin yansımasıydı. Fakat bütün kemal birden ve topluca, sadece peygamberde görülebilir. Bu nedenle de Hz. Peygamber'in hakikati, ferdiyet, yani birlik diye nitelenmiştir. Bu anlamda yeryüzünde bir adını hak eden yegane kişi Hz. Peygamber'dir. Diğer bütün nebîler ve veliler, Hz. Peygamber'in temsilcisi olabilir. Sezai Karakoç'un peygamberleri cennetin sekiz kapısına, Hz. Peygamber'i ise bizzat o cennete tekabül eder şeklindeki yorumu, İbnü'l-Arabî'nin dile getirdiği bu düşüncenin bir ifadesinden ibarettir.
İlk dönemde ahlakın ideal örneği kabul ettikleri Peygamber'i, İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin öncülüğündeki yeni dönemde ontolojik bir ilke ve hakikat olarak ele alarak, bu ahlaki ilkeye metafizik bir çerçeve kazandırmışlardı. En sistematik ifadesini İbnü'l-Arabî'de ve ardından Konevî'de bulan Hakikat-i Muhammediye düşüncesi öncelikle "Allah'ın yarattığı ilk nur benim nurumdur.", "Allah'ın yarattığı ilk şey, benim hakikatimdir." anlamındaki hadislerden çıkartılmıştır. Bu bağlamda "Allah Adem (as)'i kendi suretine göre yarattı." ve en önemlisi de "Allah yeryüzünde insanı halife olarak yarattı." anlamındaki âyet, sufilerin yorumlarının dayanaklarını oluşturur. Başka bir ifadeyle Hakikat-i Muhammediye düşüncesi, öncelikle Hz. Peygamber ve insanla ilgili âyet ve hadislerin genel bir tefsiri olarak ortaya çıkmış, ilk nesillerde anekdotlarla işlenmiş düşünceler sistematik hale getirilmişti.