Mâverdî'nin haber verdiğine göre Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: “Hakkınızda iki şeyden endişe ederim: Heveslere uymak ve tûl-ı emel... Heveslere uymak, hakkı görmeyi, hakka uymayı önler; tûl-i emel (uzun emeller beslemek) de ahireti unutturur.”[4]
Peygamberin Tebligatına Uymak
Hadisimizin asıl mesajı, olgun mümin olabilmek için hislerin ve heveslerin Hz. Peygamber’in getirdiklerine tâbî kılınmasıdır. Bu da aklın vahiy aydınlığından yeterince ve serbestçe yararlanabilmesiyle mümkün olacaktır. Ne var ki hisler ve hevesler, aklı bu noktada serbest bırakmazlar. Yoksa aklın vahye uyması pek tabiidir. Eğer aksi oluyorsa orada aklın değil, hisler ve heveslerin hâkimiyeti söz konusudur. Bu konudaki Kur’an-ı Kerîm'in tespiti şudur: “Eğer sana cevap vermezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil.”[5]
“Hevâ ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar gerçekten davarlar gibidir, belki daha da sapık yolludurlar.”[6]
İman Bütünlük İster
İman bütünlük ister. Yüce Rabbimiz; “Ey iman edenler, İslâm’a topyekûn ve tam olarak giriniz, şeytanın adımlarına tâbi olmayınız!”[7] buyurmaktadır. Hadisimizi şerh eden Aliyyu’l-Kaarî de, hadisteki “mümin olmaz” ifadesini, imanın aslını nefyeden (ortadan kaldıran) bir ifade olarak anlamanın mümkün olduğunu söylemektedir. Zira Hz. Peygamber’in getirip tebliğ ettiği inanç esaslarını benimseyememiş kişi mümin değildir. Nitekim biz, dinin inanç esaslarını kabul ettiği halde hükümlerine uymayanlara fâsık, hükümlerine uyar göründüğü halde aslını kabul etmemiş olanlara da münafık diyoruz.
Yine Aliyy'ül-Kaarî, “mümin olmaz” ifadesini, imanda kemâli ortadan kaldırma (nefy) anlamında yorumlayarak, Hz. Peygamber’in tebligatı içinde yer alan emirler ve nehiylere uymayı his ve heveslerine kabul ettirememiş olanların “olgun mümin” olamayacağı sonucunu çıkarmanın da mümkün olduğuna işaret etmektedir.[8] Biz de bu ikinci manayı tercih ettik.
‘Bana Göre’ Yanılgısı
Hayatın her döneminde ve her meselede Hz. Peygamber’in tebligatına bağlı ve tâbi olmak, Müslüman için gerçek kurtuluş ve mutluluk iken, inançlı insanları heveslerine bağlı, hislerine tâbî görmek, iman noktasında ciddî rahatsızlıkların varlığına işarettir. His ve heveslerin adeta ilahlaştırıldığı, böyle bir yozlaşmanın, çağdaşlık gibi bir yanıltıcı yorumla meşrulaştırıldığı çok karmaşık bir ortamı yaşıyor gibiyiz. İnsanlarımızın çoğunlukla hislerini kullandıkları, akıllarına çok az müracaat ettikleri görülmektedir. Herkes kendi his ve heveslerini “Müslümanlık” ya da “dindarlık” ölçüsü olarak almaya ve ona göre Müslüman olmaya heves ediyor, özeniyor. Konuları “bana göre” kaydıyla yorumluyor, “bana göre” derken, hislerine ve heveslerine yenildiğini, hislerini ölçü aldığı için ayrılığa, fitneye, fikrî anarşiye, hürriyetsizliğe, başıbozukluğa, eksantrikliğe düştüğünü akıl edemiyor. Hele hele his ve heveslere göre Müslüman olunamayacağını ya kestiremiyor ya da öyle görünüyor.
Unutulmamalıdır ki bütün yanılgı ve günahların temelinde nefsin arzu ve isteklerini, aklın ve imanın gereklerine takdim etmek (onlardan önde tutmak) yatar. Allah saygısı ve sevgisi, Peygamber’e uymakla ispat edilebilirken, his ve heveslerin peşine takılmak, sonu gelmez hatalara, bidat ve hurafelere, telâfisi çok zor dinî ve manevi zararlara düşmek olur.
