Bölgenin Hicaz, Vadi'l-Kurâ, Hayber, Teyma, Yesrib ve Eyle gibi muhtelif yerlerine yerleşen Yahudiler bulundukları yerlerde ziraatı geliştirmişler, panayırlara katılıp kervan ticaretinde öne çıkarak ticaret hayatını ellerine geçirmişlerdir.Yakub'un neslinden gelen Yahudilerin Arap Yarımadası'na ne zaman geldikleri tam olarak belli olmamakla beraber, Babil Kralı Buhtünnasr'ın M.Ö. 587'de Kudüs'ü işgal edip halkını Babil'e götürmesinden veya M.S. 70 yılında Suriye Rum Kayserlerinden Titus'un Kudüs'e saldırmasından sonra birkaç Yahudi kabilesinin kaçarak bu bölgeye geldikleri sanılmaktadır.
Yesrib'de önce şehrin kenar kısımlarına yerleşen Yahudiler zamanla güçlenerek buranın yerlileri olan Cürhüm ve Amelikalıları yurtlarından çıkararak şehrin kontrolünü ele geçirmişler, bedevilerin saldırılarından korunabilmek için kaleler inşa etmişlerdir.
Dinî hayat yönünden kapalı cemaat halinde yaşayan Yesrib Yahudileri İbranice bilmelerine rağmen dil hususunda Araplara uymuş, zamanla kabilelerinin ve kendilerinin isimleri dahi Arapça ifade edilir olmuştur.
M.S. II. Yüzyılda Yemen'de meydana gelen sel felaketinden kaçan Kahtanilerden Amr Muzaykıya, kabilesiyle beraber Yesrib'e sığınmış, daha sonra şehrin iki büyük kabilesi olan Evs ve Hazrec bu koldan çoğalmıştır.
Uzun süre Yahudilere ait köylerde yaşayan Evs ve Hazrec, Yahudiler tarafından ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulmuş, haraç vererek hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Zamanla bu baskılar, evlenecek her Arap kızının ilk gecesini Yahudilerin Reisi el-Fidyun'la geçirmek zorunda bırakılmasına varacak denli artmış, sonunda Gassanilerden de yardım alan Evs ve Hazrec Yahudilere başkaldırmış, böylece şehirde Yahudi hakimiyeti sona ermiştir.
Evs ve Hazrec arasında başlayan üstünlük tartışması savaşa dönüşerek (Sümeyr Harbi) bölünmeye yol açmış ve bu savaşta Yahudi kabilelerinden Benî Kureyza ile Benî Nadir, Evs'in yanında yer alarak Hazrec'i yenilgiye uğratmışlardır.
Siyasi üstünlük kuramayan Yahudiler, iktisadi sahada bölgede söz sahibiydiler. Ziraat, iç ve dış ticaret, demircilik, silah yapımcılığı, kumaş dokumacılığı ve kuyumculukta ileri seviyeye ulaşmışlar, panayırlara katılarak, faizle borç vererek, borcunu ödeyemeyenin malına el koyarak, Tevrat'ta hoş karşılanmayıp Allah'a isyan ile eş değerde tutulan falcılık ve kahinlikle uğraşarak epey zengin olmuşlar ve refah içinde yaşamaya başlamışlardı.Bu ilk kardeş savaşından sonra Yahudiler, Evs ve Hazrec'i zayıflatmak için zaman zaman aralarına fitne sokarak onları savaşmaya tahrik etmişler ve bunda da başarılı olmuşlardır. Fakat kendi aralarında siyasi bir birlik olmadığından Araplara üstünlük sağlayamamışlar ve bu savaşlarda bazısı Evs'in, bazısı da Hazrec'in yanında yer almak zorunda kalmışlardır. Arapları parçalama taktiklerinde başarılı olmalarına rağmen birbirlerine karşı da savaşarak kendi dindaşlarını esir alıyor, kanlarını akıtıyor, yurtlarından çıkarıyorlardı. Kendi aralarında öldürme olayları meydana geliyor ve birbirlerine diyet veriyorlardı. Ancak bu konuda aralarında adaletli bir uygulama yoktu. Kendilerini diğer Yahudi kabilelerinden üstün gören Benî Nadir, içlerinden biri öldürülürse tam diyet alıyor, fakat kendileri diyet ödemek zorunda kalırsa yarım diyet ödüyorlardı. Hicretten sonra böyle bir olayda Hz. Peygamber'den hakem olmasını istemişler, Hz. Peygamber de aralarındaki diyet farkını ortadan kaldırmıştır.
