Çağrı ile Arasındaki Farklar
Daha yapım aşamasındayken başlayan eleştirilerin siyasi atmosferin gerginliği sebebiyle iyiden iyiye alevlenmesini istemeyen yapımcılar, gösterim tarihini birkaç defa ertelediler. Bu “uygun tarih” arayışı yüzünden filmin hiçbir zaman gösterime giremeyeceğini düşünenler dahi oldu, kulislerde çeşitli komplo teorileri dolaşmaya başladı. Ama nihayetinde meraklı bekleyiş sona erdi ve film, “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” adıyla seyircisiyle buluştu.
Filmin dikkat çeken ilk özelliği, alanındaki tek örnek olduğu için -doğal olarak- çokça karşılaştırıldığı ve uzun süre daha karşılaştırılacak gibi göründüğü, günümüz Müslümanlarının neredeyse her karesini ezbere bildiği Çağrı (The Message) filminden tamamen farklı oluşuydu. Bunun bir numaralı sebebi ele alınan dönemdi elbette. Çağrı, Hz. Muhammed (sav)’in risaletine, özellikle de savaşlarına odaklanan bir filmdi. Mecidi ise eserinde, hatta hakkında pek az bilgi olduğu için siyer kitaplarında da fazla yer bulamayan bir döneme, Peygamber Efendimiz’in çocukluğuna çevirmişti kamerasını.
‘Gerçeği Uydurmak’ Mübah mı?
Mecidi’nin bu dönemi anlatacak olmasındaki avantaj ve dezavantajların filme doğrudan yansıdığını söyleyebiliriz. Günlük hayatın içinde kaybolup giden ayrıntılara, benzerini büyük şairlerde görebileceğimiz bir hassasiyetle yaklaşan Mecidi gibi yönetmenler, bu hassasiyeti “saflık” (ismet) üzerinden vermek için merkezinde çocukların olduğu hikâyeleri daha çok tercih ederler. Nitekim ünlü yönetmenin yazının başında andığımız filmlerinde de başkarakterler çocuktur. Mecidi bu sayede hem hikâyesini saflıkla bezer, hem de hayal gücünün gürül gürül aktığı bir mecra oluşturur. İşte bu yüzden, yönetmenin kurmak istediği “masalsı” atmosfer için en uygun zaman dilimi Hz. Muhammed (sav)’in çocukluğuydu; o da bunu tercih etti ve arzu ettiği doğrultuda başarılı oldu. Ne var ki Mecidi’nin dezavantajı, yani ele alınan dönem hakkındaki bilgilerin zayıf ve yetersiz oluşu sebebiyle senaryoda “uydurulan” kısımlar ziyadesiyle göze batıyor. Siyer hususuna hâkim olsun ya da olmasın, çoğu Müslüman Peygamber Efendimiz’e atfedilen mucizelerin bir bölümünün tartışmalı olduğunu, haklarında bir kısım ulema tarafından “güvenilir kaynaklara dayanmadığı” hükmü verildiğini bilir. Birçok İslam tarihçisi de çalışmalarında Hz. Peygamber’in en büyük mucizesinin onun ahlakı olduğu noktasından hareketle, genellikle doğa olayları şeklinde cereyan eden bazı mucizelere mesafeli yaklaşmıştır. Ancak Mecidi’nin filminde “mucizeler” çok geniş yer tutuyor. Çağrı filmine ve birçok siyer kitabına yöneltilen “Hz. Peygamber, hayatında çok az yer tutan savaşlar üzerinden anlatılıyor” eleştirisini bu filmin mucize merkezli anlatımı üzerinden yeniden kurgularsak, hatta “Bir çocuğun Hz. Peygamber algısı bu film üzerinden şekillenmemeli” dersek pek fazla itiraz eden çıkmayacaktır.
