18. yüzyıla kadar dini, ictimai ve kültürel anlamda büyük ölçüde bir bütünlük arz eden ve benzer kültürel değerleri paylaşan İslam dünyası, bu yüzyılda dünyevi anlamda bir yükseliş yaşayan Batı karşısında belli bir gerileme sürecine girmiştir. Batı'nın önceleri ticaret, ardından sömürgeleştirmek maksadıyla başlattığı akınlar sonucunda ise, İslam dünyası, 19. yüzyıla siyasi birliğini yitirmiş bir halde girmiştir. Batı'nın sanayi devrimi, kendi coğrafyalarının ötesinde hem üretim için ihtiyaç duydukları ucuz hammadde, hem de ürünlerini satabilecekleri yeni pazarlar bulma hırsını kamçılarken, oluşan iktisadi ve siyasi güç yarışı sonucunda, İslam dünyasının önemli bir kısmı, Avrupa devletlerinin kurduğu büyük imparatorlukların sömürgesi haline gelmiştir.
Avrupalı güçlerin bu müdahalesi, hiç şüphe yok ki müslüman toplumların dahili yapılarında, çok derin değişimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Teknik ve askeri bir üstünlük karşısında alışagelinen mücadele yöntemleri ile akan binlerce müslümanın kanı dahi, görünürde hiçbir kazanım getirmemiştir. Hilafet, parçalara ayrılan Osmanlı Devleti ile birlikte kaybolurken, İslam âlemi lidersiz, âlimsiz, muallimsiz kalmış; fakir düşmüş ve değerlerini yitirmiştir. Tabii olarak bu süreçte, İslam coğrafyasının dört bir köşesinde, bir çıkış yolu, bir umut arayan kitlelere farklı çözümler sunan yüzlerce tepki gelişmiştir. Bu tepkilerin kimi samimi bir şekilde doğmuş, ancak bastırılmış; kimi kullanılmış; kimi sömürgecilerce benimsenmiş; kimi kaybolmuş; kimi ciddi bir taraftar toplayarak bağımsızlık savaşının ideolojisi olmuş; kimi ise birbiriyle savaşmıştır. Müslüman toplumlar arasındaki küçük farklılıkları bariz bir şekilde ayrıştıran bu süreç boyunca, İslam topluluklarının önemli bir kısmı, sömürgesi oldukları Avrupalı devletlerle yaşanan etkileşimin izleriyle yoğrulmuş bir dizi siyasi, sosyal ve kültürel değişime maruz kalmıştır. Bu değişimden, toplumun diğer tüm gelenek ve değerleriyle birlikte İslam kültürü de nasibini almış; bazen sorgulanmış, bazen yerilmiş; bazen ihya edilmiş, bazen de reforma tabi tutulmuştur. Bu süreç sonunda, Batı karşısında ezilmişliğin ve dikbaşlılığın tüm alametlerini taşıyan bir kimlik bunalımından geçen İslam toplumları arasında yığınla karmaşık eğilim ortaya çıkmıştır: Öze dönüş ve ihya çağrılarından, reformist, modernist, apolojist (özürcü), laisist, milliyetçi, ırkçı, sosyalist, militarist ve hatta terörist eğilimlere kadar birçok cereyan, İslam toplumlarında yükselecek bir ortam bulmuştur; hâlâ da bulmaya devam etmektedir.
Peygamber Algısında Değişim
Bu değişim süreci, hiç şüphesiz İslam toplumlarının ana harcı olan din ve Peygamber algısı üzerinde de ciddi kaymalara sebep olmuştur. Bu süreçte Peygamber, yalnızca dini bir kenara atmak isteyenlerin önünde bir engel olarak durmamış; aynı zamanda İslam toplumuna mesaj vermek isteyen herkesin kullanmak istediği bir model olarak suistimal edilmiştir. Bu dönemde Peygamberin şahsı, ilk kez İslam toplumundan çıkmış kişilerce yerilirken, model kişiliği de farklı ideolojilere boyanmıştır.
Bir yandan Peygamber'in gerçek mucizesinin, "Arabistan'ın siyasi, ictimai, fikri, ahlaki ve teolojik tabiatını tamamen değiştirmek" olduğunu söyleyen ve İslam'ın ve Peygamber modelinin bedeviler üzerindeki uygarlaştırıcı gücünü yücelten bir yaklaşımla ele alan fikirler ortaya atılırken, diğer yandan insanlık tarihini "Muhammed öncesi ve sonrası" olmak üzere ele alan ve Peygamber'i tarih eksenine oturtarak "hem çağına hem de geleceğe hükmeden" güçlü bir lider, "şövalye ruhuna sahip" cesur bir asker, "belagat ve ikna kabiliyetine sahip" usta bir hatip olarak takdim eden yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Yoğun politik ve ideolojik yaklaşımlarla yapılmış Peygamber tasvirlerinde Peygamber, bazen "Arap ruhunun kısa bir özeti" olarak milliyetçi eğilimleri pekiştirici bir unsur olarak takdim edilirken, bazen de "sosyalizmin imamı" veya "en büyük devrimci" olarak ideolojik eğilimleri meşrulaştırıcı bir misyonla insanlığa sunulmuştur.
Peygamber, kendi çağının ve mesajının araçlarıyla değil, modern zamanların beklentileriyle ele alınmıştır. Peygamber'i mistik boyutundan tamamen çıkarıp, yalnızca yaşam tarzı, dünyaya bakışı ve davranışları ile model kabul ederek "mükemmel bir insan" nitelemesiyle dünyevi bir düzlemde ele alan çalışmalar ağırlık kazanırken; Peygamber'in dış görünüşüne ait hususların müminler için örneklik teşkil etmeyeceği yönünde temalar işlenmiştir. Avrupa'ya karşı İslam'ın "inkişafla uyumlu bir din" olmakla kalmayıp, kendisinin de bir "inkişaf" demek olduğu yönünde mesajlar verilmek istenmiştir.
