Hz. Ömer aktarıyor, Rasûlullah (sav) şöyle dedi: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni aşırı şekilde övmeyin. Ben sadece Allah’ın bir kuluyum. Bana Allah’ın kulu ve Resulü deyin” (Buhârî, Enbiyâ: 48)
Kul olmayı kâfi görmeyen zalimleşir. İslam tarihi sayfaları kul olmayı kâfi görmeyen haddi aşmışların ibretlik hikayeleriyle doludur. Mancınıklarla Kâbe’yi hedef alıp yıkanlar, yüzlerce hacıyı katledip Zemzem kuyusuna atanlar, şehirleri zaptedip masum insanların kafataslarıyla kuleler yapanlar, bâtınîler örneğinde olduğu gibi insanları özel psikolojik tekniklerle robotlaştırıp bu zavallı kölelere istediklerini yaptıranlar ve suikastleriyle İslam âlemini asırlar boyunca kana bulayanlar. Ve daha yüzlercesi...
Bu olayların en tepesinde haddini bilmez liderler bulunur. Bunları yaparken çoğu zaman ulvi gayeleri hedeflemektedirler. Kimi kötülüğü ortadan kaldırmak istemektedir, bağlılarıyla bozulan düzeni ıslah etmek için harekete geçmiştir. Kimi çok büyük fetihler peşindedir, nasılsa Allah “tüm yeryüzünde İslam hakim olsun” dememiş midir? Kimisi parlak nesiller yetiştirmek derdindedir. Bu altın çocuklar ile altın çağlara ulaşmak, kıyameti böyle karşılamak istemektedirler. Her biri dinin yegane temsilcisinin kendisi olduğunu, hatta ‘görevlendirildiğini’ düşünmektedir.
Biri halifeyim, öbürü cengâverim, diğeri mücedditim, kimisi mehdiyim, bir başkası mesihim diye yola çıkmıştır. Ama hepsi kul olduklarını unutmuşlardır. Yaşattıkları zulmün sebebi de buradadır. Kulluğu geriye attıkları için artık Rab’lerinden bir çekinceleri kalmamıştır. O’nun adını kullanmaktadırlar, fakat kendi benlikleri ön plandadır. İstismarın en büyüğünü icra etmektedirler. Din adına, Allah adına, peygamber adına hareket ettikleri için, yüce gayeleri hedefledikleri için genellikle pervasız davranmaktadırlar. Hedefe ulaşmak için her yol mübahtır. Harp hiledir. Hile-i şer’iyye caizdir. Takiyye en önemli silahtır. Grubun menfaati her şeyin üzerindedir.
Aslında bu azgınlar eğer kendilerine benzeyen insanlarla karşılaşmazlar ise işlevsiz kalmaktadırlar. Problemli kişilik ve sıfattaki bir lider, bu evsafta bir şefe ihtiyaç duyan bir grupla karşılaşırsa gerçek bir lidere dönüşür. Öyleyse bu tür sağlıksız liderlikler etrafında toplanan insanların olup bitenlerde mesuliyeti bulunmaktadır. Liderle grup arasındaki ‘güçlü pekişme’ tehdidin beslendiği asıl kaynaktır.
Oysa İslamiyet ilk başından itibaren tevhit davasıyla söz konusu marazi ilişkiyi ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Peygamber Efendimiz Kur’ân’ın ifadesiyle “insanların üzerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırmak” üzere (el-Arâf: 157) özgürleştirici bir misyonla görevlendirilmiştir. Ruhen hastalıklı, zorba şeflerin tehakkümünden insanları kurtarmaya çabalamıştır. Köleleşen insanların bu şeflere duydukları kutsal saygıyı, onlardan medet ve şefaat beklemelerini, rızık ummalarını kınamıştır. “Kullarım beni senden sorarlarsa gerçekten ben yakınım, bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm” (el-Bakara: 186) diyerek aradaki aracıları kaldırmıştır. Şefaatçilere ihtiyaç olmadığını ilan etmiştir.
Bu tür gruplar kendilerini tehdit altında hissettiklerinde, örselenmeye maruz kaldıklarında ve anksiyete durumunda psikolojinin “grup gerilemesi” dediği hâli yaşarlar. Saldırganlık, tedhiş ve şiddete yönelmenin dini grup nezdinde tam anlamıyla meşru hale gelmesi bu noktada gerçekleşmektedir. Geniş bir grup yapısı içinde kişisel bağımsızlıklarını kaybetmiş bireyler bu noktada yeni bir özgürlüğe kavuşurlar. Bu, hiç vicdan azabı çekmeden nefret etme, yalan söyleme, işkence yapma, adam öldürme özgürlüğüdür.