Yahudilerin Hedefindeki Peygamber
Senaryoda “Acaba?” soruları uyandıran, gerçekliği tartışmalı başka unsurlar da var. Yahudi toplumundan küçük bir grubun Hz. Muhammed (sav)’i daha bebekken kaçırmaya/öldürmeye niyet etmesi ve bu amaçla farklı zamanlarda teşebbüste bulunması o unsurlardan biri. Mecidi’nin filmine göre, Hz. Peygamber’in doğduğu gece meydana çıkan bazı işaretler, Yahudilerin kutsal kitaplarında geleceği haber verilen “kurtarıcıyı” göstermektedir. Bu sebeple Mekke’de yaşayan Yahudi toplumunda o gece doğan tüm çocukları izlemeye alırlar. Fakat hiçbir çocukta “beklenen kurtarıcı” olduğunu gösteren işaretleri bulamazlar. İçlerinden bir kısmı, kurtarıcının kendilerinden değil Araplardan çıkmış olabileceğini, onların çocuklarını da takip etmeleri ve aradıklarını bulunca onu ortadan kaldırmaları gerektiğini öne sürerler. Ne var ki önerileri kabul görmez, onlar da bunun üzerine -toplum içindeki yerlerini ve itibarlarını tehlikeye atarak- araştırmalarına devam eder, sonunda da henüz küçücük bir çocuk olan Hz. Muhammed (sav)’in peşine düşerler. Filme gerilim ve tempo kazandıran bu meselenin tarihsel bir doğruluğu olmadığını biliyoruz. Kimi yazar ve eleştirmenlere göre bu hikâye, yaşadığımız siyasi meselelere göndermeler içeren sembollerle dolu. Bu görüş doğru da olsa yanlış da olsa, Mecidi’nin İslam âlemine senaryosunun kaynakları hususunda bir açıklama borçlu olduğu gerçeği değişmiyor.
Kaynağı Kur’ân-ı Kerîm olduğu için doğruluğu şüphe götürmeyecek bazı olaylar da işlenmiş filmde. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi ve Fil Vakası gibi. Özellikle filmin hemen başında yer verilen Fil Vakası, atmosferi ustaca kurgulandığı için seyircide heyecan uyandırıyor. Hakkını yemeyelim, bu görsel başarı filmin tamamına yayılıyor ve minimalist düzeyde olmasa dahi Mecidi’den görmeye alışık olduğumuz inceliklerle birlikte hikâye masalsı bir boyuta taşınıyor. Ancak “Bu denli bir masalsılığa ihtiyaç var mı” sorusuna evet demek güç. Çünkü ne olursa olsun, anlatılan “gerçek” bir hayat hikâyesi. İzleyici bu gerçeklikten koparıldığı müddetçe perdeye yalnızca teknik/estetik bir ilgiyle bakıyor; bir Peygamber’in hayat hikâyesini değil, Batılı bir yazarın kaleme aldığı fantastik bir hikâyeyi izliyormuş hissine kapılıyor.
Batı’nın Müziği Doğu’dan Çıktı
Film boyunca sıkça duyduğumuz müziklerin kurgulanışı ve niteliği ise hem tatmin edici olmaktan, hem de hikâyenin ruhunu yansıtmaktan uzak. Hintli müzisyen A. R. Rahman’ın bestelediği, buram buram Hollywood kokan müziklerin etkileyici olmadığı söylenemez, ancak 1400 yıl öncesinin Mekke’sini anlatan bir hikâyenin çok daha orijinal, en azından Batılı olmayan, hatta “kilise kokmayan” müziklerle anlatılması gerekirdi. Çağrı’nın, filmin dahi önüne geçen güzellikteki müziklerini besteleyen Fransız müzisyen Maurice Jarre, bu iş için çölde bir çadır kurmuş ve iki ay boyunca o coğrafyanın ruhunu anlamaya çalışmıştı. Batılı bir müzisyen işini bu kadar ciddiye alıp her şeyiyle Doğu’ya ait besteler yaparken, hâlihazırda Doğulu bir yönetmenin bunun aksini yapması hem üzücü, hem de ironik. Öte yandan, Filistinli grup Le Trio Joubran’ın iki enstrümantal şarkısına da yer verilmiş filmde. Seçilen şarkılar, son derece güzel ama müzikseverlerin zaten aşina olduğu, defalarca dinlediği, dolayısıyla kendi kimliklerine sahip eserler oldukları için filmle aidiyet kuramıyorlar. Bu noktada “Keşke Mecidi, Le Trio Joubran gibi iyi bir gruptan filme has yeni besteler isteseymiş” diye hayıflanmadan edemiyor insan.
