Yönetici Peygamber Olarak Hz. Muhammed (sav)

26 Eylül 2009

Dünya çapında büyük yankılar uyandıran bir hareketin önderi olarak Hz. Peygamber'in olağanüstü başarısı, manevi ve maddi olmak üzere iki saikle izah edilmeye çalışılmıştır. Genelde din alimlerinin ve diğer Müslümanların benimsediği birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilahî kaynaklı olduğu; Batılı araştırmacılarla tarihçilerin izlediği ikincisi ise başarısının tarihî ve diğer tecrübi sebeplere dayandığı, bu konuda dikkat çekici liderlik vasıfları ve karizmatik şahsiyetinin etkili olduğu yolundadır. Hz. Peygamber'in İslam'da örnek kabul edilen ideal kişiliği ile tarihî kişiliğini yansıtan iki yönü zorunlu olarak birbiriyle çelişmez; aksine bunların her biri kendi araştırma yolunu ve analiz yöntemini izleyen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Allah'ın, elçisine yardım ve desteği inanan için tartışılmaz olmakla birlikte Rasûlullah'ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları göz ardı etmek, O'nun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilahî mesajı nakleden önemsiz bir vasıta seviyesine düşürme riskini taşır.

Rasûlullah'ın bütün üstün yetenek ve vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiatüstü özelliği bulunmayan bir insan gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi halde O'nun hayatı Kur'ân-ı Kerim'de de belirtildiği üzere insanlık için mükemmel bir örnek olarak mülahaza edilemezdi. O karakter, ahlak, arzu ve eğilimleri farklı olan bütün insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ferdî ve sosyal ihtiyaç ve sorunlarını giderecek bir ruhi ve fikrî olgunlukla donatılmıştı. İzlediği siyaset de bütün fert ve toplumları kapsayan ve bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Peygamber'in insanlık tarihinde siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik misyonunun bir gereğidir.

Hz. Peygamber'in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğ etmekten ibaret değildi; tebliğ ettiği dine insanları davet etmek, dinin esaslarını açıklayıp bizzat yaşamak(1), gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek (2) ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da O'nun görevleri arasındaydı. Zira peygamberliğin amacı yalnızca belli esasları insanlara bildirmek değil, ferdî ve toplumsal planda bir dönüşümü de sağlamaktır.

Allah Rasûlü, bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevi şahsiyet, O'nu diğerlerinden ayırmaktadır. Kur'ân-ı Kerim bir taraftan Hz. Peygamber'in beşerî tabiatına vurgu yaparken diğer taraftan da O'nun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah'ın kendisine itaatle birlikte O'na itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah'a ve elçisine götürmelerini emretmesi (3) , siyasi ve hukuki alanlarda O'nun otoritesini kabulün, imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu da gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından hikmet (bilgelik) ve mülk (hükümranlık) bahşedildiğinin belirtilmesi(4), bunların bir peygamber olarak O'nun için de söz konusu olduğunu ima eder. Ancak Kur'ân'da Hz. Peygamber için mülk tabiri yerine hükm kelimesi kullanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayette kaydedildiği üzere Allah Teâlâ Rasûlullah'ı "hükümdar-peygamber" ile "kul-peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, O da Cebrail'in Allah'a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine "kul-peygamber" olmayı tercih etmiştir. Hz. Peygamber bir defasında huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine "Sakin ol, ben hükümdar değilim." buyurmuştu.(5)

Hz. Peygamber'in örnek bir İslam toplumu kurması, ancak otoritesi sayesinde mümkündü. Yukarıda belirtildiği üzere ümmetin lideri olarak O'nun Müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur'ân'da hükm ve türevleri ile ifade edilmiştir.(6) Bu âyetler Hz. Peygamber'e itaatin somut ifadesini, O'nu hakim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah'a itaat Hz. Peygamber'e itaatin temeli olurken, Hz. Peygamber'e itaat da Allah'a itaatin tek görünür kanıtıdır: "Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.(7) O'nun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhi öğütle sınırlı olmayıp bir İslam toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sadece ibadet vs. alanında değil, sosyal hayatta da söz konusudur. Bu sebeple Medine döneminde inen âyetler sadece dinî alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Batı dünyasında yine birçok Batılı tarafından temelsiz, insafsız ve hatta gülünç bulunmasına rağmen, bazı yeni önyargılarla birleşerek kısmen varlığını sürdüren Hz. Peygamber'in şahsına yönelik asılsız ve çirkin sıfatlarla yüklü geleneksel olumsuz imaj çerçevesinde, Mekke döneminde müsamahalı ve nazik bir mübelliğ iken Medine döneminde elde ettiği güçle siyasi bir şahsiyet haline geldiğine ve şiddete meylettiğine, asıl amacının siyasi olduğuna dair iddialar da ileri sürülmüştür.

