Sînâ’dan inişi Mûsâ (as)’nın sancılıydı. Dünya ağrısıydı taşıdığı. Bütün zamanların vebaliydi yüklendiği. İnsanlığın yükünü almıştı omuzlarına. Hiç beklemediği. Hiç ummadığı. Kendine yakıştıramadığı. Belki “sırası değil ki” dediği.
Sînâ’dan inerken, gölgesinden başka kimse yoktu yanında. Acaba, nasıl bir yalnızlıktı yaşadığı? Yalpaladı mı? Tereddütler tuttu mu ellerini? Dönüp dönüp geriye baktı mı? Uzaktan süzerken uyuyan şehri, şehirliler için gizlice sevindi mi? Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu mu? Taşlara, toprağa, gökyüzünün mavisine, zeytin ağaçlarının ince yapraklarına, cıvıldayan kuşlara, gecenin siyahına, ayakucundaki karıncalara söylemeyi denedi mi büyük sırrı? Çocuklar gibi sevinerek mi koştu yoksa yokuşlardan aşağı? Uçurtmasını göğe salmış çocuk sevinciyle mi dönüyordu? Aradığını bulmuş, hasretini dindirmiş, ayrılık acılarını susturmuş bir yetişkinin sükûnetiyle mi yürüyordu?
Unutulmuş cevherleri yerine koymaya geliyordu Hira’dan. Küstürülmüş kelimelerin gönlünü etmek için yürüyordu. Susturulmuş sesleri eve çağırıyordu. Yıkılmış evleri onarmakla dertlenmişti. Kıymeti bilinmez olmuş kalbi, insanlığın göğsüne yeniden koymaktı niyeti. Ses vermez olmuş vicdana ses olmak üzere yaklaşıyordu şehre. Kış uykusundaki âlemi uyandırmak için acele ediyordu. Bir değil bin bahar telaşı vardı yüreğinde.
Bilmezdi ki yürüyüşünün sonunda taşların sevinç gözyaşları olacak. Bilemezdi ki adımlarına Hızır (as)’ın sabır çatlatan sırrı refakat edecek. Ummazdı ki eline Mûsâ (as)’nın asasını da alacak. Göklü Söz’e ses olacak, nefes olacak da insan kalbini taşlardan utandıracak. Beklemezdi ki taştan da katı kalpleri katılıklarıyla yüzleştirecek. Göremezdi ki dudağında demlenen dualar, avuçlarında biriken yakarışlar, Kızıldeniz’in yeni sınavı olacak. Tahmin edemezdi ki adını söylemek bile dünyanın gömleğini yırtacak, üç hecelik “Mu-ham-med” sesi, herkesi rüyadan uyandıracak, hasretli kalplere serin yağmurlar indirecek.
Tanık olsun incir… [Tin,1]
Hira’ya çıkışın meyvesidir Mûsâ (as)’nın hatırası. Yumuşacık dal uçlarındaki sıcak tatlı tebessüm; incir gibi. Kesretin nişanesi. Bir’in çokluğun neşesinde rengârenk tecellisi. Kalplerin çeperlerine vuran ümitli çağıltı. Dudağın kıvrımlarını memnun eden müjde sesi.
…zeytin de tanık olsun. [Tin,1]
Hira’dan inişin meyvesidir Mûsâ (as)’nın hatırı. İnce sert dal uçlarına dizili sabır taneleri; acılı göğsünde “bir”liğin taş somutluğundaki çekirdeğinin sancısı; zeytin gibi. Vahdetin yeryüzü bekçisi. Çokluğun neşesinden “bir”liğin duruluğuna varma cehdi. Kalbin odacıklarında can hışırtısı. Kan sıcağında Kızıldeniz sınavı. Yarıp geçmek dünyanın kızıl gömleğini. Bir çırpıda savurmak ayaklara yapışan, eteklere bulaşan dünya tozlarını.