Tasvir meselesinin filmde nasıl ele alındığına gelince… Bir kahramanın hikâyesini, o kahramanı hiç göstermeden anlatmak zorunda olmak, bir sinemacı için hiç de küçük bir sorun sayılmaz. Üstelik o hikâye, tasviri İslam dünyasında her daim tartışma konusu olmuş Peygamber Efendimiz’i anlatınca yönetmenin sıkıntısının en az birkaç kat büyüdüğünü tahmin etmek zor değil. Mecidi, canlandırmada suret göstermeyerek bu meselenin dev bir krize dönüşmesinin önüne geçmiş. Fakat yönetmenin içinden geldiği kültürün tasvir meselesine bakışını ve bu bakışı yok saymadığını göz önüne aldığımızda, Efendimiz’i “oynayan” aktörün yüzünü göstermemesinin gönüllü bir tercihten ziyade “ağzımızın tadı kaçmasın” niyeti taşıdığını hissediyoruz. Belki de bu yüzden Mecidi filmde sınırları zorluyor ve yüzünü “gösteremediği” oyuncunun ellerini, ayaklarını, saçlarını, omuzlarını, hatta bir sahnede gözünü ekrana yansıtıyor.
Film hakkında yapılan, uzunca bir süre daha yapılması beklenen tüm olumsuz eleştirilere rağmen yine de Mecidi bir teşekkürü hak ediyor. Çünkü İranlı yönetmen, nasıl bir fırtınanın içine düşeceğini bilerek, sabredilmesi güç eleştirileri de göze alarak filmini tamamladı ve kim ne derse desin Müslümanları oldukça bereketli bir tartışmanın içine sürükledi. Umarım bu ortam, İslam dünyasının kültür üretimi bağlamında kendisine yeni bir yol çizmesine yol açar ve yakın gelecekte dünyanın geri kalanını derinden etkileyecek sanat eserlerinin doğuşuna zemin hazırlar.
* * *
Film Hakkında Ne Dediler…
Türkiye’de gerek sinemayla ilgisi dolayısıyla, gerek sosyal bir mesele olduğu için, gerekse de kişisel merakı sebebiyle birçok isim filmi izledi, izliyor. Mecidi’nin filminin toplumdaki farklı yansımalarını göstermek için bu isimlerden dördüne; Faysal Soysal, Suat Köçer, Gökhan Yorgancıgil ve Nihal Bengisu Karaca’ya, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmini nasıl bulduklarını sorduk ve film hakkındaki görüşlerini yazmalarını istedik.
Faysal Soysal (Yönetmen)
Öncelikle böyle bir konuda kim, nasıl bir şey yaparsa yapsın eksik yapılmış olmaya mahkûmdur. Hatta Mustafa Akkad gelip yeniden yapsa o da eksik kalacaktır. Hem Efendimiz’in sanat eserlerine sığamayacak, eşi benzeri olmayan karakteri ve ruhu hem her insanın kendi ruhunda onunla kurduğu duygusal ilişki sinema gibi yeni, acemi bir sanat dalının üstesinden gelebileceği bir durum değildir. Bu konuda sanırım en başarılı olabilecek sanat dalı şiir. Nitekim bununla ilgili çok başarılı örnekler mevcuttur. Nedense Müslümanlar bir şeyi sinema ile anlatmaya, pazarlamaya, şovunu yapmaya ve bir an önce diğer ürünler gibi tüketmeye çok hevesliler. Neden bizim şu konuda bir filmimiz yok yakınmasıyla sürekli şikâyetteler. Hatta Mecidi, Efendimiz gelse tebliğ aracı olarak sinemayı kullanırdı gibi büyük ama kabul edilemeyecek cümleler de kullandı. Hiçbir sanat eserindeki form dildeki kelimenin gücü kadar insanın ruhuna ve fikrine değebilecek bir etki yaratamaz kanaatindeyim. Bu kelimenin sanat eserine konu olması ise düzyazı ile değil şiir ile olur. Kur’ân-ı Kerîm’in de sürekli şiire benzetilmesi bu yüzdendir. Komünist partisi üyesi Louis Aragon Arapça öğrendikten sonra Arapların elindeki en büyük şiirin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu söyler.