Çare
Çare, hadisimizde pek beliğ ve net bir şekilde ifade buyrulduğu gibi “Hz. Peygamber’in getirdiklerine uymayı his ve heveslere kabul ettirmek”tir. Demektir ki imanda olgunluk, duyguların Müslümanlığındadır. Zira his ve heveslerin Hz. Muhammed (sav)’in tebligatına tâbî kılınması; onun hükmüne rıza göstermeyi, onun izini izlemeyi, sünnetini yaşamayı, davasına sahip çıkmayı, her yönden ona teslimiyeti, açıkçası iyi bir ümmet olmayı ve böylece iman hürriyetine kavuşmayı gerektirir. Bu da aynı zamanda arzuların hürriyeti ve mutluluğu demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Yok yok, Rabbine andolsun ki, onlar, aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiç bir dargınlık duymaksızın tam bir bağlılıkla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar.”[9]
Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki nefsin aşılması, onu Hz. Peygamber’in tebliğlerine tâbî kılmakla mümkün olacaktır. Gerçek hürriyet de bu nefs engelinin aşılmasından sonra belirecektir. Zira İslâm, İslâm dışı her türlü kayda ya da kayıtsızlığa karşı tam bir hürriyet ve mutluluk sistemi ve ortamıdır.
His ve hevesler dediğimiz nefsin arzuları yerine getirildikçe, nefsin hâkimiyetinin güçleneceği muhakkaktır. Bu yüzden, nefsi hak yolunda büyük bir engel olmaktan çıkarabilmek için onun etkinliğinin sınırlandırılması çareleri aranmıştır. Bunlardan biri de “nefsin haklarına değil, hazlarına mâni olmak” şeklinde tanımlanan mücâhededir. Hadisimizde konu, “hevâ ve heveslerin Hz. Peygamber’in tebligatına tâbî kılınması” şeklinde tespit edilmiştir. Zira dinimizde hakların zayi edilmesi değil, aksine korunması esastır. Hz. Peygamber’e uymakta da kimsenin ve hiçbir hak sahibinin hakkının zayi olması söz konusu olamaz. Bu sebeple de Efendimiz, konu olarak seçtiğimiz hadis-i şerifte, genelde insanları, özelde inananları duygusal bir hayata değil; aklî ve imani, şuurlu ve denetimli bir hayata ve köklü bir hürriyete çağırmaktadır. Hislerin ve heveslerin, bu çağrı karşısına dikilmeye kalkışacak iç güçler olduğunu duyurmaktadır. Müslümanların dış düşmanları karşısında başarılı olabilmelerinin, önce bu iç güçlere karşı kazanacakları zafere bağlı olduğuna işaret etmektedir. Sürekliliği ve her türlü cihad hareketlerinin temelinde bulunuşu belki de bu mücadelenin “cihad-ı ekber” diye nitelenmesine vesile olmuştur.
O halde his ve heveslerin girdabından tebliğ-i Muhammedî ipiyle kurtulmak, tüm gayretimizle o ipe sarılmaya çalışmak gerekmektedir. Zira böyle bir gayrette başarının sonucu Allah Teâlâ’nın ihsan ve ikramına mazhar kılınmış bahtiyarlarla arkadaşlık ve tabii büyük mutluluk demektir:
“Öyle ya, her kim Allah’a ve Peygambere tâbi olursa, işte onlar Allah'ın kendilerine inam ve ihsan ettiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar!”[10]
Dipnotlar:
1. Beğavî, Mesâbihu's-sünne, 1, 160 (tahkikli baskı); Şerhu's-sünne, 1, 212-213 Hatib Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 1, 55; 2. Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41), Hadis sened açısından değerlendirmesi için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Camiu'1-ulüm ve'l-hikem, s.364-365.
2. Sad, 26.
3. Nâziât, 40-41.
4. Mâverdî, Edebû'd-din ve'd-dünya, s. 13.
5. Kasas, 50.
6. Furkan, 43-44.
7. Bakara, 208.
8. Mirkâtu’l-mefâtih I, 201–202.
9. Nisa, 65.
10. Nisa, 69.