Dinî ve kültürel yönden de Araplardan üstün görünen Yahudiler, eğitim, öğretim ve hukuki işlerini yürüttükleri "Beytü'l-Midras" isimli bir müesseseye sahiptiler. Dinî törenlerini, çocukların eğitimini burada yapıyorlar, suçluları burada yargılayıp cezalandırıyorlardı. Kendi aralarında, suçu işleyenin ictimai durumuna göre cezai müeyyide uygulamalarına ve kendi hukuklarına tam olarak riayet etmemelerine rağmen bu dinî hukuk, zaman zaman aralarına karışmış fakat Yahudi olmamış Araplar tarafından da uygulanmaktaydı.
Yahudiler, Tevrat'ı İbranice okuyup Araplara Arapça olarak tefsir ediyorlardı. Az da olsa Arapları kendi dinlerine çevirme konusunda gayret sarfetmişler ve dinlerini sadece İsrailoğullarına has görmemişlerdir. Araplar her ne kadar, Yahudiliğe rağbet göstermemişlerse de içlerinden çocuğu olmayanlar, şayet Allah kendilerine bir çocuk verirse, onu Yahudi terbiyesi üzere yetiştirip büyüteceklerini adamaktan kendilerini alamıyorlardı. Hatta Benî Nadir sürgünü sırasında bu yolla Yahudileşmiş bir hayli çocuğun olduğu görüldüğünde, babaları bunları geri alıp Müslüman yapmak istemişler, ancak "dinde zorlama yoktur" (Bakara, 256) âyetiyle Hz. Peygamber ashabını bundan vazgeçirmiş ve Yahudileşen bu çocukları Yahudiler ile birlikte göndermiştir. (M. Hamidullah ve M. İ. Derveze bu ve benzeri olayların münferit olduğunu, Yahudi ve Hıristiyanların, Araplara dinî ve gayr-ı dinî konulardaki görüşlerini kabul ettiremediklerini iddia etmektedirler.)
İlahî bir kitaba sahip olan Yahudiler, Araplarla girdikleri dinî tartışmalarda, semavi bir kitaba sahip olduklarını hatırlatıyor, Allah'ın dostu ve sevgilileri olduklarını söylüyor, Arapları, Tevrat'ta geleceği haber verilen peygamberle korkutuyorlar, onun önderliğinde Arapları Ad ve İrem kavimlerinin akıbetine uğratmakla tehdit ediyorlardı. Bu çekişmeler esnasında söyledikleri gibi Yahudiler gerçekten bir peygamber bekliyorlar ve onun gelme zamanının yakın olduğunu da biliyorlardı.
Hicret Sonrası Münasebetler
Uhud’da Müslümanlar safında çarpışarak ölen Muhayrık, kavmi Benî Nadir’i de savaşa çağırmış, o günün cumartesi oluşunun bahane edilmesi üzerine “sizin için aslında cumartesinin bir önem yoktur” diyerek silahını kuşanmış, “şayet ölürsem mallarımı Muhammed’e verin, o mallarımı Allah’ın göstereceği yere harcar” deyip Uhud savaşına katılmıştır. Savaşta ölünce Hz. Peygamber onun hakkında “Muhayrık Yahudilerin hayırlısıdır” diyerek onu övmüş ve mallarını Medine’de dağıtmıştır. |
İslam Tarihi kaynakları Mekke devrinde Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında -fuarlar dışında-herhangi bir münasebeti nakletmezler. Yahudilerle doğrudan bir ilişki olmamakla birlikte Kur'ân-ı Kerim'de, daha Mekke devrinde Benî İsrail kıssalarından bahsedilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'i kavminden gördüğü eziyetler karşısında teselli ederken geçmiş peygamberlerden -özellikle İsrailoğullarının peygamberlerinden- ve onlara indirilen kitaplardan bahsetmiştir. Hz. Peygamber'e ayrıca, onların birçok ayrılığa düştükleri ve bu sebeple hesaba çekilecekleri bildirilmiş, Yahudiler konusunda kendisi uyarılmıştır.