Filme gelecek olursak, Peygamber Efendimiz’in çocukluğu ile ilgili bir film yapılacak, bütçe de var, kim bunu en iyi yapar diye sorulacak olsaydı şüphesiz İslam dünyasında Mecidi’den başka çok da iyi bir alternatif gelmeyecekti akla. Mecidi’nin hedefi İslamofobiye karşı ve Batılılar için film yapmak olunca onların standartları gereği Holywood dili ile film yapmayı tercih etti. Bunun doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir. Baştan itibaren bu yapı tercih edildiği için bütün ekip ve estetik algı da bunun üzerine kuruldu. Kendisi istemesine rağmen malesef Türkiye dâhil hiçbir İslam ülkesi projeye ortak olmayınca bütün insiyatif ister istemez sermayeyi ortaya koyan İran’ın ve haliyle de Şia’nın elinde kaldı. Buna rağmen Mecidi’nin hassasiyet göstererek Sünni dünyayı rahatsız etmemek için elinden geleni yaptığına inanıyorum.
Filmi bir sanat eseri olarak kabul etmek mümkün değil zira kalkış noktası bu değil ve ayrıca biyografik ve tarihî bir olgudan sanat eseri çıkarmak sinema sanatı için pek mümkün görünmüyor. Bir dava ya da ideoloji adına genelde bu tür konular sinemaya uyarlanır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde yapım, görüntü yönetmenliği ve oyunculuk açısından başarılı bir film. Özel efektler zayıf. Müzik çok kötü değil ama daha başarılı olabilirdi. Kitap ehline karşı problem yaşamamak için dikkatli davranılmak istenmiş ama bu, senaryoda sarkan yerlerin oluşmasına sebebiyet vermiş. Nitekim bu kurguda daha fazla hissedildiği için filmin ritmi zaman zaman düşmüş. Tekrar boykot günlerine dönülmesi bana göre tamamen gereksiz bir ayrıntı ve filmin dinamiğini bozmuş. Kısaca dönmesi mümkünken Şia’nın itikadı gereği İmam Ali’nin soyunun paklığını ispat için Ebu Talib’in Müslüman kabul edilmesinin ispatına uğraşmış gibi görünüyor. Bence Dücane Cündioğlu filmi daha çaplı değerlendirdiği için onun yazısından istifa edilebilir.
Bütün eksiklerine rağmen filmi büyük ve önemli bir çaba olarak görüyorum. Mecidi kendi sinema çizgisinden olma pahasına bunu dava bilip yapmış. Öncelikle takdir etmek gerek çabasını ve 5 yıllık emeğini. Çağrıdan 40 yıl sonra yeniden bu konu üzerine düşünülmesi İslam ülkelerinin bu konulara ehemmiyet verip sermaye yatırmaları çok önemli bence. Aksi takdirde herkesin kendini savaşlar yüzünden kapattığı şu dönemde birbirimizi anlama, doğrusunu gösterme ve inanmayanlarla diyaloga geçme imkânı kalmayacak. Herkesin izlemesi ve özellikle filmin öncelikli muhatabı olacak Batılılara izletilmesi gerekir diye düşünüyorum… Belki bu vesile ile Efendimiz hakkında daha hakiki bir siyer okumasına yönelir ve onun hakkındaki önyargılar kırılmış olur. Sırf buna vesile olsa bile bu film bunu denemiş olmaya değer diye düşünüyorum.
