“Gerçek şu ki, ayetlerimizi yalanlamaya kalkışan ve onlara tepeden bakan kimselere göğün kapıları açılmayacaktır.
Ve onlar, halatın iğne deliğinden geçebilmesinden daha kolay giremeyecekler cennete. Günaha gömülüp gidenleri Biz işte böyle cezalandırırız.” (40)
İnsan bir ayete duyularını, pencerelerini, kapılarını nasıl çarpar, yollarını nasıl kapatır? Hakk’tan onun için çıkıp gelmiş bir delile, işarete nasıl yumar özlerini? Kendisine seslenen o ilahi sese, hususi onunla ilgili bir söze nasıl tepeden bakabilir ki? Henüz ön yargısızca anlamaya çalışmadan. Durup bir dinlemeden, anlamadan.
Semanın daha üstü olmayan zirvesinden, gök boylarından indirilmiş bir anlama kaşını, başını nasıl kaldırabilir ki?
Tepeden bakmak fiziksel olarak pek mümkün görünmüyor, yerli bir insan, başı buluttan aşağı duran bir dünyalı için. Fakat küçümsüyor ilahi teklifi, insani her teklife açıkken. Sadece İlahi anlamı yaşanılası bir yazgı, bir kader olarak seçmiyor, yaşamıyor. Tepeden bakıyor Yaratan’ına...
İnsanın gökyüzüne, onun temsilinde semavi bir hakikate tepeden bakması göğün kapılarını kendi yüzüne, kendi eliyle kapamasıdır. Soluksuz kalmayı istemesidir.
G/öksüz kalmasıdır.
Yeryüzünü cennete çevirecek, ona insanca yaşam kalitesini sunacak ilkelerle bezenmiş bir kitaba böyle ters bakması, onun hakikatine kibirlenmesi ve “hayatımın ilkelerinin ne olacağına ben karar veririm” gibi bir diklenmeyle Yaratıcı’nın hayat önerisini reddetmesi, bir yerde “cehennemi dilemesi” anlamına gelecektir.
Hangi öğreti vardır, insanın Yaratıcı’sından tamamıyla bağımsız üretip sonuna kadar mutlu olduğu? Hangi “izm” bütün ilkeselliğiyle yaşanmış ve insanlık saadetli asırları o ideolojiyle yakalayabilmiştir? Tarih bunu bir kere örnekleyebilmiş midir?
Dünyaya zaten yüksek bir bahçeden, hayaline bile erişemediği saf bir mutluluktan düşmedi mi insan? Fakat bu alçak bahçede cennetin ön denemesini yaşayabilirdi. Adaleti herkes için mümkün kılacak, gönderilmiş ayetlerle, evrensel ilahi değerlerle bunu yapabilirdi. Göğe tepeden bakmayarak ve göğün kapılarını kendi üstüne kapamayarak bunu başarabilirdi.
Ayetlere tepeden bakmak, ne varlığı, şeyleri ne de sözlü ayetleri yaratılış ve söyleniliş amacına bakmadan, okumaya değer bulmadan arkasına atıvermektir. Bir yaşam biçimi olarak dini hiçe saymaktır. Ya da dini yaşama dahil etmemektir.
Allah ile iletişimi kesmektir bu kibrin anlamı. Tepeden baktığın şefkat sana zoraki sevgisini sunmaz. Buna gücü olduğu halde geri çekilir. Gök kapanır. G-öksüz kalırsın.
Nitekim mesela sarhoş edici içkilerle yaşamak istediği hazzı, yani sözüm ona geçici cennetiyle; akli dengesini kaybederek, sağlıklı düşünememe, kendi onurunu yerle bir etme, yakınlarını bir bir yitirme ve ondan daha evvel beden sağlığını yitirmeye neden olarak yaşamını yakıyor insan. Daha şimdi cehennemi çağırıyor hayatına.
Yine İlahi ilkelerden biri olan; mesela cinslerin birbirine, özellikle erkeğin kadına insan olarak bakamayışı (gazz-ı basar), sosyal hayata çıkışta kadın erkek her insanın önce insan olduğunun bilincini yaşamayışıyla, insanlık onurunu yakıyor. Ve cehenneme çeviriyor sokağı, kamusal alanı.