O’nun Batı'daki yaygın Hz. İsa imajından farklı olarak daha önceki bazı peygamberler gibi yeni bir sosyal düzen kurma misyonunu da yüklenmiş olmasını kavrayamamaktan ve o günkü tarihî ve siyasi şartları tarafsız olarak değerlendirememekten kaynaklanan bu tür iddialar, diğer bazı Batılı araştırmacılar tarafından temelsiz bulunarak eleştirilmiştir. Rudi Paret, tarihçilerin Hz. Peygamber'i Hristiyan bakış açısı ve kendi hükümranlığının bu dünyaya ait olmadığını söyleyen Hz. İsa'nın ortaya koyduğu model ile değerlendirme hatasına düşmemeleri gerektiğini belirtir. Ona göre Medine döneminde Arap-İslam ümmetinin gerçekleşmesi sürecinde Rasûlullah asla kuvvet saikiyle hareket etmedi; aksine, derin bir tevazuyla en büyük askerî ve siyasi başarılarını da Allah'ın sayesinde olmuş gördü. O'nun temel hareket tarzında hiçbir değişiklik olmadı, görev anlayışı eskiden ne idiyse öyle kaldı. R. Bosworth Smith ve Edith Holland gibi müellifler Medine dönemindeki şartlar ve zaruretlerin Hz. Peygamber'in kuvvet kullanmasını gerekli kıldığını belirtirler. Hatta İngiliz E. Holland, ülkesinin Almanlarla çatıştığı bir ortamda 1914 yılında neşredilen kitabında, Hz. Peygamber ve ashabını örnek göstererek inançları uğruna canları, malları ve sahip oldukları her şeyi vermeye hazır olan ilk Müslümanların hamiyetini arzuladıklarını belirtir. Her insanın kendisini ve malını korumak ve düşmanının saldırısını savmak hakkına sahip olduğunu belirten Edward Gibbon, Hz. Peygamber'in barışçı ve hayırhah bir misyonu icra ederken kendi hemşerilerinin haksız sürgün ve soygununa maruz kaldığını; bağımsız bir toplum tercihinin Mekke muhacirini hükümdar seviyesine yükselttiğini ve onun ittifaklar kurmak ve savunma savaşı yapmak hususunda tam selahiyete sahip olduğunu söyler.

Birçok Batılı yazar ise aslında Hz. Peygamber'in manevi yönünün, peygamber olma özelliğinin beşerî faaliyetlerine her zaman baskın geldiğini, devlet adamlığı vasfının ikinci planda kaldığını ve asıl manevi rolü çerçevesinde şekillendiğini dile getirmekte, O'nu bu rolünden soyutlayarak sadece başarılı bir devlet adamı olarak gösteren veya Mekke ve Medine döneminde iki farklı şahsiyet portresi çizdiği şeklindeki bakış açısının hatalı olduğunu, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan bu yaklaşımın sadece Peygamber'i yanlış takdim etmekle kalmadığını, İslam'ı anlamada da yanlışlığa yol açacağını belirtmektedirler.

Hicretle birlikte oluşan şartlar çerçevesinde Mekke'deki durumun aksine Hz. Peygamber'in siyasî kişiliği, kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî rehberliği yanında siyasî liderliği ve oluşan yeni Müslüman toplumun diğer gruplarla ilişkilerinin tayin ve tespiti önem taşımaya başlamıştı.

YÖNETİM

Mekke dönemindeki tecrübeden sonra gerek İslam'ın evrensel boyutta tebliği gerekse Müslümanların barış ve güvenlik içinde yaşama imkanına kavuşmaları için siyasî hakimiyetin hayati bir önem taşıdığı daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştı.