Daha güzel işlerin yapılması temennisiyle...
Gökhan Yorgancıgil (Yönetmen)
Hakkında çok şey söylendi, muhtemelen izlendikçe söylenmeye devam edecek. İzlemeden yorum yapılmasına ise söyleyecek söz yok.
Söylenecek ilk şey kanımca şu: Büyük insanlar hakkında film yapmak -hele ki çok sayıda seveni hâlâ varsa- dünyanın en cesaret isteyen işlerinden biri. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Can Dündar, Atatürk hakkında bir belgesel yapmış ve hatırlanacağı üzere pek fazla gürültü çıkmıştı.
Anlatı/öykü/kurmaca geleneğinin ana akımının bazı zorunlulukları vardır; karakterleriniz vardır, karakterlerinizin istekleri vardır, engellerle karşılaşırlar, bu engelleri aşmak için çabalarken olgunlaşırlar ve bir kahramana dönüşürler. Hal böyle olunca öykünün başlarında seyircinin zaten kahraman olarak bildiği büyük insanlara dair olgunlaşmamış bir versiyonu izleyiciye göstermek gibi bir durum ortaya çıkar. Sevenleri tarafından Atatürk’ün bir zamanlar çocuk olması ve güçlükleri bir çocuk gibi göğüslemek zorunda kalması kabul edilebilir bir şey değildir. Atatürk çocukken bile gelecekte Atatürk olacağını biliyor gibi davranmalıdır. Yani kitlelerin bilincinde; büyük insanların olgunlaşmamış bir versiyonunu kabullenmek neredeyse imkânsızdır. Söz konusu olan mistik ya da mitolojik bir figürdür artık. Bu sebeple Atatürk gibi halen sıcak tartışmaların içindeki bir kahraman hakkında anlatı diliyle söz söylemek büyük cesaret ister. Kaldı ki dünyadaki en yaygın ve büyük dinlerinden birinin peygamberi hakkında bir öykü anlatmak için ise çılgınca bir cesaret gerekir. Mustafa Akkad bu sebeple bir anlatı dili kurmadan Çağrı’yı çekti ve filmi kitlelerin kalbinde taht kurdu. Akkad’ın yaptığı şey Siyer-i Nebi’den kesitler sunmaktan öte bir şey olmadığı ve tasvir yasağına tam riayet ettiği için İslam Dünyası tarafından kabullenildi. Mecidi ise bir anlatı dili kurma çabası içine girdiği ve tasvir yasağını zorladığı için filmi etrafında büyük tartışmalar dönmektedir. Kurmaya çalıştığı anlatı diliyle, Peygamber’in bebekliği ve çocukluğunu “göstererek” Nebi’yi kameranın kadrajına “indiren/indergeyen” Mecidi; neredeyse sadece bir mucize anlatısı kurmaya çalışarak, kameraya özgü zorunlu nesnelliği dengelemeye ve seyircisine ulaşmaya çalışıyor. Peygamberin elleri hatta gözleri kamera için ne kadar nesnel ve dünyevi ise filmde ele alınan mucizeler o kadar dünya dışı/ötesi. Ancak burada Mecidi’nin karşısına bir başka zorluk çıkıyor: Kameranın ilgi alanı görülebilir ışık dalgaboyudur. Yani fiziksel evren için bile son derece kısıtlı bir alan. Üstelik İslam geleneğindeki Peygamber düşüncesi, fiziksel evrenle de sınırlı değildir. Kameranın görebildiği aşkınlık, geleneksel Peygamber inancı karşısında son derece yetersiz kalmaktadır. Mecidi ışık oyunlarıyla, kimi sahnelerdeki dijital görüntü teknikleriyle çabalasa da aşkınlık ve nesnellik arasında sıkışıp kalmış gibi görünüyor. Böylelikle Mecidi’nin filmi çevresinde kadim bir sorunla karşı karşıya geliyoruz. Bu sayede, belki de doğru soruları sorarak gerçek İslam inancı nedir sorusuna bile ulaşabiliriz. Çünkü tam olarak paganizm ile tek tanrılı tek din olan İslam’ın ayrıştığı nokta burası.
