Araf Suresi (IX. Bölüm)

“Ve ardından -ilahî kitabın mirasçısı oldukları halde- bu değersiz dünyanın geçici tadlarına sarılan yeni kuşaklar aldı onların yerini ve “Nasıl olsa sonunda affedileceğiz” diyerek karşılarına çıkan bu kabil geçici şeylere sarılan günahkâr kimseler olup çıktılar. Oysa onlardan Allah'a yalnızca doğru ve gerçek olanı isnad edeceklerine dair ilahî kitap üzerine söz alınmamış mıydı? Onda yazılı olanı tekrar tekrar okumamışlar mıydı? Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için iki hayattan en iyisi, en üstünü ahiret hayatı olduğuna göre artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” (169)

“Ve kitaba o sımsıkı sarılanlarla namazı dosdoğru ve devamlı yerine getirenleri elbette ödüllendireceğiz; dürüst ve erdemli olmayı benimseyen ve bunu öğütleyen kimselerin hakkını elbette ziyan etmeyeceğiz.” (170)

Bir Müslüman olarak temel anlamda bütünüyle hayata bakışımız, bu temel bakıştan kaynaklanan ayrıntılara dair diğer görüşlerimiz Allah’a dayanmalıdır. Bunu biz yaparız. Genellikle görüşlerimizi nihai anlamda hep Allah’a isnad eder/ dayandırırız. Ne var ki hayatımızı içinden  çıkardığımız görüşlerimizin çoğu gerçekte Allah’a dayanmayabilir. Yani Allah’ın yüklemediği bir anlamı biz yüklemiş ve O’na dayandırmış, atfetmiş olabiliriz. Ayetimiz, Müslümanlar olarak dünyevi bir hayata eğilim gösterdiğimiz, gittikçe tek bir hayatımız varmış gibi davrandığımız günümüz yanılgısını ele alıyor. Bu ayette de açık bir isnad var. Allah’ın hiç de kastetmediği, hatta tam da aksini kastettiği bir konuda kendi kendimize, çıkarlarımıza uygun bir sözüm ona “türkü” tutturmuş, yaşayıp gidiyoruz sanki.

Kitab’ın bir özelliği de insana, tutturduğu yolun gerçekten de tutulması, bırakılmaması gereken bir yol mu olup olmadığını sorgulama fırsatı vermek. Yol sorgulaması. Bu ayetleri yeniden düşünmek; bir yerde mukabelesini, anlam sağlamasını yapmak; “yolun başında Allah adı geçen tabelalarda yazanlar hakikaten doğru mu? Gerçekten Allah insandan bunu veya bunları mı istemiş?” gibi soruları tekrar tekrar sorma, din adına kurulduğu için büyük bir aldanışa da dönüşebilecek hayatı yeni baştan sorgulama, değiştirme ve hakikate yakınlaştırma, hakikatle aynılaştırma imkânı sunar.

Ayette, Müslümanlara, açıkça dünyevileştikleri, dünyanın geçici sebeplerini, araçlarını, çıkarlarını hiç geçmeyecekmiş gibi ölümüne, değerleri ihmal edecek kadar ileri bir noktada amaçlaştırdıkları halde, bu hastalıklı hallerini dini bir gerekçe ile meşrulaştırma yanılgısı hatırlatılıyor. Allah’ın her hâlükârda, kayıtsız şartsız affedeceğine olan inançlarının kendilerini günaha cesur kıldığı insanlardan bahsediyor. Genel olarak insanın dünya çukurunda düştüğü daha derin bir çukurdan bahsediyor. Belki bizim toplumumuzdan. Bizden; senden ve benden bahsediyor.