Medine'de gayri mütecanis Müşrik Arap ve Yahudi topluluklarıyla Müslümanlardan oluşan siyasî bir birlik kurmak isteyen Rasûlullah'ın önünde Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eskiden kalma düşmanlıklar yanında Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kureyza kabilelerinden meydana gelen Yahudi blok ve münafıkların temsil ettiği pasif direniş önemli zorluklar olarak durmaktaydı. İki Arap kabilesinin İslamiyet'i ve dolayısıyla Hz. Peygamber'in otoritesini kabulüyle bu konuda ilk adım atıldıysa da Medine Vesikası'nda da öngörüldüğü üzere Hz. Peygamber'in bu siyasî birliğe entegre edebileceğini umduğu Yahudi topluluklarının tamamen asimile edilemez bir özellik taşıdıkları, Müslümanların dinî birliği için tehlike arz ettikleri ve bu şartlar altında ayrılık tehdidi karşısındaki ümmetin onları bünyesinden atmak zorunda olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bunun başarılmasıyla da Medine toprakları üzerinde ihtilafsız hakimiyetiyle tamamen İslami bir topluluk kurulabildi.

Hicretle birlikte oluşan şartlar çerçevesinde Mekke'deki durumun aksine Hz. Peygamber'in siyasî kişiliği, kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî rehberliği yanında siyasî liderliği ve oluşan yeni Müslüman toplumun diğer gruplarla ilişkilerinin tayin ve tespiti önem taşımaya başlamıştı. Hicreti izleyen günlerde Hz. Peygamber hemen Medine'nin mutlak anlamda hakim ve yöneticisi durumuna gelmemekle birlikte Mekke ve diğer yerlerdeki düşmanlarına üstünlük sağlayıp İslamiyet'i kabul edenler de Medine'ye gelerek kendisine katıldıkça tedricî bir şekilde şehirde kontrolü eline geçirmişti.

Daha sonraki gelişmelerle siyasî önderliği tartışmasız hale gelmiş, vefatına bir-iki yıl kala Arabistan'daki kabilelerin büyük kısmı İslamiyet'i kabul etmiş ve O'nun yönetiminde geniş bir siyasî birlik oluşmuştu. M. Watt, Rasûlullah'ın bu başarısının, şartlar çoğu durumda kendisine yardım etse bile, O'nun şahsi meziyetlerinden, bir devlet adamı olarak uzak görüşlü bilgelik ve dirayetinden, bir yönetici olarak maharetinden ve insanlara muamelesindeki incelik ve anlayıştan ayrı düşünülemeyeceğini, bu başarıda İslamiyet'in cazibesi, dinî ve sosyal bir sistem olarak Arapların ihtiyacına cevap vermesi başta gelse de O'nun iyi muamelesinin, siyaset ve yönetimdeki becerisinin de büyük rol oynadığını belirtir. Ona göre bütün bunların ötesinde, yönettiği toplumu çekip çevirmedeki mükemmel mahareti, önemsiz bir azınlık dışında herkese kendisine iyi davranıldığını hissettirmesi de İslam toplumu içindeki ahenk, hoşnutluk ve sevgi ile bu toplum dışındaki huzursuzluk ortamı arasındaki zıtlığı artırıyordu.

Hz. Peygamber'in liderliğinde şahid olunan gelişmelerle Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişti; birçoğu göçebe ve yarı göçebe dağınık kabileler halinde yaşayan Araplar O'nun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline geldiler. İslam öncesi Arap toplumunda hakim dinî ve sosyal kavram ve kurumlara karşı büyük bir mücadele veren Rasûlullah, Medine'de ferdî ahlak ve sosyal adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan toplumda yeni ahlaki ve sosyal bir düzen kurmaya çalıştı. Kabilevi düşmanlıkları, sosyal adaletsizlik ve eşitsizlikleri ortadan kaldırdı; doğuştan var kabul edilen üstünlük kavramını yıktı, toplum fertlerini birbirinden ayıran yapay engelleri kaldırdı. Kardeşlik, karşılıklı dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meydana getirdi. Kız çocuklarının öldürülmesini ve kadınlara kötü muamele yapılmasını önledi. Baskıcı bir itaat kuralı altında ezilen kadını erkekle hayatı ortak bir şekilde paylaşan, karşılıklı hak ve sorumluluklara sahip bir seviyeye yükseltti. Kadınlar herhangi meşru bir meslek sahibi olabiliyor, müstakil mülk edinebiliyor, istediği şekilde harcamada bulunabiliyordu. Aile hukuku alanında (evlenme, boşanma, miras) kadınla ilgili getirilen hükümler, kadınları bağımsız varlıklar gibi görmeyen eski anlayışları yıktı. O günkü uluslararası şartlar çerçevesinde bir devletin tek taraflı kararıyla kaldırılması mümkün olmayan köleliğin tedricî bir şekilde ortadan kalkması için gerekli tedbirleri aldı. Öyle ki, kısa bir süre sonra azad edilen köleler (mevali) ilim, sanat ve diğer alanlarda efendilerinin önüne geçer hale geldiler.