Film, kamera nesnelliğiyle ikonografik bir durum yaratırken mucize anlatısıyla nesnel dünyadan kopuyor. Filmi izleyen bir kesimin, görsel hafızalarına çarpıp iz bırakmış Hıristiyanlık imgeleriyle film arasında benzerlik kurmasının sebebi de tam olarak bu. Öte yandan filmin nesnel olmayan dili sebebiyle Müslüman olmayan biri için ne ifade ettiği de başka bir tartışma konusu olacaktır. Kendi adıma sinemada Hz. Peygamber’in “öykü kahramanı” olarak merkeze alındığı bir anlatı dilinin kurulamayacağını düşünüyorum.
Özetlemek gerekirse sinemaya bir sanat olarak değil de ideolojik bir sopa olarak yaklaşmak doğru değildir. Öte yandan sinema “anlam” da taşıyabilir. Bu sebeple Mecidi’nin filmini izlerken yanınızda ne getirdiyseniz film hakkında bu doğrultuda görüşe sahip olacaksınız. Anlaşılan o ki filmin yapımcıları, cesur olmaktan öte, ideoloji ve anlam arasında da çok net bir tercih yapmışlar gibi görünüyor.
Nihal Bengisu Karaca (Gazeteci-Yazar)
Filme yönelik eleştirilerin arka planındaki bazı hassasiyetler anlaşılabilir. Ama alt metninde “Nebi’nin hayatı film olmasa da olurmuş; tebliğ geleneğine yeni adet getirmek de neymiş?” rahatsızlığından mustarip tutumlar da var. Dürüst olalım; bu içi boş bir nâdânlık. Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderildi ve her mümin, çağdaşını bundan haberdar etmekle mükellef. Yüzlerce yıl önce O'nun Kur'ân okuyuşunu dinleyip hayran olan ve hikâyesini çoğaltan, anlatan ve gönüllere aktaran o bedevi, o gezgin, o üçüncü şahıs neyse, bugün için sinema o.
Bugün Hz. Muhammed (sav)’in hikâyesini anlatmak ve duyurmak daha kolay, ancak o hikâye ile kalpler arasındaki perdeleri aşmak daha zor. Bugünün insanı meşgul. Bugünün insanının görselleştirilmemiş imgeyi almakta/üretmekte zorlanan bir dikkat dağınıklığı var. Bugünün insanı empati kuramadığı, özdeşleşemediği hiçbir karakterle duygu alışverişi yapmıyor. Duygusal olarak anlam yükleyemediğinde mesaj ya da anlatı ile de bağ kuramıyor. Bugünün insanına sinema yapmadan ya da o tarihi, o hikâyeyi bir film gibi kurgulamadan din anlatamazsın. Oysa anlatmakla mükellefsin. İnsanlara Hz. Muhammed'i anlatmanın zorunluluğuna ikna olabilirsek bu göreve soyunan kişilere kibirlenme, 'madem kusurlu yapacaktın, yapmayaydın' deme lüksümüz olmadığını da anlarız.
Mecid Mecidi, sinema duygusu güçlü bir yönetmen. Peygamberimiz’in çocukluğunu, annelere/kadınlara bir duygusal/görsel repertuara uyarlaması, çok anlamlı ve kanımca doğru seçim. Film bir üçlemenin ilk ayağı. Erkekler üzülmesin; devamı çekilebilirse cihada, fethe de sıra gelecektir.
