Kötülük ne çok korkar aynadan. Kendisiyle tanışması en büyük kötülüktür kötülüğe. Işığın kırıntısı düşmeyiversin yüzüne, kaçacak kuytu arar. Kalın karanlıkları sarınır üstüne. Köşe bucak kaçırır yüzünü ışıktan.
Fakat olan olur; sonunda, en sonunda bir ayna iner şehre. Herkesin karşısına dikiliverir sakince.
Adı Nûh (as) olur bu aynanın. Çoğunluğun geri bıraktıklarını öne çıkarır Nûh (as). Çoklarının birbirlerinden cesaret alarak öncelediklerini önemsiz ilan eder. Birbirlerince ayıplanmamak için birbirlerine kandıkları tuzağı açık eder. Birbirlerini uyuttukları uykuların zarını yırtar. Sözleri “tufan” gibi iner şehre. Altını üstüne getirir geleneklerin. Ters yüz eder düzeni: “Ey kavmim, yalnızca Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yok.”
Sadece Allah'a kul olmak, kulu kul edinmekten de kula kul olmaktan da alıkoyar kulları. Ne var ki çokluğun labirentlerinde oyalanmaktan hoşnut çoğunluğun seçkin azınlığı karşı çıkar Nûh (as)’a: “Seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!” Kendi sapıklıklarının açık edilmemesi için “sapkın” sınıfına sokmak zorundadırlar Nûh (as)’u. Yüzlerini koyu bir perdeyle kapatırlar. Görmeyince görünmediklerine de inanırlar.
Sonunda onu yalanlarlar. Ve Sen, ey Rabbimiz, onların bakmaktan korktuğu aynanın hatırına, kendi halleriyle boğarsın onları. Nûh (as)’u ve yanında olanları kurtarırsın. Ayetlerini yalanlayanları boğulmaya terk ettiğini haber verirsin. Belli ki “onlar gerçekten de kör bir topluluk idiler.” Senin indirdiğin aynada göremediler yüreklerinin tufanını. Ya biz? Yoksa biz de mi ayna kaçkınlarıyız?
...
Âd kavminin yüzüne de tutuldu ayna. Adı Hûd (as) oldu. "Ey kavmim," diye başladı Hûd (as). Kavminin yüzüne doğrudan ışık tuttu: “… yalnızca Allah'a kulluk edin! Sizin O'ndan başka ilâhınız yok.” Toplumun gerçeği örtbas etmekte direnen seçkinleri, bu duru ve diri gerçeğe tahammülsüzdü. Çokluğun sorumsuzluğunda yuvalanan akıllarını Hûd (as)'un yüzünde gördüler: “Gerçekte biz seni akıl zafiyetine uğramış biri olarak görüyoruz…” O kadar inanmaz bir yürekle söylüyorlardı ki bunu; kendi yalanları kendi vicdanlarına yakalanmasın diye alelacele buldukları lafın ardına saklandılar: “… üstelik senin yalan söylediğini düşünüyoruz.”
Ayna duruluğundan taviz vermedi. Gerçeğin şavkını vurdu kaçkınların yüzüne: "Ey kavmim, ben aklı kıt biri değilim; ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim" der Hûd (as). Dahası, Hûd'un böyle dediğini dersin bize. Bize duyurmayı tercih edersin sözlerini. Göstermek istersin Hûd aynasına düşeni: “Zaten siz üstünüze çökmüş bir kokuşmuşluğun ve tarifsiz bir gazabın içindesiniz.”
“O halde, bekleyin…” diyorsun Hûd'un ağzından. “…gerçek şu ki ben de sizinle birlikte bekleyeceğim.” Ahlakî kokuşmuşluğunu gerçeğin elçisine "akıl zafiyeti" atfederek perdelemeye çalışan çoğunluk eninde sonunda kendi gerçeğiyle baş başa kalacak. Yüzleşecek çirkinliğiyle. Perdeler yırtılacak. Duvarlar yıkılacak. Karanlık silinecek. “Boşuna saklanmayın!” diyorsun bize. Lâkin bunu da “boş yere söylenmiş söz” sayıyoruz hâlâ. Nitekim onlar da tehdidin gerçekliğine inanmamışlardı. Âh, onların yerinde biz mi duruyoruz yoksa?