Hicretin X. yılında bütün Arabistan'ın İslam hakimiyetine geçmesi, Medine çevresindeki bölgelerin İslam devletinin eyaletleri haline gelmesi üzerine Hz. Peygamber bu bölgelerin yönetimi için genellikle kendi kavimlerinden seçkin kimseleri gönderdi. Görev verdiği kimseler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ferdî ehliyet idi. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri çağırma ve daha liyakatlisini göndermede de tereddüt göstermedi. Başka konularda bilgi ve yetenek sahibi olsa da bir işin üstesinden gelemeyeceğine inandığı kimseyi bu göreve getirmedi. Yönetimde kabile üstünlüğü, soyluluk, zenginlik veya sınıf değil, inanç ve değerleri esas almış, herkese kabiliyet ve gayreti çerçevesinde kendisini gerçekleştirebileceği fırsat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahabileri önemli görevlere getirdiği görülür.

Yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri de danışma idi. Başta önemli kararlar olmak üzere birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud savaşında olduğu gibi bazen kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu oluşan kararı uygulardı.

Rasûlullah yönetici ile yönetilenlerin arasındaki engelleri kaldırmak hususunda da çok hassastı. "Kim insanların bir işini üstlenir de zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet günü de Allah onun önüne engel çıkarır.(8) Kim Müslümanların işini üstlenir de sonra yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır.(9) İhtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını Bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir yöneticiye ulaştırırsa, Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar."(10) mealindeki hadisler bu konudaki uygulamalarına işaret eder. Bu amaçla halkın arasına girer, çarşı ve pazarı dolaşır, şikayetleri dinler ve gerektiğinde olan bitenlere müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın."(11) tavsiyesinde bulunurdu. Devlet işiyle görevlendirdiği kimselerin bu vesileyle maddi menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkmış ve onları sıkı bir şekilde kontrol etmiştir.(12)

Dinî bir mahzur görmedikçe kendi zamanındaki diplomatik teamüllere de uyan Hz. Peygamber, Bizans hükümdarına mektup göndermek istediği sırada, onların mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılınca mektubunu mühürleyerek yolladı. 

DIŞ İLİŞKİLER

Hz. Peygamber'in ferdî ve sosyal hayatta olduğu gibi diğer toplumlara yönelik dış siyasetindeki hareket tarzı da O'nun peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemez. Ancak Batılı araştırmacılar bu konudaki başarısını da şahsi kabiliyetlerine bağlama eğilimindedirler. Medine döneminde açıkça görülen politik hüneri modern tarihçilerce sıkça dile getirilmekte, Bedir savaşının kumandanının veya Hudeybiye Antlaşması'nı gerçekleştiren şahsiyetin entelektüel üstünlük ve fevkalade diplomatik beceriye sahip biri olduğundan kimsenin şüphe duyamayacağına, O'nun dehasına yönelik kaynaklarda apaçık olan bu feraset bakışlarının sadece münferit ışıltılardan ibaret olduğuna ve dahası için satırlar arasındaki esaslı noktaların okunması gerektiğine işaret edilmektedir. Rasûlullah Medine'ye geldiğinde buradaki Arap kabileler bir süre sonra İslamiyet'i benimsemişler, geriye yalnız Yahudiler kalmıştı. Onlara karşı hiçbir önyargı taşımadığını her haliyle gösteren Hz. Peygamber, Medine Vesikası'nda Müslümanlarla Yahudilerin sivil bir eşitlik statüsüne sahip olduklarını ilan etmiş, ancak kendilerine yabancı bir peygamberin hakimi olduğu karma bir toplum (ümmet) içinde eriyecekleri düşüncesiyle Yahudilerin üstün ırk olma ayrıcalıklarını terketmek istemedikleri bir süre sonra anlaşılmıştı. Hz. Peygamber onları bir defada İslam'a kazandırmak gibi bir niyet taşımadığı ve sadece kendileriyle ortak bir anlaşma zemini, barışçı bir işbirliği imkanı araştırdığı halde Yahudiler Kureyş'le açık bir ittifak görüntüsü vermeden, fakat Kureyş'le yapılan savaşın konjonktürüne göre şiddeti gidip gelen bir muhalefet grubu oluşturdular. Bu olumsuz tavrın giderek dozunu artırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Hz. Peygamber'in de onlara karşı tavrı değişti ve dinî olmaktan çok kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik saiklerden kaynaklanan olaylar sonucu Yahudi kabileler bölgeden uzaklaştırıldı.