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiğinde şehrin yarısına yakını Yahudi idi. Kendisinin gelişinden memnun olmayan Yahudilere Hz. Peygamber gayet iyi davranmış, onlarla anlaşma arzusunda olduğunu çeşitli vesilelerle ortaya koymuştur. Bu cümleden olarak onları, aralarında ortak olan bir kelimeye çağırmış (Al-i İmran, 64), namazlarında onların kıblesine (Beytü'l-Makdis) yönelmiş, hicreti esnasında onları oruçlu bulunca sebebini sormuş ve daha sonra da Müslümanlara bu orucu (aşure orucu) tutmalarını emretmiş, gelen bir âyete dayanarak onların kestiklerini yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine müsaade etmiştir. Yahudi cenazelerine saygı gösterip ayağa kalkmış, Müşriklere girmeyi yasakladığı mescide kitap ehli olarak onların girmesine müsaade etmiştir. Ehl-i Kitab'dan olup sonradan Müslüman olan kişinin Allah katında, iki peygamberi tasdiklemiş olması sebebiyle, diğer insanlardan Müslüman olanlara nazaran iki kat fazla ecir sahibi olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber'in takındığı bu olumlu tavır karşısında sayıca az da olsa, bazı Yahudiler Müslüman olmuş, ki en meşhuru alim bir zat olan Abdullah b. Selam'dır, bazıları da Müslüman olmasalar da hiç olmazsa cephe almamışlardır. Bunların en meşhuru Hicrî 1. yılda ailesiyle Müslüman olan Abdullah b. Selam'dır. Hz. Peygamber'e iman etmediği halde Uhud'da Müslümanlar safında çarpışarak ölen Muhayrık, kavmi Benî Nadir'i de savaşa çağırmış, o günün cumartesi oluşunun bahane edilmesi üzerine "sizin için aslında cumartesinin bir önem yoktur" diyerek silahını kuşanmış, "şayet ölürsem mallarımı Muhammed'e verin, o mallarımı Allah'ın göstereceği yere harcar" deyip Uhud savaşına katılmıştır. Savaşta ölünce Hz. Peygamber onun hakkında "Muhayrık Yahudilerin hayırlısıdır" diyerek onu övmüş ve mallarını Medine'de dağıtmıştır.
Kendi başkanlarından başka kimseyi dinlemeye alışkın olmayan Yahudileri Hz. Peygamber, onlarda bıraktığı olumlu izlenimin de katkısıyla, Medine'de bulunan diğer kabilelerle birlikte anlaşma yapmaya ikna etmeyi başarmıştır. Hicrî 1. yılda yapıldığı kabul edilen Medine sözleşmesine Yahudilerin ikna olmalarını sağlayan önemli bir husus da aralarında siyasi birliğin olmayışının getirdiği olumsuzluklardan kurtulma isteği ile müttefikleri olan Evs ve Hazrec kabileleri ile ters düşmek istemeyişleri olabilir. Uzak bir ihtimal de olsa bu konuda Yahudilerin Müşrik bir başkan olmasındansa kendilerine iyi davranan, ilahi menşei olan birini tercih ettikleri düşünülebilir. Bu anlamda da Yahudilerin açıkça kabul etmeseler de Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğini zımnen kabul etmiş olabileceklerini söylemek mümkündür.
Bu anlaşma ile şehirde birlik ve beraberliği temin ettikten sonra Hz. Peygamber İslam'ı tebliğ vazifesine ağırlık vermiş, bu vesileyle birçok defa Yahudilerin toplantı yeri olan Beytü'l-Makdis'e giderek onları İslam'a davet etmiştir. Bu ziyaretlerden birinde içlerinde en bilgili olanıyla konuşmak isteyen Hz. Peygamber'e Abdullah b. Suriya'yı çıkarırlar. Hz. Peygamber ona Allah'ın geçmişte Benî İsrail'e verdiği nimetleri hatırlatarak "Benim Allah'ın Rasûlü olduğumu bilmiyor musun?" diye sorar. Suriya, "Evet, benim kavmim de şu bildiklerimi ve senin durumunun, sıfatlarının Tevrat'ta beyan edildiğini biliyor" deyince Hz. Peygamber; "Bana iman etmen hususunda sana mani olan şey nedir?" diye sorar. Suriya, "Kavmime muhalefet etmeyi kerih görüyorum, umulur ki onlar Sana tabi olup Müslüman olurlar, o zaman ben de Müslüman olurum." der.
