Sünnet Davranışı Yinelemek Değil Duruşu Yenilemektir

08 Mayıs 2015

“Sünnet” deyince ne kadar çok şey geliyor aklımıza. Aklımıza gelenlerin çokluğu ve çeşitliliği sünnetin içindeki özü perdeliyor. Toza dumana bulanıyor gözlerimiz, gönüllerimiz. Asıl güzelliğin izini süremez oluyoruz.

Sünnet, en sade tarifiyle, “Peygamberce yaşamak” demek. Peygamber'in durduğu yerde durmak. Peygamber'in tarafında yer olmak. Peygamber'in tavrını yeni vakitlere taşımak. Peygamber halini yeni mekânlarda ayağa kaldırmak.

Lâkin Allah’ın Elçisi’nin tarafında yer almanın gözle görünmeyen, şekle dökülemeyen bir özü var: Niyet. Bir eylemin gerekçesidir niyet. Niyet mayadır. Niyet eyleme tutarlılık kazandırır. Niyet nüvedir; amele hayat bahşeder, ruh üfler. Neyi yapıldığından önce, niye yapıldığına bakar niyet.                                                                                  

Niyet, eylemin mührüdür, markasıdır, cevheridir, kumaşıdır, madenidir. Çünkü niyet eylemin öznesini tanımlar. Bir fiilin başında duran failin kimliğini belirler. Niye oradadır özne? Niye o fiile başlar fail? Herkesin yapageldiğini yeni bir insan niye tercih eder? İnsanın insan olarak orada duruşu tercihinden dolayıdır. İnsan ise tercihiyle insandır. İradesiyle özgündür.  İradenin rengi niyette belirir. Bir eylemin özgeliği niyette saklıdır. Eylem yeni olmayabilir, ama niyet hep yenidir, hep yenilenir. İnsanın biricikliği, en çok da niyetinin içindedir. Niyet ise kalbin eylemidir, kalıbın değil. İnsan bir işe kalıbını koyduğunda sadece ameledir; ama kalbini koyduğunda ise âmildir. Amele duvara tuğla koyar, âmil duvarı anlama yaslar. “Niye”si yoktur amelenin. İnşaatın içindeki varlığı sıradandır, ama inşaatı var kılan âmil yani kurucu irade orijinaldir, ilk defadır, heyecan yüklüdür. Kurucu irade, anlamı ayağa kaldırır. Niyeti ortaya koyan, amacı da var kılar.

Neyi yaparsa yapsın insan, niye yaptığıyla ilgilenmiyorsa, insanın o eylemdeki duruşu salih değildir. Ne kadar büyük işi tamamlarsa tamamlasın, niyeti belirsize başarısı ve zaferi sahici değildir. Önemli olan eylemin gerekçesidir. Çünkü insan kalbini koyduğu yerde, kalıbını koyduğu yerden daha fazla vardır. Asıl hacmi oradadır, asıl maksadı kalbinin dokunuşunda gerçekleşir. Meselâ, ayakta durmayı kıyam yapan niyettir. Başını yere koymayı “secde” diye yoğuran secdenin gerekçesidir. Eğilmeleri izzetli rükû yapan eğilmelerin kalpteki karşılığıdır. Sözün özü, kalıbın duruşunu geçerli kılan kalbin duruşudur: Niyet, kalbin konuşlanmasıdır.

Kur'ân, belli ki bu yüzden, amelden önce imanı zikreder. Amelin salih olabilmesi için sahih bir imana dayanması gerekir. Kalıbın ortaya koyduğu eylem, kalpte kökleşen imandan kök olmalı, emin olmak üzerinden dallanıp budaklanmalıdır. Yoksa eylem değerini yitirir. Yoksa fiil mayasız kalır. Yoksa görüntüler cevherinden olur. Gerekçesiz amel en fazla "şimdilik" olur. İmana dayanmayan eylem eğreti durur. Her yerde ve her dönemde geçerli olacak sahici bir sebebi yoksa tavrın, o tavır sürdürülebilir değildir. Geçersizleşir zaman içinde. Silikleşir devir değiştikçe. Naylonlaşır bölgeler değiştikçe. Ayağı yere basmaz olur. Uçuklaşır. Sığlaşır.