Dinî bir mahzur görmedikçe kendi zamanındaki diplomatik teamüllere de uyan Hz. Peygamber, Bizans hükümdarına mektup göndermek istediği sırada, onların mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılınca mektubunu mühürleyerek yolladı. Yine Araplarda âdet olduğu üzere ilki Medine'ye girişi sırasında olmak üzere bütün askerî harekatlarda bayrak veya sancak bağlatmıştı. Rasûlullah hükümdarlara yazdığı mektuplarda gerek kendilerine hitap gerek meramını ifade şekli bakımından büyük bir diplomatik dikkat ve bilgelik sergilediği gibi elçilerinin fevkalade diplomatik maharete sahip oldukları, gönderildikleri hükümdarların huzurunda yaptıkları, düşünce ve üslup bakımından hayranlık verici konuşmalardan da anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber'in barış ilişkileri kurmak ve barışı korumak için diğer toplum ve din mensuplarının liderleriyle, önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. "Bir kavmin kerimi (lider, soylu, saygın) size geldiğinde ona ikramda bulunun."(13) mealindeki hadisi yorumlayan alimler, bu konuda din vb. bir kriterin sözkonusu olmadığını, Rasûlullah'ın kafir liderlere de tevazu ile davrandığını, kendilerine ikramda bulunup mevkilerini yüce tuttuğunu belirtirler. Bilge bir zat olan Ebrehe b. Şurahbil el-Himyerî elçi olarak geldiğinde, oturması için Rasûlullah ona kendi ridasını sermişti.(14) Adî b. Hâtim geldiğinde de üzerine oturması için bizzat bir yastık koymuş, bundan çok etkilenen Adî de O'nun yeryüzünde üstünlük ve bozgunculuk peşinde olmadığına şehadet ettiğini belirterek Müslüman olmuştu. Birçok kabile lideri Rasûlullah'ın bu mütevazi ve lütufkâr tavrı sebebiyle İslamiyet'i kabul etmiş ve kabilesi de kendisini izlemiştir.

EKONOMİ

Hz. Peygamber sosyal adaletin sadece prensiplerini koymadı, aynı zamanda gerçekleştirdi de. Getirilen ekonomik tedbirlerle zengin-fakir arasındaki uçurum mümkün olduğu ölçüde kapandı; insan tabiatıyla uygunluk içinde bir denge ve eşitlik ortamı doğdu. Fakirler zenginlerin iyiliğini ister, zenginler de fakirleri koruyup gözetir duruma geldiler.

