Sünnete 'Ehil' Olmak

02 Ocak 2018

Âl-i İmran Sûresi’nin o ayeti, Elçi’ye uymanın yolunu çizer: “De ki: ‘Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, bana uyun, ta ki Allah da size muhabbet etsin’…” Ayetin anlamını “De ki…” diyerek, Elçi’nin duyurmasına havale eden Mütekellim-i Ezelî, ilahî bir nezaketle, Elçisini öne koyuyor. Adeta Elçi’ye uymanın hassasiyetine Söz’üyle uyuyor. Yoksa, “Beni seviyorsanız, Resul’e itaat edin, ta ki Ben de sizi seveyim…” diyebilirdi. Ayetin kurgusunun görünüşteki dolaylılığı, Elçi’nin elçiliğini vurgulamak, inisiyatifi Elçi’ye bırakacak denli bir muhabbetin reyhanını bağ-ı âleme sunmak olsa gerek…

Anahtar kelime “muhabbet”tir Âl-i İmran Sûresi’nin 31. ayetinde. İki “muhabbet”li bir ayettir bu… Birbirine bakar iki muhabbet, birbirinde yansır. Karşılıklı aynalar gibi birbirini derinleştirir, nihayetsiz bir bereketin tasvirinden medet alır. Yüz yüze, göz gözedirler hep. İkiden fazla olurlar; her bakışmada yenilenir, her karşılaşmada çoğalır, her yansışmada tazelenir; hep yeni başlar, hep yinelenir hep yenilenir.

İki muhabbeti, ayetin ortasındaki “fe’ttebiûnî!”/”bana uyun!” ibaresi birbirine bakıştırır. Allah’ın Elçisi’ne uyan, tâbi olan, iki muhabbet arasında bulur kendini. Yenilenen, derinleşen, tazelenen, hep başlayan, hep başlayan diri bir muhabbet ikliminde yürümektir O’na uymak. Gül yaprakları gibi kızıl utanışlarla terleyen, bahar dalları gibi reyhanlarla gülümseyen, seher şebnemlerince buğulu, hiç eskimeyen, hiç susmayan, hep sevindiren, hep şaşırtan bir muhabbet atmosferiyle sarmalanır insan o uyumda…

“Ehlisünnet olmak” diye zihinlerimize yerleştirdiğimiz, ezberimiz ettiğimiz ‘Elçi’ye ittiba’yı, gelin, bu defa, “sünnete ehil olmak” diye telaffuz edelim. Zira “ehlisünnet olmak”, şekilciliğin yaygınlaştığı, şablonların hükmettiği, taklitlerin itibar gördüğü, sığ muhakemelerin ağır bastığı ortamda, sanki emek verilmemiş bir etiket gibi, hazır bulunmuş bir ayrıcalık gibi anlaşılır oldu.

İnsan, muhabbetini şahit oldukları üzerinden derinleştirir; ikram diye gördüklerini fark ettikçe muhabbeti çoğalır, mahcubiyeti koyulaşır.

Sünnete ehil olmak isteyen, muhteşem kâinat tablosu karşısında olduğunu görür her şeyden önce. Belli ki Yaratıcı kendini tanıtmak istiyor eserleriyle. Tanıtmakla da kalmıyor; sevdirmek istiyor nazik lütufları ve latif ikramlarıyla… Memnun etmek istiyor sessiz yardımlarıyla ve özenli destekleriyle…

Var eden, var ettikleriyle murad ettiğini gerçekleştireni biliyor, buluyor, görüyor, önemsiyor, önceliyor. Seçiyor. İhtişamlı kâinat tablosuna mukabelesi nedeniyle. Sınırsız güzelliğe hiç bitmez hayretiyle karşılık veriyor diye. Sonsuz ihtişama eşsiz hayranlıkla cevap veriyor diye. Nihayetsiz iyilik karşısında derin mahcubiyetler duyuyor diye. Tarifsiz lütuflara teşekkür telaşında diye. Latif ikramlara sıcacık teşekkürler ediyor diye.