Gerilemeden ilerlemeye nasıl geçilir? Grup boyunduruğundan nasıl kurtulunur? Kula kulluğa çok benzeyen söz konusu ilişki nasıl sonlandırılır? Bunun hiç de kolay olmadığını hemen söyleyelim. Zira grup bağlıları yıllar boyunca öncelikle ‘karizmatik ikna’ denilen ileri beyin yıkama tekniklerine maruz kalmışlardır. Aynı şekilde ‘enformasyon kontrolü’ne tabi kılınmışlardır. Farklı bilgi kaynaklarıyla irtibatları kesilmiş, belli kitaplar, dergiler okutulmuş, zihinleri sistematik şekilde tek taraflı doktrine edilmiştir. Söz konusu manipülasyonist eğitim taktikleri, insanların tefekkür, tezekkür, teakkul ve tedebbür ederek iman etmelerini ve dini yaşamalarını öğütleyen Kur’ânî yöntemi devre dışı bırakmış, dinin anlaşılması ve temsili noktasında tamiri güç tahrifler yapmıştır.
Bu yüzdendir ki grup kimliği içinde kendi kimliğini bastırmış kişilerde gruptan kopuş çok sıkıntılı olmaktadır. Yanlışı ve kötülüğü fark eden mensuplarda çoğu defa “dava boşmuş sendromu” tezahür eder. Bunun neticesi olarak dini tümden boşlama davranışları görülebilir. Yahut “asıl şimdi Müslüman olduk” mantığıyla dinin asli kaynaklarına dönme ve daha dindar ve ahlaklı bir hayatı yaşama gayreti başlar.
Tedavide en önemli aşama kimliklerin yerli yerine oturmasıdır. Hastalıklı dini grup, ebeveynden ve toplumdan tevarüs eden din kimliğinin haricinde başka bir kimliği mensuplarına kazandırmıştır. Grup kimliği denilen bu alt kimlik genellikle sonradan kazanılır ve iradi bir tercihin ürünüdür. Erken yaşlarda bu tür cemaatlere girmiş olanların kişilik ve sosyal ilişkilerinde aile, millet gibi doğal kimlikler ve yine toplumun ortak dini değerleri etkili olamamaktadır. İşte bu noktada gruba bağlılık artık bir bağımlılığa dönüşmüştür. Dava sayılan şey çöktüğünde rastlanan intihar vakalarının sebebi de budur. Zira kendisini vakfettiği ve uğrunda ciddi bedeller ödediği bir şeyin kaybıyla her şey anlamsızlaşmakta, hayatın bir anlamı kalmamaktadır.
Kimlikler hiyerarşisi yeniden kurulursa, doğal kimlikler yerli yerini alırsa patalojik durum yavaş yavaş ortadan kalkar. Zulmün takipçileri için takip ettikleri davanın bir zulüm olduğu ve bu davanın başında da kulluğu kâfi görmeyen bir zalimin bulunduğu anlaşılır hale gelmelidir. Bu idrak aşamasının arkasından hâliyle pişmanlık ve tevbe gelir. Toplumun bu merhalede yardımı önemlidir. Ceza verilmesi gerekenlerin ceza alması ve bunun adalet ve hakkaniyetle yapılması hem toplumu yatıştırır hem de faillerin akıllarını başlarına getirici bir işlev görür. Aksi takdirde ise yanlışta ısrar ve direniş görüntüleri ortaya çıkar ki bu istenen bir durum değildir.
Tüm bu süreçlerde doğru dini eğitimin ne kadar önemli olduğu izahtan varestedir. Aileden başlayan, kurslarda, okullarda devam eden sahih kaynaklara dayalı bir eğitim öğretim bu tür marazi bağlılıkların en baştaki tedbiridir. Kul olmayı kâfi görmeyen zalimler her zaman olacaktır. Bu kişilere iltifat etmeyen bir toplumsal dini duyarlılık ve sahih bir dini zihniyet mevcutsa problem yok demektir. Zira zalimler, ancak kendilerine takipçi bulacak bir toplumsal vasatta zulümlerini icra edebilmektedirler.