Tekasür: Ateş Çemberinde Bir Ömür

“Oyalayıp durmakta sizi çoğaltma tutkusu…”

“Hele bir yarın olsun” diyenlerdenim ben de. Böyle böyle geçiştirdim bugünleri. Geldiğinde yeni bir “yarın” onu da bir başka yarının eşiğine kurban ettim. Sıradanlaştırdım bugün olunca yarını. “Sırası değil, sonra” diye diye eğretileştirdim “şimdi”lerimi. “Bu kadar yetmez, biraz daha” beklentisine kurban ettim elimdekileri. Ciddiye almadım durduğum yeri. Yüzünde kaldım vaktin, uyandığım sabahın kalbine dokunamadım. “Daha sonra”lar vardı nasılsa, şimdi’den kaçtım, an’ı umursamadım. Uykuma yastık “sonra”ları. “Yarın”lar tükenmediğine göre, oyalanacak zamanım vardı. Yolun sonu görünmüyor henüz. Yürüyecek yeni yollar vardı. Azımsadım elimdekileri. İçimdeki boşluklara dolduracağım bir “yeni model” nasılsa çıkacaktı.  Hüznümü sildim “yeni”lerle. Sevinçlerimi yeni şeylere bağladım. Arayışımı durdurdum “dahası, daha iyisi, daha güzeli, daha fazlası” gelince. Onlar eskiyince daha “yeni”leriyle sevindirileceğime inandırıldım.

“…mezarlara varıncaya dek.”

“Daha, daha, daha…” demelerin sonu gelmedi daha. Niye bozayım ki keyfimi? Renkler cazip. Pırıltılar albenili. Yenilik vaadleri tükenmedi. Pürüzsüz ve ölümsüz görünüyor dünya. Reklamlara çıkmıyor acılar. Toy tebessümler sarıyor billboardları. Işıklı panolara hüznün gölgesi düşmüyor. Ölümsüz bir dünyadayım sanki. Her şeyin böyle kalacağına inandırıyorlar beni elbirliği ile. Ölümün sızacağı çatlakları ustaca tıkamışlar. Nezaketle sıvıyorlar ayrılık yaralarını.

“İşte geldi vakit; işin aslını şimdi burada bileceksin.”

Oysa… “Yarın” gelince, ölüyor “bugün”üm. Dünkü beni geçmişin kabrine koyuyorum her gün. “Bugün” dediğim gün, “yarın” geldiğinde “dün” diye ölmeye ayarlı. Şu gövdem, hatıra olmuş, bir daha gelmeyecek, mezara konmuş “ben”leri hatırlatan mezar taşı. Her yeni günün eşiğinde “dün”e gömüyorum kendimi. Vardım mezara. Elimde hiç yarın kalmadı. Ömrümün hepsi “bugün”lerden ibaret. Sonrası hiç olmadı.

“[İnanmaz gibisin!] geldi vakit sahiden; işin aslını şimdi burada bileceksin.”

Tükendiğini fark edemezdim vaktin. Ömür eriyormuş; nereden bileyim! Terk edip gidenlerin yerine yenisini koydukça genç görünürüm sandım. Çoğalınca sahip olduklarım, bu deli akışa direnebilirim sandım. Derin yaralarımı gündelik hazlarla sarınca, kanamayacak sandım. Malın yenisine, daha iyisine, daha fazlasına eriştiğimde, acılarım susar sandım. Ah, kesilmedi ağlayışım. Dinmedi sızım. Kalbim buraya ısınmadı.

“Yoo, eğer bu [tutkunun neye mal olduğunu] tam kavramış olsaydınız, elbet içinizde nasıl bir cehennem ateşi yaktığınızı da görürdünüz. [Ama göremediniz!]”