Ve gök kapılarını kapatıp hayatı yakan pek çok ilkesizlik... Hepsinin sonunda yüksek bir hayat, yani cenneti yaşamak varken, alçak bir hayat, yani cehenneme düşmek yatıyor.
Ayetler göğün kapılarıdır. İnsan ise yerin yüzüdür.
Her bir emir, erken bir cenneti döşüyor insanlığın ayak altına. Her bir yasak da cehennemi çekip alıyor şefkatle insanın yaşamından. Her emir; iç aydınlığı, tebessüm, huzur ve hayat keyfi olarak, bir çay demi, bir sofra tadı olarak dönüyor insana. Her bir yasak da; zor olsa da çatışsa da nefsiyle insanın, bir “iyi ki”ye, “çok şükür”e dönüyor. Bilirse insan...
Biliyor ki insan, şayet mavi ilkeleri hiçe sayarak göğü, semavi ayetleri küstürürse, o ayetlerin bildirdiği hakikati yaşamazsa, hayatı yanacaktır. Günahlar yaşamın tadını yok eder ve daha dünyadan başlar cehennem hayatı.
Ayetler işaretlerdir.
Var’ın varlığına işaretlerine bakmıyorsan. Görmezden geliyorsan. Her şey dikkatini çekmiyorsa. Dikkatinden çok çekmiyorsan. Hayret edemiyorsan. Gözlerini kaçırıyorsan boşluğa. Seninle öz öze gelmek istediği halde umursamıyorsan bir işareti. Anlamaya çalışmıyorsan. “Nereye?” diye sormuyorsan kendine. Allah seni, elçilerinin elleriyle, elinden tutup seni sana getirmek, varlığına götürmek istediği halde ilgilenmiyor, elinin tersiyle itiyorsan.
İşaret susar. Gök küser sana.
Sen işaretsin kendine. Sen işaretsin O’na giden... Her şey işaret. Dağ basamağa, çıkışa ve inişe işarettir. Yol emeğe, çabaya. Ay gece düşüne, düşüncesine. Irmak bir amaca doğru akmaya...
Hem canlı resimler hem akan cümlelerle, hemen her gün yeni bir tanışma imkânıyla karşı karşıya bırakılırsın. Yazıların ve çizilerin ardında karşına çıkmak isteyen vardır. Bu fırsatın farkında olsan da olmasan da...
Hep bir “el” uzanır. Fırsatı teper veya değerlendirirsin. Memnun olur ya da olmazsın. Fakat hep bir el uzatılır ve hep bir armağan verilir. Her gün. Vakitli vakitsiz. Biteviye…
Bu tecelliler, karşılaşmalar, buluşmalar her an, her yerde gerçekleşir durur. Hayat budur. Tanışır veya tanışmazsın. Sana kalmıştır.
Tecelli; Yüce Varlığın bizimle tanışmak için uzanan kudret elleridir. O’nunla daha yakından, daha özel tanışma imkanlarıdır.
Kelamının tecellisi de ayetlerdir.
Sen ise ya tepeden bakarsın ya da bir yağmur dökülür içindeki yükseklikten. Bulutlara çıkar, oradan inersin toprağa. Böyle böyle yaşam kaliten ilahi bakışa yükselir. Bilesin ki entelektüel bir aydınlığı yakalaman ancak göksel ilkelere tepeden bakmamanla mümkün olur.
Sözlü tecellidir ayetler. Öz kırpar durur. Güneşin parmak uçları. Parmak uçlarından süzülen damlalarıdır. Düşünsel yolculuğuna, ruhsal olgunluğuna elinden tutup götürmek için, bekleyen eller gibi.
Kur’ân sana inmiştir. Yıldız saçılı bir gökyüzü gibi. Aklına, kalbine saçılır durur. Her ayette bir maksat vardır. Gerisinde bir irade. Anlatılmak istenen bir şey. Bir anlam. Anlaşılmayı istemek aynı zamanda. Anlamlı bir bağ kurmak. Varlığın var olma nedenini açıklamak. Bir aydınlatma gayesi. Yaratılışın izahı belki, insanın düşüncesine, insanın dilinden. Yaklaşmak, yakını olmak insanın. İnsandan yakınlık, dostluk bekleyerek insanın nihai yalnızlığına kalıcı bir çare bulmak. Bu gurbet ilde.