Filmi sorunsuz, kusursuz bulmadığımı, Habertürk gazetesindeki köşe yazımda da anlattım. (Bkz: “Hz. Muhammed filmi: Beğenmedim ama sevdim” 01.11.2016)
Kısaca özetleyeyim: 1) Gereksiz uzunluk, bir sorun. 2) Yönetmen Hz. Muhammed (sav)’i temsil eden karakteri konuşturduğu sekansların İslam ülkelerinde sorun çıkaracağını hesap etmeliydi. Dublajdan çıkarılan ses, yerini koyu bir boşluğa bırakıyor ve izleyici için kabul edilebilir olmayan bir kopuş söz konusu oluyor. 3) Film Arapça çekilmeliydi. 4) Gösterilmemiş mucizeler gerçekleşmiş gibi aksettirilmemeliydi, tarihi bu kadar esnetmek bir sorun. Ve daha birçok şey…
Ancak dediğim gibi, yönetmen sadece görevini ifa etmiş. İfa ederken de elbette kendi kültüründen, hatta milliyetinden dokular da yaptığı işe sirayet etmiş. Normaldir, öyle olur.
Beğenmeyen çıkar, daha iyisini, daha efdal olanını yapar.
Suat Köçer (Sinema Eleştirmeni – Yazar)
Kendine özgü bir sinema dili olan Mecid Mecidi, İran’a yönelik tavır ve ambargolara rağmen tüm dünyada, özellikle de Batı’da büyük bir hayran kitlesi kazandı. Sinemadaki genel minimalist anlayışı kendine has manevi arayışıyla zenginleştiren Mecidi, filmlerinde evrensel bir sosyo-kültürel tavır geliştirdi, İran sanatının kadim yapısına da yaslanarak seyirciyi derinden etkileyen dokunaklı hikâyeler anlattı. İnanca yaptığı vurgularıyla bilinen ve nebilerin izinden yürüdüğünü sıklıkla dile getiren Mecid Mecidi, sinemasının zekâtı olarak düşündüğü bir Hz. Muhammed (sav) filmi çekmek istediğini, ölmeden önceki en büyük arzusunun bu olduğunu ifade edegeldi, yaklaşık 4 yıl süren çekim sürecinin sonunda “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmiyle bu arzusunu yerine getirdi.
40 milyon dolara yaklaşan prodüksiyonu, önceki filmlerinden farklı olarak minimalist bir tavrı değil ana akım anlayışı tercih eden yapısıyla Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, Mecidi’nin sinematografisinde oldukça farklı bir yere oturdu. Onun sinemasını yakından takip edenler için sürpriz olan film, Hz. Peygamber’in temsil tartışmaları ve filmdeki olayların Şii anlayışla çekildiği yönündeki sert ve büyük ölçüde haksız tartışmaların gölgesinde kaldı. Üç saatlik süresi, iddialı sinematografik yapısı, görüntü yönetimindeki başarısı ve Mecidi'nin estetik olgunluğunu yansıtan şık kadraj, geçiş ve planların yanı sıra, ustalıklı görsel efektleriyle dikkat çeken film, günümüz dünya standartlarının üzerinde görkemli bir yapım olmayı başardı. İran’ın Oscar adayı olarak belirlenen film, İslamofobiye hem içerik hem de sinemasal boyutuyla çok güçlü bir itiraz olarak Mecid Mecidi’nin ustalığını adeta tescil etmesi bakımından da dikkat çekici bir yapım oldu. Film müziği genel olarak çok başarılı olsa da yer yer abartıya kaçması, sürenin gereğinden uzun olduğu hissi vermesi, film dilinin Farsça olması ve finale doğru denizin taştığı sahnenin Hollywood tandanslı dinî filmleri çağrıştırması filmin başlıca zaafları olarak kabul edilebilir. Hz. Peygamber'e duyduğu muhabbeti herkesçe bilinen, nebevi mesajları tüm sinemasına incelikli biçimde işleyen yönetmen, sinemasal başarısı bir yana, çağdaşı ve kendisinden sonra gelecek Müslüman sinemacıları her bakımdan cesaretlendirecek büyük bir filme de imza atmış oldu.