Bir çılgın koşuya kattılar beni. Nefesim yetmez oldu. Göğsüm daraldı. Ateşli telaşlarda çatladı kalbim. Meyvesiz uğraşlara aktı kanım. Bileğime kanlı günlerin sızısı vurdu. Gözden düşürdüm bende kalanları. Eskittim taze anları. Heveslendiğim yeniler uğruna, itibarsızlaştırdım elimdekileri. Arzuladığım daha çoklar hatırına, ucuzlattım yanımdakileri. Yenisi gelince durmadım, duramadım ama.  Aynısı oldu sonra… Heveslendiğim yenileri de, daha yeniler uğruna itibarsızlaştırdım. Az bulunca “daha çok”ları, “daha daha çok”ların ardına düştüm. Hiçbir yere razı olmadım. Hiçbir halden hoşnut olmadım. Hiçbir miktar doyurmadı beni. Hep aç, hep aç kaldım. Serinletmedi “bendeki”ler. Ferahlatmadı  “daha çok”lar. Kandırmadı “daha daha çok”lar. Bin bir emekle elimdekileri çoğalttıkça, elde etmek istediklerim daha da çoğaldı. Hep istemeler içinde kaldım. Hiçbir köşede huzur bulamadım. Kırık dökük tatminlerde kaldım. Zengin olacağımı düşündüğüm her seferinde daha da fukaralaştım. Artmadım; artamadım; azaldım, az aldığımı sandım. Tuzlu su içmiş gibi içtikçe susadım. Susadıkça içtim. İçtikçe daha çok susadım.


Geçiyorum eşyanın cezbesinden; kalbimi Söz’ünün eşiğine yasladım. Yakınlığını nimetim bildim. Ateşli telaşlardan kaçtım, Sana firar ettim. Geldim Allah’ım. Nimeti Senden bilmekmiş nimet; anladım. 

“Hadi burada göremediniz, sonra gerçeğin kendisiyle karşılaştığınızda [ister istemez] gözlerinizle göreceksiniz.”

Kalbimde yükseldikçe yükseldi alevden sütunlar. Kendimi “alevli parmaklıklar” ardında buldum. Sakinleşeceğim bir gölge olmadı. Ben koştukça hızlandı ayağımın altındaki bant. İleri geçeceğim derken, hep geride kaldım. Çok almak adına çatlarcasına koştum, yokuşlarda susadım. Arsızlık ettim; elimdekine razı olamadım. “Daha, daha, daha”ları hırsına kapıldım, telaşlarım hiç kesilmedi, sonunda bir şey kazanamadım. Avuçlarıma köz düştü. Tutunduğum şeyler kül oldu. Tutulduğum yüzlerden muradımı alamadım. “Dur şu köşede” diyen müşfik bir ses duyamadım. Kovulmuş gibi huzurun kapılarından, sürekli yuva aradım kendime. Bulamadım. Yavanlaştı sular bile.

Tutkularım alev aldı. Kendi cehennemimi kendim hazırladım. Ateşimi ellerimde taşıdım. Yandım.

“Nihayet o gün, sorulacak size ‘Neymiş asıl nimet, anladınız mı?’”

O son gün gelmeden göreyim diye gerçeği beni uyandırmaktır dileğin. Fayda vermeyen son pişmanlıktan kurtarıp şimdi kalbime bir pişmanlık gülü vermek için seslenmektesin. “Bunca koştuğun yeter” demektesin.  “Dur şu köşede” diyen merhamettir sesin. “Sakinleş biraz” diye alnımı okşamakta sözün.

Ey Rabb-i Rahim’im bugünü o gün bildim. Senin verdiklerin yüzünden Seni unuttum. Aldandım. Savruldum. Dağıldım. Yandım. Verdiklerinin yüzünde Seni bulmalıydım. Yaralarımın sızısı Seni bilmekle doyacaktı anlamalıydım. Seni tanımakla dolardı ancak içimin boşlukları, görmeliydim.

Geçiyorum eşyanın cezbesinden; kalbimi Söz’ünün eşiğine yasladım. Yakınlığını nimetim bildim. Ateşli telaşlardan kaçtım, Sana firar ettim. Geldim Allah’ım. Nimeti Senden bilmekmiş nimet; anladım. Söndü ateşler. Şu serin köşede Sana kandım.