Önceleri pek fazla çekişmeye meydan vermeyen bu davetler sıklaşmaya başlayınca tepki doğurmuş ve giderek alaylı cevaplar vermeye ve Hz. Peygamber aleyhine bazı faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır. |
Hz. Peygamber yine bir gün Beytü'l-Midras'a gitmiş, onları Tevrat okurken bulmuştu. Hz. Peygamber'in sıfatlarının bulunduğu bölüme gelince Yahudiler susmuş, niye sustuklarını merak eden Hz. Peygamber, bir kenarda hasta yatan Yahudiye durumu sormuş, o da; "Onlar ahir zaman peygamberinin sıfatlarına geldiler ve okumamak için sustular" deyip yerinden kalkmış ve Tevrat'ı eline alarak o bölümü okumuş sonra da kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuştur.
Sahabeden de Yahudilere İslam öncesinde kendilerini gelecek bir ahir zaman peygamberi ile korkuttukları halde şimdi neden iman etmediklerini soranlar olmuş, Yahudilerden Rabi b. Hureymile ve Vehb b. Yahuza, "biz kesinlikle böyle bir şey söylemedik ve Allah Musa'dan sonra ne bir kitap ne de bir korkutucu göndermiştir" diyerek inkara devam etmişlerdir. Bunun üzerine nazil olan âyette (Maide,19) Hz. Peygamber'in hem müjdeci hem de korkutucu olarak gönderildiği bildirilmiştir.
Yahudilerin söyledikleri sözleri ve gerçekleri ne derece inkar eden bir kavim olduklarını göstermesi bakımından şu hadise de son derece ilginçtir. Yahudilerden Müslüman olan Abdullah b. Selam bir gün Hz. Peygamber'e gelerek "Ya Rasûlallah! Yahudiler tuhaf bir kavimdir, bunu Sana göstermek istiyorum. Beni bir evde sakla, onları da çağır. Benim Müslüman olduğumu söylemeden hakkımda ne düşündüklerini sor. Müslüman olduğumu öğrenirlerse aleyhimde söz söylerler." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dediğini yapmış, Yahudiler "O bizim seyyidimiz ve seyyidimizin oğludur, dinimizi en çok bilenimiz ve en alimimizdir." demişlerdir. Bu sırada Abdullah b. Selam saklandığı yerden çıkıp da "Ey Yahudi topluluğu! Allah'tan korkun ve O'nun size getirdiğini kabul edin. Allah'a yemin ederim ki siz O'nun ismini ve sıfatını Tevrat'ta buluyorsunuz. Muhakkak ki ben Rasûlullah'a iman ediyorum." deyince Yahudiler az önce onun hakkında söyledikleri övücü sözleri inkar etmişler, onu yalanlayarak kötü sözler söylemeye başlamışlardı. Bunun üzerine Abdullah b. Selam Hz. Peygamber'e; "Ya Rasûlallah! Ben Sana onların tuhaf, sözlerinde durmayan ve facir bir kavim olduklarını söylemedim mi?" demiştir.
Önceleri pek fazla çekişmeye meydan vermeyen bu davetler sıklaşmaya başlayınca tepki doğurmuş ve giderek alaylı cevaplar vermeye ve Hz. Peygamber aleyhine bazı faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır.
