Bir toplumu, İlahi yaşam biçimi açısından sert bir çizgiyle tam ortasından ikiye ayırdığımızda bir yana sözkonusu ilkeler bakımından ilkeli bir duruş sergileyenler, diğer yana da ilkeleri çiğneyenler düşer elbette. Kur’ân birincilere mümin, karşıtlarına da kâfir tanımını getirmiştir. Mümin hayatını Allah ilkelerine göre yaşamaya karar vermiş, kâfir ise Allah’ın ilkeleri dışındaki herhangi bir ilkeye göre hayat sürmeyi seçmiş olandır. Ne var ki bu iki keskin çizgi, insanın hayat seçimlerinde ve o seçimlerini yaşam pratiğine dönüştürme aşamalarında o keskinliğini yitirir. Ara duraklar, insanın seçtiğini ne kadar seçip seçmediğinin denendiği ve elbette çoğu zaman yanıldığı, seçtiğinden aşağılara düştüğü duraksamaları vardır. Kendisini bir kimlik adıyla sunuyor olsa da uygulama ve mükemmellik konusunda kimse tam mümin değildir. Belki kimse tamı tamına kâfir de değil. Bu yalnızca din içinde değil, herhangi bir başka dünya görüşünde de böyledir. İnsan, seçtiğine tam anlamıyla sadık olamayandır. Her zaman biraz ihanet mümkündür. İstisnalar dışında...
Geçmiş vahyin mensuplarına dair bu yaşam kesitinde de aynı durum sözkonusu. Belirgin bir yasak var. Yasağı ihlal etmeyenler, ihlal edenler ve bu ikisi arasında kalanlar var. İhlal etmeyenler aynı zamanda ihlal edenleri gidişatları konusunda uyarmadan edemiyorlar. Bu bilgiçlik taslamak değil. Sadece toplumsal sorumluluk ve duyarlılık. Belki değerli bulduğu için insandan sonuna kadar vazgeçmemek.
“Sözgelimi, onlara denizin kıyısındaki o kasaba hakkında sor; ahalisi, av için gözledikleri balıkların nedense hep vecibelerine uymaları gereken Sebt günü suları yararak çıkageldiklerini görünce, Sebt günü dışında ortaya çıkmıyorlar bahanesiyle tutup, Sebt gününün örfünü nasıl çiğnerlerdi! Biz onları işledikleri kötülükler sebebiyle işte böyle deniyorduk. Ve ne zaman onların içinden bazıları, Sebt günü bozguncularını durdurmaya çalışan kimselere: “Allah'ın zaten ortadan kaldırmak yahut en azından zorlu bir azapla cezalandırmak üzere olduğu bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?” diye sorduklarında, bu erdemli kişiler şöyle cevap verdiler: “Rabbinizin katında sorumlu olmayalım diye ve bir de, bu bozguncular belki böylece Allah'a karşı sorumluluk bilincine erişirler diye!" (163-164)
Deniz kıyısında bir kasabanın öyküsü. Tekrarlanan bir tarih bu. Dünün veya günün değişmeyeni. Uzayın bir kıyısına kurulmuş, sahilli sahilsiz, sayısız yerleşim yeri olan bu büyük kasabanın, dünyanın ve insanın tarihi.
İnsanın bu koca kasabadaki özgürlük algısını kendi gözlerinin önüne seriyor bu tarihi tecrübe. Hep birlikte aynı mavi çatı altında, aynı çimen üstünde ihtiyaçlar, istekler, arzularla dolu hayatların özgürlük sınırları, bir çakışma ve çatışma olmaksızın tam olarak nerede durmalıdır? Çatışmasız bir saygıyla özgürlüğü herkesin tadacağı biçimde bir adalet sağlanabilir mi? Yoksa hiç bir ölçü, sınır, yasak getirmeksizin sonuna kadar yaşamak mı? Herkesin şahsi özgürlüğü için, herkes için genel geçer yasaklar konmazsa, hiç kimsenin yeterli bir özgür alana çıkamayacağı aşikâr. O halde bir insan için yasak denilen şey, bir başkasının özgürlüğüne saygı ve yer açmak anlamına geliyor. Ki her insan, başka her insan kadar özgür ve yine her insan başka her insan kadar yasaklı olmada eşitleniyor.
Sonuna kadar cümlesi sınırsızlığın da bir sınırı olduğunu şimdiden ele verdiğine göre ve yerinde ve zamanında sonlandırılmayanın sürecini kontrol edemediği, acilen kötü sonunu çağırdığı insanlık tarihinin malumudur. Öyleyse neden basiretle tedbirler alınmasın. Ve neden birileri sınırsızca yaşarken diğerleri normal sınırlarına kadar bile yaşayamamış olsun. Özgürlük paylaşılmalıdır. Paylaşılmaması hayatın adaletle bölüştürülmemesi demektir. Ki hiç bir doğan yaşamamayı haketmemiştir. Adaletle özgürlük iç içedir bu yüzden.
Anlatılan kasabaya dönersek; kasaba halkı yasaklanmış sebt/Cumartesi gününde, balık tutma yasağı olmasına rağmen, balıkların suyun üstüne akın etmesi gibi çeldiricilere yenik düşüyor ve ilahi yasağı ihlal ediyorlar. Hangi dinden olursa olsun insanlar kendi dini değer ve ilkelerini malum iç ve dış çeldiricilere takılarak çiğniyorlar. Yasağı çiğneyen herkes guya o sırada özgür olduğuna inanıyor ve ihlal esnasında geçici de olsa mutlu oluyor. Ancak bu tecrübelerin sonuçları daima başka özgürlükleri kısıtlamakla kalmadığı gibi, ihlalci her insanın ve çevresinin insanlıktan uzaklaşmasına, insani değerlerini, hassasiyetlerini kaybederek, bu kıssada anlatılan hayvanlaşma durumuna düşmeleri şeklinde gerçekleşiyor.