Hz. Peygamber Medine'de öncelikle müşrikler ve Yahudilerin ticaret yaptığı pazardan ayrı olarak Müslümanlar için bir pazar yeri tespit etti; oranın daraltılmamasını, sabit yerler edinilmemesini ve vergi konulmamasını emretti. Böylece Müslümanlar hem karşılıklı ilişkilerinde İslami kuralları kolayca uygulayabilecekleri hem Müşrikler ve özellikle Yahudilerin iktisadi nüfuz sahibi olmadıkları müstakil bir mekanda ticaret yapma imkanına kavuşmuşlardı. Vergi konulmaması, maliyetlerin azaltılıp bu pazarın daha karlı ve cazip hale getirilmesi, sabit yerler edinme yasağı da müteşebbisler arasında adaletin sağlanması, imtiyazlara yer verilmemesi ve çalışkanlığın özendirilmesi bakımından önem taşımaktadır. Pazara mal getirenin rızıklandırıldığını, karaborsacının ise lanetlendiğini belirten Rasûlullah ayrıca şehirlerarası mal sevkiyatı sırasında alınmakta olan iç gümrük vergilerinin alınmasını da yasaklayarak Medine'ye mal sevkiyatının devamlılığını sağlamaya çalıştı.

İslam toprakları genişleyip elde edilen gelirler de artınca Hz. Peygamber zekat, cizye, haraç, uşur gibi vergileri takdir ve toplamak üzere görevliler, vergileri yazmak için özel katipler tayin etti. Zekatlar toplanırken halka baskı ve haksızlık yapılmamasını, bir arada olan malların zekattan kaçınmak için ayrılmamasını, ayrı olanların da zekat almak için biraraya getirilmemesini emrederdi. Bu tavsiyeler doğrultusunda görevliler zekat alırken hayvanın ne en semizini, ne en zayıfını değil orta hallisini ayırırlar, zekat için sürüden özellikle en semiz hayvanlar seçilmişse bunlar Rasûlullah tarafından iade edilirdi.

Allah Rasûlü bir fert olarak maddi ve manevi alanda ortaya koyduğu örnekle, ferdî mükemmelliğin, toplum planında gerçekleştirdiği değişim ve dönüşümle de sosyal mükemmelliğin ölçülerini göstermiştir. O’nun hayatı, her türlü alanda denge ve ahengi temsil etmiştir.

Hz. Peygamber sağlığında İslam hakimiyetine geçen topraklardan gelen vergilerden payına düşen büyük meblağlardan, kendisine verilen hediyelerden hiçbir şeyi kendisine bırakmadı. Ailesinin yıllık masrafını ayırdıktan sonra kalanı Allah yolunda harcadı. Büyük otoritesine ve bu zenginliğine rağmen kifayet miktarıyla geçinir, Allah'tan kifayet miktarı rızık ister, gösterişsiz, mütevazı bir hayat sürerdi. Bu tevazu ve sadeliği, Rasûlullah'ın karakterinin zirve güzelliği olarak nitelendiren R. Bosworth Smith, O'nun insanüstü zorlukların üstesinden geldiğini, büyüleyici güzellikte bir hayat sürdüğünü, mucizevi işler başardığını, bütün Arabistan'ın saygısını kazandığını, şahsında daha önce hiçbir Arap tarafından ortaya konmayan bir ahlak örneği sergilediğini, buna rağmen kendisinin zayıf ve yanılabilir bir ölümlüden öte bir şey olduğunu asla düşünmediğini ve iddia etmediğini belirterek hayranlığını dile getirir.

Allah Rasûlü bir fert olarak maddi ve manevi alanda ortaya koyduğu örnekle, ferdî mükemmelliğin, toplum planında gerçekleştirdiği değişim ve dönüşümle de sosyal mükemmelliğin ölçülerini göstermiştir. O’nun hayatı, her türlü alanda denge ve ahengi temsil etmiştir.


1) el-Bakara 2/151, Al-i İmran 3/164, el-Cuma 62/2

2) en-Nisa 4/105

3) en-Nisa 4/59

4) el-Bakara 2/251, en-Nisa 4/54, Sad 38/20 5) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, s. 231

5) İbn Mace

6) en-Nisa 4/60, 65

7) en-Nisa 4/80

8) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. V, s. 239

9) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. III, s. 441, 480

10) Beyhakî, Şuabü`l-Îman, c. II, s. 156; Taberânî, el-Mu`cemü`l-Kebîr, nşr. Hamdî ,Abdülhamîd es-Selefî, Beyrut ts. (Dâru İhyâi`t-Türâsi`l-Arabî), c. XXII, s. 157

11) Müslim, Cihad, 6

12) Buhârî, Ahkâm, 24, 41; Müslim, İmâre, 7

13) İbn Mace, Edeb, 19

14) İbn Hacer,el-İsâbe, c. I, s. 16