Bu dünyevî tanıma tepki olarak, bazen Peygamber pür tasavvufî tasvirler içine çekilip hayattan koparılmış; Peygamberin "beşer" olarak insanlığa yaklaştırılırken, dinsel konumunun da muhafaza edilmesi gerektiği ilkesi göz ardı edilmiştir.
Tüm bu akımların Peygamber'i övgüyle ele almış olması, bu akımların takipçilerini büyük ölçüde yanıltmış olsa gerektir. Oysa kimi zaman samimi, ama yanlış ve çaresiz bir gayretle, ama çoğunlukla sahte bir iletişim ihtiyacıyla modellenen Peygamber ile ilgili ortaya atılan nitelemelerden çok daha farklı bir tarihî (ve tarihüstü) bir kimliği vardır Hz. Muhammed (sav)'in.
Hz. Muhammed (sav) Nasıl Okunmalı?
Hz. Peygamber'in modern tasvirlerine baktığımızda, esasında onun dünyevi kariyerinin, beşeri, politik, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin birçok yönden irdelendiğini görürüz. Zenginlik dışındaki tüm dünyalık değerlerlerde Peygamberin "üstün" meziyetlerle donatıldığına şahit oluruz: O bir liderdir; siyasi dehadır; askeri stratejisttir; becerikli bir tüccar, kitleleri coşturan bir hatiptir. Çok eşlidir; çocuklarının babasıdır; hâsılı bugünün sevilen sosyolojik tabiriyle, bir kanaat önderidir. Bu yönleriyle Hz. Peygamber, diğer dünya din ve inanç önderlerinden hayli farklı bir yere oturtulur. Hz. Peygamber her ne kadar İslam'da kutsallığın somut bir zirvesi olsa da, manevi şahsiyeti itibariyle, Batı'ya cevap vermek üzere kaleme alınmış hemen hemen bütün eserlerde geri plana itilmiş, onun manevi tabiatı, beşeri tabiatıyla örtülmüştür.
Onun bu dünyalık özellikleri, tüm dünyanın farkına vardığı bir husus olmakla birlikte, dini ve manevi kılavuzluğu sadece inananlar tarafından kabul edilmiştir. Modern çağın, Peygamber'in manevi tarafını geri plana atmış olması, hiç şüphesiz Peygamber'i mucizeleriyle öğünülecek, şefaatine ulaşılacak, mahşer gününde yanında yer kapılacak bir makam olarak benimseyen tasavvufun yükselişindeki gerekçelerden birini teşkil etmiştir.
Hz. Muhammed (sav)'i gerçek anlamda değerlendirmek, ancak onun, çoğu zaman dikkate alınmayan peygamberlik öncesi kırk yılıyla birlikte ele alınması ile mümkün olur. Peygamberlik mucizesi, ancak bu sayede hakkıyla anlaşılabilir. Her ne kadar bu dönemde zekası ve dürüstlüğü ile dikkat çekse de ve Mekke'nin ileri gelen bir ailesinden gelse de, sonuçta Hz. Peygamber inzivayı seven, Kureyş içinde kendi dünyalık ihtirası bulunmayan, o zamanlar için geç bir yaş kabul edilebilecek bir yaşta evlenmiş ve günlerinin önemli bir kısmını Hira Dağı'nda itikafta geçirmiş biridir. Cebrail'in getirdiği mesaj karşısında uzun süre ne yapacağını bilememiş ve ancak Allah'ın yardımı ve inayetiyle toplumunun lideri olmuştur.
Tabii olarak onun görevi yalnızca manevi bir kılavuz olmak değil, yeni bir sosyal düzenin, böyle bir görevin kapsadığı her şeyle birlikte "organizötörü" de olmaktı. Ama dinin, hayatın diğer alanlarından koparıldığı modern dünyada Peygamber gibi manevi bir şahsiyetin, kendisini, daha derin sosyal ve politik bir faaliyet alanına nasıl verebildiği hakkıyla anlaşılamamıştır. İnsanların hem manevi, hem de dünyevi önderi olarak ikili bir görevle vazifeli olan Hz. Peygamber'in anlaşılması, "Benim saltanatım bu dünyanın değildir," diyen Hz. İsa profiline alışmış Batılılar için çok daha muhal gözükmektedir. Bir batılı için Hz. Peygamber'in kişiliğini kavramak, güçtür.
İnananların manevi lideri olan Hz. Peygamber, tam anlamıyla sosyal hayatın içindedir. Evlenmiştir, evi ve ailesi olmuştur. Yönetici ve hakimlik yapmıştır. Acı tecrübelerle dolu birçok savaşa katılmıştır. İnsan hayatının ve özellikle yeni bir devlet ve toplum kurucusunun hayatının kapsadığı bütün güçlükleri denemesi ve birçok sıkıntıya katlanması gerekmiştir. Fakat bütün bu faaliyetlerin içinde kalbini Allah'ın hoşnutluğuna dayamış, O'ndan ilham almıştır. Onun sosyal ve siyasal hayata katılması, tamamen bu iki beşeri faaliyet alanını manevi bir merkezle bütünleştirmek amacına yönelik olmuştur.
Kendisine emanet edilmiş bir kervanı Mekke'den, sonsuzluğu insanı düşünceye sevk eden çölün muhteşem sükutundan geçirerek Suriye'ye götüren bu yüce şahsın bu vesile ile yaşadıklarını bilmeden ve bunu Hira'daki yalnız gün ve gecelerde tecrübe ettikleriyle barıştırmadan, Peygamber'i hakkıyla anlayamayız.