...
Derken Sâlih (as) geldi. Ayna yeniden indi şehre. Aynanın gözünden aynı söz düştü: “Ey kavmim, yalnızca Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok…” Çıkar hesabı yapmaz ayna. Gösterdiği karşılığında bir şey talep etmez. Neyse onu söyler. Ücret istemez. Gözünü budaktan sakınmaz. Eğip bükmez. Bulandırmadan söyler söyleyeceğini. İşte bu saflık sobeler kötülüğü. Kıvrandırır kuytularda. Üzerine düşen ışığı kovamaz olur artık. Kimse kimseyi siper edemez kendine. Kaçılacak gölge kalmaz. Birbirlerinin gözlerine yakalanır kalabalıkta izini kaybettireceğini sananlar. Yüzleşirler yüzsüzlükleriyle. Utanmaya zorlanırlar utanmazlıklarından.
Semud kavminin yüzüne tutulan ayna hayli kırılgandı. "Nâkatullah- Allah'ın devesi” gelip yerleşti aralarına. Semûd kavminin ileri gelenleri devenin gelişiyle bıçak sırtına oturdular. Dedi ki Sâlih: "Allaha ait olan bu dişi deve bir nişanedir sizin için: öyleyse bırakın onu Allahın arzında otlasın ve sakın dokunmayın ona; yoksa çok can yakan bir azap yakalar sizi."
Deve korunmasızdı. Kavmin ileri gelenleri kudretli. Deve zayıftı. Kavmin ileri gelenleri güçlü. Zayıf ve korunmasız bir devenin sorumluluğu, vicdanlarında var olduğuna inandırdıkları adalet ve insaf duygusunun tartısı oluverdi. Ne su verdiler deveye ne yiyecek. İçlerinde başkalarından sakladıkları sandıkları ateşi ve nefreti dişi devenin yüzünde gördüler. Zayıf ve kırılgan olanın savunmasızlığı ikiyüzlülüklerini açığa çıkardı; makyajlarını döktü, boyalarını soldurdu. Üzerlerinde eğreti duran nezaket kisvesini çekip aldı. Dişi devenin başına gelenler, hangi niyetleri baş tacı ettiklerini gösterdi. Kendilerine şeref veren, misafir olarak ağırlandıklarını kaydeden haberi yok saydılar: "Sizin emin olduğunuz şeyi biz baştan yok sayıyoruz!" Vicdanlarını inkâr ettiler, varlıklarını sahteleştirdiler, yeryüzündeki duruşlarını naylonlaştırdılar. “Ve böyle (diyerek) dişi deveyi hunharca katlettiler, Rablerinin buyruğuna burun kıvırıp sırt çevirdiler."
Sonunda nâkatullah aynasına çarpıverdi asıl niyetleri: “Ey Salih, dediler, “eğer gerçekten Allah’ın elçilerinden biriysen, haydi getir şu bizi korkutup durduğun azabı!” Bunun üzerine onları bir sarsıntı sarıverdi onları, oldukları yerde çöke kaldılar."
Aman Allah'ım, ne kadar çok “nâkatullah” var şimdi aramızda. Savunmasız kadınlar, kırılgan kalpler, gözü yaşlı yetimler, kederli öksüzler, dilenmeye utanan fukaralar, sancılı hastalar, mahcup mülteciler… Belki boynu bükük bir çiçektir nâkatullah. Belki gözlerimizden ilgi dilenen çocuğumuz da dişi devenin yerinde…
...
Sonra Lût (as) da geldi. Âh!
...
Sınanmadığımız nice sınavların ertesindeyiz. Ayağımız nerede kayar bilmiyoruz. Saklı öfkelerimiz nerede patlar? Kibrimiz tevazu ambalajını ne vakit yırtar bilmiyoruz.
Bekliyoruz. Ey Rabbimiz, özümüze tuttuğun aynalardan temiz çıkar bizi.