O’na ittiba ederse insan, O’nun olduğu halde olursa, O’nun safında yer alırsa, iki muhabbet arasındaki yerini alır. İki muhabbetin hakkını verir. Birbiri içinde yansıdıkça çoğalan, derinleşen iki muhabbeti hak eder. Elçi’yi uymanın içi, hayret ve minnet duygularıyla dolar. Elçinin yanında olmak isteyen, güzellikleri zevk-i selimiyle tartarak, sanatı ve estetiği takdir ederek emek verir.

“İçimizden biri” böylece Elçi oluyor. İnsanlığın vadisinde yükselen zirve insan. Her insanın kalbinde saklı hayret ve minnet potansiyelinin gerçekleşmiş hali. O’nun gibi muhabbet etmeli Allah’a… O’nun gibi hak etmeli muhabbetini Allah’ın.

O’na ittiba ederse insan, O’nun olduğu halde olursa, O’nun safında yer alırsa, iki muhabbet arasındaki yerini alır. İki muhabbetin hakkını verir. Birbiri içinde yansıdıkça çoğalan, derinleşen iki muhabbeti hak eder. Elçi’yi uymanın içi, hayret ve minnet duygularıyla dolar. Elçinin yanında olmak isteyen, güzellikleri zevk-i selimiyle tartarak, sanatı ve estetiği takdir ederek emek verir. Lütuf ve ikramlara şükran duygusuyla karşılık vererek, gördüğü sonsuz iyiliğe minnet duyarak Elçi’nin safında durur.  

Hayret ve minnet duyguları, eşyanın üzerindeki esmaya şahit olmaya çağırır. Meselâ bir damla duru suda, insanın zevkini bilen estetik bir hitap, insanın en temel ihtiyaçlarını önceleyen lütufkâr bir tenezzül, insanın dudağının ve damağının susamışlığını ciddiye alan merhametli bir yöneliş, insanı güzellikle besleyen, doyuran, kandıran şefkatli bir tedbir vardır. Öyleyse bir damla suyun insana ikram edilişinde, güzelleştirme, lütfetme, merhamet etme, rızık verme, susuzluğa kandırma gibi sayısız eylemler gerçekleşir. Bu eylemlerin ardında ise Cemil, Müzeyyin, Latif, Rahîm, Rezzak, Mugis gibi sıfatlara sahip Bir’i vardır. O Bir’i sevdikçe, sevmeyi öğrendikçe, estetik zevki gelişir, hayret duygusu gelişir, minnet sevdası çoğalır insanın.

Hayret ve minnet duygusu, durağan bir şey değildir. Çünkü Allah’ın sevmesi ve Allah’ı sevmek de donuk değildir.  Her an yenilenen güzellik, yenilenen hayreti hak eder. Her an yinelenen lütuf ve keremler yinelenen minnet ve şükranı hak eder. Hayret eden ve minnet duyan bir kalp, esma-i hüsna’nın anlamları üzerinde yürüdükçe, yeni heyecanlar kazanır, yeni mahcubiyetler doğurur, yeni memnuniyetler getirir.

Muhabbetin kökü olan ‘hubb’ ‘tohum’ demeye gelir. Çoğul halini iyi biliriz “hubb”un; “hububat” diye meşhurdur. Hububatın habbeleri dışarıdan müdahaleyle çatlatmaz kabuğunu, içindeki cevherin taşmasıyla içeriden dışarı taşar, dâhilden kırar kabuğunu. Ancak böyle neşvünemaya başlar, öbür türlü çürür, heba olur, hüsrana uğrar.

Elçisi’ne uymayı ‘habbe’nin kaderiyle eşleştiren Rabb-i Rahim, işte bu nezaketi yükler “sünnet ehli”ne. Kabukla başlamaz muhabbet; kışır değildir öncelikli olan, kalptir aslolan, lüb’tür hareketin başlangıcı. Hariçten gazel okumaz ehlisünnet, içinden yanar, külle oyalanmaz, köz olmaya bakar.