İnsan böyle çukurlar kazıyor kendisine. Üstelik yükselmek için... Bu çelişkisinde bir ahenk de arıyor üstelik. Sahtekârca... Dünyevi çıkarlarda en yüksek yerlere çıkmak için “nasılsa affeder” uydurmasıyla sürekli günaha, yani dünyayı gerektiğinden fazla abartma günahına düşüyor. Bu abartmayla parayı meşru yollarla olmasa bile kazanma cesaretini gösteriyor. Bu yanılgıyla gözü sürekli yükseklerde oluyor. Yüksek; ilkeli çıkıldığı ve ilkeli durulduğu zaman yüksektir. Yükseklik; Allah’ın değerlerine uyulduğunda zirveliğini korur hâlbuki. İnsan istediği kadar sapsın, en sonunda nasılsa affedileceği isnadıyla kendisini kandırdığı için; mesela, haklarından mahrum halkına, çevresine, çalışanına, emekçisine ödev yükü, yüklüyor. Hak ettiği ve evini geçindireceği asgari geçimini tam anlamıyla vermekten kaçınıyor. Yoksulunun, yetiminin, herkesin maddi refah düzeyinde belli bir çizgiye gelmesini için çabalamıyor. Bencilce kendi lüksüne, konforuna dalıp gidiyor. Kendi lüksünü biricik ihtiyaç olarak görürken, ülkesinde, toplumunda, kentinde nice ekmeksiz, üşümüş, üzülmüş, ağlamış, kavga etmiş, geçimini bozup dağıtmak zorunda kalmış, ailesini parçalamış insanların “temel ihtiyaçları için elbirliği ile neler yapabiliriz” derdini dertlenmeyi aklına geldikçe yapıyor. Unutunca yine bencilliğine, “maun”una dalıp gidiyor. Bütün bunlardan sonra bir camiye girip “nasılsa affedecek” duygusuyla vicdanında yalanını sahneliyor. Kendisini bir güzel ikna ediyor böyle böyle...Yaşadığı hayat İslami olmadığı halde kesinlikle İslami olduğuna iyice inanıyor. Kendisini meşrulaştırmak için kendisi gibi, aynı yalana kendisini inandırmış bir çevre içinden çıkmamamaya çalışıyor. Böylece yalanını koruma altına alıyor. Yalanına süreklilik -eh işte bir ömür- kazandırmış oluyor.

Sen veya ben… İnsan bunu yapıyor. Müslüman bunu yapıyor.

Allah’a isnad ettiğimiz, dayandırdığımız fakat aslında O’na ait olmayan görüşleri var müslümanların. Allah’ın kasdetmediği anlamı kasdetmiş olduğunu iddia edip O’na yüklediği pek çok konu var. Bunu özellikle bilerek veya belki bilmeden yapıyor insan.

Bir fikrin dayanağı Allah olduğunda o düşüncenin daha farklı bir saygıyla karşılanacağının, daha kolay kabullenileceğinin farkındadır insan. Başkalarını ikna etme meselesinden önce en başta kendisini ikna etmesi gerekiyor. Doğrusu belki de böyle yaptığında, yani aslında Allah’ın yüklemediği bir anlamı kastetmişçesine dile getirdiğinde, çevresini de buna tanık kıldığında iç dünyasında bir tatmini yakalıyor.  Çünkü yalandan da olsa, bir süreliğine –belki bir ömür- kendini ikna etmiş oluyor. Bir Yaratıcı olarak Allah’ın şan ve şöhretinden kendine pay çıkarmak gibi bir şey bu. O’nun adını kullanarak, O’na olan saygının ardına saklanarak hem kendini hem çevresini istediği düşünceye çekmek, ikna etmek ve o fikrin sağladığı dünyevi imkânlarla “geçinip gitmek.” İsnad etmedeki gizli niyeti, bir iç tatmin ve dış savunmadan oluşuyor. Hayatı yaşarken kendine ne diyecek? Yaşadıklarını kendisine nasıl izah edecek? Bir de elaleme. Yakın ve uzak çevresinde, yaşadığı toplum nazarında kabullenilmesi de bu izahtan geçiyorsa, o izahı bulmalı ve sık sık, kabullenilinceye kadar bir vird gibi tekrar etmeli. Bu düşünceler sohbetlerde, seminerlerde, kitaplarda, medyada tekrar edilmeli ki insanlar bunu kanıksasın. Ve ortalık ikna olarak yatışsın.

Bir fikrin dayanağı Allah olduğunda o düşüncenin daha farklı bir saygıyla karşılanacağının, daha kolay kabullenileceğinin farkındadır insan. Başkalarını ikna etme meselesinden önce en başta kendisini ikna etmesi gerekiyor.