Yasak ilk bakışta engelleme, sınırlama, kısıtlama, bir nevi açık hava hapishanesi gibi duruyor. İstenmeyecek bir şey gibi. Ancak yasaklar, sınırsız özgürlüğün ancak yaşanılırsa görülecek ve fakat daha önceden görülmeyen uçları, son sınırlarının şimdiden, önceden, daha yaşanmadan görülmesidir aslında. Yasaklar hayatın basiretle görülmesi, öngörünün sonuçlarıdır. Nasılsa sınırsız yaşanan herşey en sonunda kendi olumsuz sonucuna, sınırına varacak ve insanı, hayatı tahribe toslayacaktır. İyisi mi o son gelmeden o sonun önünü alacak ilkeler yani yasaklar konmalıdır. Kendi sınırlarını koymayan insanın kendine merhameti yoktur. Kendini bol bulmuş bedava harcamaktadır. Çoğu zaman yakınındakileri ve çevresindekileri de... İlahi yasaklar Allah’ın merhameti, şefkati gereği öngördüğü zararlı sonuçlardan korumak için insan için aldığı yaşam tedbirleridir.
Bir yasak savunuculuğu değildir bu. Aksine hakkaniyetle belirlendiğinde özgürlüğün önününün açılmasıdır.
Ne var ki insanın derininde yasağa karşı özel bir ilgi var. Fakat bu çeldiriciyle zıtlaşarak gelişecek ve tasarruf edilerek güçlenip olgunlaşacak bir irade de var. Çoğu zaman yasağı işleyip kendi tecrübesini yaşadıktan sonra güçlenen bir irade... Bazen de önceden idrak ile bilinç ile acı tecrübeyi yaşamaz.
“Ve böylece, o [günahkârlar] kendilerine yapılan bütün uyarıları bir kenara atınca, Biz de kötü eylemleri önlemeye çalışan bu kimseleri kurtardık; kötülük yapmaya eğilimli olanları yaptıkları bütün o uygunsuz işlerden ötürü çok ağır bir azapla tepeledik;
Ve sonra da, kendilerine yasak edilen şeyleri yapmakta küstahça direttikleri zaman onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun!" dedik.” (165-166)
“Ve Rabbin, tâ Kıyamet Gününe kadar, onların üzerine mutlaka kendilerini çetin bir azaba koşacak kimseler salacağını da bildirmişti: doğrusu, senin Rabbin ceza vermekte çabuktur, ama O aynı zamanda çok esirgeyen, gerçek bağışlayıcıdır.
Ve onları ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve erdemli kimselerdi; bazılarıysa böyle değildi: bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık ki belki doğru yola dönerler.” (168-169)
Bu yaşanmışlığa sosyolojik açıdan bakıldığında bütün insan toplulukları için ilahi yaşam biçimine göre genel geçer bir sınıflandırma sözkonusu olabilir. Gerçekten de insanlığı ilahi değerlere göre temel bir sınıflandırmaya tabi tutsak; son kertede yukarıdaki keskin çizgiler karşımıza çıkar. Sadece bu ayrımı yapmada yetkin tek güç, “Malik-i Yevmi’d-Din” olan Allah’tır.
İnsan ilkelerle denenir. İnsan ilkeli veya değildir şeklindeki keskin ayrımın dışında kalır kalabalıkların dünya hayatındaki değerlendirilmeleri. Sonuç sona ertelenmiştir. Ahirete... Dünyada ise kimi ilkeleri seçer ve yaşar. Kimi ilkeleri seçmez, yaşamaz. Kimi ilkeleri seçtiği halde yaşamaz. Kimi ilkeleri sözlü olarak seçmez fakat ilginçtir farkında olarak veya olmayarak yaşar. Herkesin kendi özkaynaklarından doğru beslenemediği ve ciddi bir etkiyle etkinleşemediği ve doğru yanlış her tür bilginin küresel iletişimle herkese doğrudan veya dolaylı olarak ulaştığı bir dünyada tercihlerde bir savurganlık ve belirsizlik yaşanacağı malumdur. Şimdi de öyle. Kimliklerin karıştığı bir zamandan geçiyoruz. Bunalım ve kargaşa var. Yine de insanlar İlahi öğretinin yasaklarına karşı temelde üç ayrı sınıfa ayrılıyor.
İhlalci ilkesizler. İlkelerimizi belirlemede Allah müdahil olamaz diyenler. İlkesizleştikçe insan yanını yitiren, insani değerleri kaybederek adeta türlerini bir alt türün özelliklerine indirgeyenler.
İlkeli müminler. Toplumsal duyarlılıkla nefslerinin yanısıra bütün insanlığı ilkelere çağıranlar. İnsanlığını en üst düzeyde yaşamaya çalışan öz azınlık.
Ve aradakiler. Yasağa saygı duyan, belki şahsi olarak dikkat de eden fakat aynı zamanda ilkesizliğe tepkisiz kalanlar. Gittikçe toplumsal duyarsızlıklarından temiz çevreyi yitirme tehlikesine maruz kalacak olan kalabalıklar.
Yaşadık. Yaşıyoruz. Yaşayacağız. Artık hangisi olursak...