Sînâ Dağı tanık olsun. [Tin,2]
Hirâ’dan inen Muhammed-i Emîn (sav), Sînâ Dağı’nın yükünü aldı omuzlarına. Sînâ Dağı’nın şahitliğiyle iniyor beldesine. Mûsâ (as)’nın yoldaşlığına çağırıyor insanlığı. Ömür boyu sürecek ince bir sabırla. Şefkatle dokunan göklü Söz’ü âsâ-yı Mûsâ nezaketiyle dokunduruyor katılaşmış kalplere. Az sonra dudağından öyle bir söz dökülecek ki serin bir çağıltı olup taşlaşmış kalplerin arasında çağıldayacak. Hiç bitmeyesice. Hiç susmayan bir şelale sesiyle: “[Bunca uyarıdan] sonra katılaştı kalpleriniz; taş gibi, hatta taştan da katı…” [Bakara, 74]
Mûsâ (as)’nın ayak seslerini taşıyor şehre Elçi. Hira’dan inişi yine yeniden başlıyor. Kalplerin saklı köşelerine, loş kuytularına doğru uzanıyor sözleriyle. Sînâ Dağı’ndaki seslenişi d/okuyor kalplere. Utanır belki kalpler taşların âsâ-yı Mûsâ karşısında yumuşamasından diye. Ümitli. İncir ülkesinden dönüyor gibi. İncitmekten korka korka; ezmemeye özen göstererek gönülleri; dal uçlarından koparır gibi inciri. İncir toplayanların nezaketi var parmak uçlarında.
Mûsâ (as)’nın susuşlarını taşırıyor şehri Elçi. Sabırlı. Zeytin diyarından geliyor gibi. Acıdan bal çıkarma umuduyla. İnsanın, kalbinde, biricik cevherini zeytin çekirdeği gibi taşıdığını görmenin sorumluluğuyla. Acele etmeden. İtinayla. Vaktini bekleyerek. Demleyerek. Uzun susuşlar bırakarak arada. Ekşiyen yüzlerin de bir gün tebessüme açılacağını bilerek. Zeytin toplayanların sabrı var dudaklarında.
Beldeleri hece hece şahit tutuyor gerçeğe.
ki şahittir ‘bu emin belde’… [Tin,3]
Kalptir insanın emin beldesi. İnsanın Mekke’si. Bekkesi. “Ya sonra?” diye ağlayanı. Geçmişin hüznüyle sızlayanı. Geleceğin korkusuyla titreyeni. Hira’nın eteği. Ateşli telaşların ertesi. Fırtınadan kıyıya koşmaların gölgesi. Yangından gölgeye sığınma serinliği. Nefes nefese adımlanan yokuşların zirvesi. Sıcak arayışların kesik nefesi.
Şahittir insanın bıçak sırtında duramayışı. Batan şeyleri sevmeyişi. Terk edenlere bel bağlamışı. Vefasızlara kanmayışı. Ağlayışı gidenlerin ardından. Kalbinin buraya, bu dünyaya razı olamayışı. Kanmayışı dünyaya. Kanayışı öteler için.
Elçi’nin rehberliğinde sürüyor “emin belde” arayışı. Ayrılık uçurumlarından ayaklarını uzak tutuyor inan. Hasretini sona, en sona saklıyor. Sığ buluşmalardan hoşlanmıyor. Anlık kavuşmalarla doymuyor. Göründüğünden fazla olmaya adanıyor insan; toprağa gömülü tohum gibi. Kabuğunu çatlatmak için, için için kaynıyor, dal budak uzanmak istiyor ahirete. Sonsuzluğun yeşil ovalarında sakinleşiyor ancak. “Bu böyle yarım kalmayacak” diye fısıldıyor kalbi.
Şahittir bu emin belde [ki,] insanı en güzel kıvamda yaratmaktayız… [Tin,4]
En güzel kıvamdan “aşağıların aşağısına yuvarlanmasın” [Tin,5] insan diye “bu emin belde”nin yanı başında bekliyor Elçi. Dünyanın dert duvarlarından öteye ağacak. Ayağına dolanan şehvet zincirlerinden sıyrılacak, emin etmek istiyor insanı. “Emin belde”nin eşiğine yaklaştırıyor dünya sürgünlerini.
Hece hece kalbimizin çağırdığı yere çağırıyor bizi. Kalbimizin arzularına nöbetçi. Hiç susmayan tesellici. Hiç usanmayan onarıcı.
İncirler çoğaldıkça, zeytinler olgunlaştıkça “bu emin belde”nin kalbi olacak Elçi. Vaktin kuru dal uçlarından tebessüm diye hasat edecek hüzünlerimizi. Ömür ağacımızın sıcacık meyvesi diye avuçlarımıza dökecek korkulu bekleyişlerimizi. Sînâ Dağı durdukça, “bu emin belde”nin ufuklarına ışıklı müjdeler düşürecek Elçi. Bir Mûsâ âsâsı diye dokunacak taş katılığındaki kalplere. Yara yara dünyanın kan kızılı denizini…