Ne var ki sünneti tarif ederken görünmeyen, ölçülmeyen, tartılmayan o şeffaf gerekçe, sessiz niyet yok sayılıyor. Kılık kıyafete, kalıp davranışlara ve tarihsel tercihlere indirgeniyor. Sünnetin ana dili açılmıyor. Peygamberce tavrın, deyim yerindeyse, işletim sistemi olan vahiy gözden kaçıyor. “Kur'ân'ın hayata geçirilmiş hali” olarak Peygamber ufkumuzda belirmiyor. "Vahyin ahlaka dökülmüş formu" olarak aramızda var olmuyor Peygamber.*

Peygamberce yaşamanın içinde Peygamberce niyetlenmek de vardır elbet. Niyet, insanın kendi şartlarında, kendi vaktinde, kendi mekânında, özge duruşunun kaynağıdır. Taklit edilmez niyet. Tekrar edilmez. İlk ve son defadır. Oraya kalbin dokunuşudur. O vakitten, o dönemden, o zeminden, kendine özgü, eşi benzeri olmayan bir ruhun ayağa kalkışıdır. Niyet, o ânın yenilenişidir, o mekânın hayat buluşudur.

Belki de bir yerlerde şimdi herkesin her zaman yaptığı bir şey yapılıyordur. Bir yudum su içiliyordur meselâ. Bir işe başlarken “besmele” seslendiriliyordur. Bir kapıdan içeri sağ ayakla giriliyordur. Diş fırçalanıyordur sözgelimi. Uyumak için sağ yanı üzerine yatılıyordur. Misafire meyve ikram ediliyordur. Kuşların nezaketle uçuşu seyrediliyordur. Belki yine birileri yine yağmur altında ıslanıyordur.

Amellere bakınca, yeni bir şey yok gibidir. Gök kubbe altında söylenmemiş söz kalmadığı gibi, yapılmamış eylem de kalmadı desek yeridir. Sözü de işi de orijinal kılan, o sözü ve işi yeni bir insanın, tek başına, ilk defaymışçasına heyecanıyla söylemesi ve eylemesidir.

Yağmur yeryüzünde öteden beri vardır, yeni değildir, doğru. Ama altında ıslanan insan yenilendiğinde yağmur da yenilenir. Güneş hep doğudan doğup batıdan batmaktadır, doğru. Tekrar etmektedir sabahlar ve akşamlar, hep bildiğimiz şeydir. Sürpriz yok sanırız gün doğumunda ve gün batımında, ama yeni bir insan, yeni bir nazar, taze bir ibret, güneşi ilk defa doğurur, daha önce olmadığı kadar özel batırır, değil mi?

Burada duralım ve sünnet diye tekrarladığımız eylemlere bakalım. Tekrarlıyor muyuz sahi? Yoksa taze bir heyecan mı yükleniyoruz her yağmuru karşılar gibi? Namazlarımız daha önceki namazların yinelenişi mi? Yoksa aldığımız her nefesin taze oluşu gibi taze mi secdemiz? Yeni bir baharın gelişi gibi, sanki daha öncekilere hiç benzemeyen bir eşsiz yenilik mi oruca tutuluşumuz?

Peygamberce yaşamanın içinde Peygamberce niyetlenmek de vardır elbet. Niyet, insanın kendi şartlarında, kendi vaktinde, kendi mekânında, özge duruşunun kaynağıdır. Taklit edilmez niyet. Tekrar edilmez. İlk ve son defadır.

Sünneti “yeni bir duruş” olarak inşa etmek için, gerekçeleri tazelememiz bekleniyor bizden. Çünkü yaratılış taze. Var oluş hep yeni, hep yeniden. Sünneti, “orijinal bir var oluş” olarak ihya etmek için, öyle değil de böyle oluş nedenimizi taze bir sebebe, yeni bir heyecana bağlamak gerek. Peygamberimiz'in tavrını, halini, tutumunu, sözünü burada taze olarak inşa edebilmek için işin başında, sözün berisinde, kurucu irade ile var olmamız gerekiyor. Bu da, Peygamber'in kul olarak yaşadığı heyecanı, duyumsadığı minneti şimdi burada yeni baştan yaşamakla mümkün. Şimdi ve burada yeni bir bakışız biz varlığa. Taze bir heyecanız ihtişam karşısında. Sünnet diye hep yapageldiğimiz eylemlere, yeni bir niyetle, önü alınmaz bir heyecanla taze bir gerekçe bulamaz mıyız sahi? Eylemin içinde kalıpla değil kalple var olamaz mıyız? Mümkün bu. Vacip hatta. Bizden beklenen.