Yahudi şair Ka’b’ın öldürülmesinden sonra Hz. Peygamber önceleri yumuşak sonraları tatlı-sert diyebileceğimiz üslubunu sertleştirmiş, Yahudilerin Müslümanlara zarar vermesine fırsat tanımamıştır. |
Müslümanların kafalarını karıştırmak için kıyametin ne zaman kopacağı, mahlukatı yaratan Allah'ı kimin yarattığı, Allah'la beraber başka ilahların olup olmadığı ve ruhun mahiyetinin ne olduğu şeklinde gaybi sorular sormuşlar, Hz. Peygamber'e inenin kendilerine inen gibi olmadığını, O'nun bunları insanlardan ve cinlerden öğrendiğini aslında Allah'ın ona hiçbir şey indirmediğini, Hz. Muhammed (sav)'in ancak kendilerine tabi olursa hidayete erebileceğini iddia etmişler, Hz. Peygamber'in "ben İbrahim milleti ve O'nun dini üzereyim" demesi üzerine O'nun Yahudi olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Hz. Peygamber'in devesi kaybolduğunda "Muhammed gökten haber aldığını iddia ediyor ama devesinin nerede olduğunu bilmiyor" demişler, Evs ve Hazrec'in eski düşmanlıklarına dönerek Hz. Peygamber'i yalnız bırakmalarını sağlamak için çaba harcamışlardır.
Allah-u Teâlâ onların iddia ve sorularını cevapsız bırakmamış, Kur'ân-ı Kerim'de pek çok âyette Yahudilerin gerçek yüzünü ortaya çıkaran tarihî perspektife de atıf da bulunarak onların inananlara karşı en çetin düşman olduklarını ve onların kesinlikle dost edinilemeyeceğini beyan ederek Hz. Peygamber'in onlara karşı takip edeceği siyaseti kesin olarak ortaya koymuştur.
Kur'ân-ı Kerim'in bu tavrı Yahudileri büsbütün hiddetlendirmiş ve düşmanlıklarını daha da artırmalarına sebep olmuştur. Bu düşmanlıkla Müslümanlara rastladıklarında "es-Sâmü aleyküm" (ölüm üzerinize olsun) diye selam vermeye başlamışlar Hz. Peygamber de gayet sakin ve zekice bir tavırla "ve aleyküm" (sizin de üzerinize olsun) demekle yetinmiştir. Başta Hz. Aişe olmak üzere bu selama hiddetlenip onlara lanet eden ashabına da "Allah rıfk sahibidir, rıfkı sever" buyurarak engel olmuştur. Hudeybiye dönüşü kendisine büyü yaparak çok ıstırap çekmesine sebep olan Yahudi Lebid b. Asam'ı öldürmek isteyen ashabına engel olarak onu affetmiştir.
Birbirini takip eden bu ve benzeri olaylardan sonra Hz. Peygamber'in Yahudilere güveni kalmamış, Tevrat'tan bazı şeyleri onlara sorduğunda kendisine doğru cevap verilmemesi vb. sebeplerle Zeyd b. Sabit'e İbranice öğrenmesini emretmiş o da on beş gün içinde öğrenmiştir.
Yahudilerle ilişkilerin bu şekilde yön alması neticesinde Hz. Peygamber'in emriyle ilk olarak Hicretin 20. ayında Ebû Afek adlı Yahudi Müslümanları hicvettiğinden dolayı öldürülmüştü. Yine Bedir savaşından sonra Müslümanların zaferini çekemeyip anlaşmaya aykırı olarak Mekkeli Müşriklere giderek ölülerine ağıtlar yakan ve onları Müslümanlara karşı tahrik eden, Hz. Peygamber'i ve Müslümanları şiirleriyle hicveden, bu tavrını Medine'de de sürdüren Ka'b b. Eşref de H. 2. yılda Hz. Peygamber'in emriyle öldürülmüştür. Onun suçsuz olduğunu iddia eden Yahudilere karşı Hz. Peygamber, onun propagandaları sebebiyle Müslümanlara zarar verdiğini, bunu kim yaparsa yapsın aynı cezaya uğrayacağını söyleyince Yahudiler endişelenmiş ve bir daha böyle bir hadise olmayacağına dair yeniden anlaşma yapmışlardır.
Yahudi şair Ka'b'ın öldürülmesinden sonra Hz. Peygamber önceleri yumuşak sonraları tatlı-sert diyebileceğimiz üslubunu sertleştirmiş, Yahudilerin Müslümanlara zarar vermesine fırsat tanımamıştır.