Kendi görüşlerini sağlamlaştırmak, kendi kendini inandırmak ve başkalarını ikna etmek için seçtiği kendi zekâsının ürünü olan bu yolda neler neler yapmadı ki?

Başka isnadları da var insanın. Zira nasılsa affedileceğiz düşüncesiyle dünyaya dalmanın daha meşru ve yaşanabilir hale gelmesi için, kalabalıkların yoksulluğu din adına benimsemesi de gerekiyor öte yandan. Azınlığın dünya keyfi için, din adına, Allah adına yoksulluğa da ikna edici bir güzelleme yapılmalı öte yandan.

Mesela kimilerinin “Servet yığma, servetçilik yapma!” tembihini saptırıp “Yoksul ol ve yoksul öl!” demiş gibi yaşaması bir örnektir. Bir başka örnek, şehitliğin şahitlikten öne çıkarılması, öncelikle hakikate tanıklık ede ede yaşamak sorumluluğu önünde dururken ölüm övücülüğünde, şehitlik mertebesini, şahitlikten (hayata ve hayatta da tanıklık mertebesinden) üste çıkarmadaki gayreti gibi. Ya da dış görünüme gerektiğinden fazla önem vermemek emrini, pis, pejmürde, pespaye bir tarza mazeret kılmak ve ne kadar pejmürde olursa o kadar iyiymiş, dindarmış gibi davranması gibi, Allah’a isnad ettiği fakat O’nun söylemediği, emretmediği, kasdetmediği pek çok şey var.

Anlaşılıyor ki; bir dengesizliğe sapmak ve adaletten uzaklaşmak istediğinde başvurduğu bir yöntem olarak isnadı kullanıyor insan.

Yukarıdaki ayetin özel konusu olarak; yapılan en büyük isnadlardan biri de dünyanın peşine düşmüşken, bu düşkünlükleri gereğinden fazla abartmışken, bu gözde büyütmelerden dolayı asıl amacından sapmış, insanlıktan, Müslümanlıktan uzaklaşmış, günahkâr bir hayata dalmışken, affedileceğini sanmak düşüncesidir. Her türlü yanlışı bile isteye yaparak nasılsa affedileceğiz rahatlığıyla gidişatının olumsuzluğunu görmezlikten gelmek, kendini, kendi uydurduğu yalanla kandırmaya çalışmaktır.

Müslümanlar olarak dünyaya iyiden iyiye kendimizi kaptırmış durumdayız. Uzakmış gibi görünen hakiki geleceğimizi ise ihmaldeyiz. Hakiki gelecek bir yana, dünyaya gelmiş insanlarımızı yoksul ve mutsuz bırakarak ‘şimdi’yi ihmal ediyoruz. Şimdimizi ihmal etmemiz dünyadayken cehenneme girmekle eş. Cehennemi şimdiden tutuşturmakla... Doyumsuzluklarımız ve bir sınırda durmayışlarımızla başka hayatların özgürlük sınırlarına istila etmiş oluyoruz. Başka hayatları yakmış oluyoruz. Pek çok insanın ve aslında kendimizin de, gelecek gele dursun, ‘şimdi’sini, dünyasını, hayatını mahvetmiş oluyoruz.

Allah’ı tasavvurda, zihnimizdeki yanlış tanıma ve algıda bir dengesizlik sözkonusu. Bir zamanlar hep cezalandıran bir ilahtı Allah. Sonraları ise hep ödüllendiren bir ilah oldu. Tabiidir ki bu ödüller, bu cennetlik olmalar “ne olursa olsun, ne yaparsak yapalım affedileceğiz, bizi kesin affeder” güveninden kaynaklandı. Bu özsüz güveni nereden aldığımızı düşündüğümüzde ise, sanırım şımardık. Eskiden sadece Batı filmlerinde ölen herkesin kesin cennete yükseldiğini gördüğümüzde hafif acı bir tebessümle birbirimize bakardık.  Sonra bu algı doğu filmlerine geçti. Bir film oynar gibi yaşadığımız sahte hayatlarımıza...