Meselâ… Bir yerde susmak mı gerekiyor? “Şimdi Allah işitir” diye susmalı. Allah'ın işitiyor olduğu gerçeği, ağzımıza tam da almak üzere olduğumuz gıybet ya da yalan sözü için yeni bir heyecandır. Bakışını kısması mı gerekiyor müminin? “Allah burada da görüyor” diye gözlerini kaçırmalı. Dişini fırçalaması mı gerekiyor insanın? “Şimdi hemen, kimseler görmese de Kuddüs'e ayine olayım diye” ağız temizliği yapmalı. “Allah temizleri sever!” diye dişlerine inci beyazlığı çağırmalı.

Ne edersek edelim, itici gücümüz, her an yeni/den yaratılan, her an yeni olan âleme yeniden hayret ettiğimiz için olmalı. Nerede durursak duralım, o duruşa bizi ikna eden, her dem taze olan göklü Söz'ün her an tazelenen hayatla buluşması olmalı. Hangi halde, hangi kıyafette olacaksak, o halde tecelli eden, o tavırda yansıyan esmanın gerçeği üzerimizde görünsün diye gerekçelendirmeli. Yatay düzlemdeki alışkanlıklar üzerinden değil, böyle gelmiş böyle gider kolaycılığından hiç değil; ilk defa, çok özel, çok öznel, çok özge bir davranış diye var olmalı her ânın içinde.

Sözün özü; her eylemini en az bir esmanın tecellisi ile yapmak yeni ve taze bir heyecan kaynağıdır. Tekrar değil asla. Su içmek gibi yenilenen bir ihtiyaç. Gün doğumu gibi hep taze bir sahne. Islanmak gibi hiç eskimeyen bir heyecan.

Öyleyse, Peygamberce var olmanın kalbine koymalı kalıpları. Varlığın göğsünde taze niyetlerimizi, orijinal gerekçelerimizi kan diye akıtmalı. Yoksa sadece taklit etmiş oluruz Peygamber’i sadece. Oysa modellemek, Peygamber adına hep yeni/den olmayı gerektirir. 'Usve-i hasene' ödevi, Peygamberce var oluşun güzelliğini şimdi ve burada yeniden ete kemiğe bürümekle tamam olur. “İyi bilelim ki Allah'ın Elçisi aramızdadır.” İnsanlar ile aramızda ve eşya ile aramızda olanlar, olmakta olanlar, olacaklar, hiç birbirinin tekrarı olmadıysa, olmayacaksa, Allah'ın Elçisi'ni aramıza almak duvara tuğla koymak gibi tekrarla yetinilecek bir iş değil, ilk defa yaşanacak amatörce bir heyecandır. Değil mi?

 


* Allah'ın Elçisi'nin hayatını Kur'ân'sız anla[t]ma yaklaşımı, mikro ölçekte, Allah'ın Elçisi'nin davranışlarını da gerekçesiz, niyetsiz tanımlamayı sonuç veriyor. Kur'ân Müslümanlığını “Peygambersiz Müslümanlık” diye anlayan ya da anlatan ikircikli tavır, Peygamber Müslümanlığı başlığı altında da sünnet ve hadisleri vahyin yaşayın dalı budağı olmaktan çıkarıyor. Oysa Kur'ân Müslümanlığının içinde Peygamber yoksa bu Kur'ân Müslümanlığı değildir. Peygamber Müslümanlığı ya da sünnet, Kur'ân'la gerekçelendirilmemişse bu da Peygamber Müslümanlığı değildir. Sorun ne Kur'ân Müslümanlığında ne Peygamber Müslümanlığındadır. Sorun, Elçi'yi ve Elçi'nin elçilik ettiği ayetleri birbirinden ayrı, birbirine rakip gören, karşı kefelere koyan şaşı bakıştadır. Elçi'yi elçilik ettiği Kur'ân'dan ayrı gördüğümüzde Elçi'nin anlamı buharlaşır. Kur'ân'ı da her hecesi için titreyen, her kelimesini özleyen, her cümlesiyle ferahlanan Elçi'sinden bağımsız gördüğümüzde; Kur'ân hayattan kopar, erişilmez bir soyutluğa mahkûm olur. Hayatın değil, tarihin konusu olur. Heyecanın değil nostaljinin sebebi olur.