Ben Bilal

16 Aralık 2013

Ben kölelerin çocuğu Bilal... Bir kölenin hiçbir hayali olamaz. Benim gibilerinin tek bir hayali vardı... Kaçmak... O da imkansızdı. Hiçbir köle ölümü göze almadan böyle bir teşebbüste bulunamazdı. Kırbaç eksik olmaz sırtımızdan. Bir köle, efendisinin ses mesafesinden daha uzak bir yere gidemezdi. Efendisi her seslendiğinde hemen dibinde bitmeliydi.

Benim sesim güzeldi. Onun için görevlerimden biri de Mekke'nin efendilerine şarkı söylemek, onları eğlendirmekti. Bir gece yine Mekke'nin efendilerinin bulunduğu bir mecliste şarkılar söylüyordum. Bir genci kollarından sürükleye sürükleye getirdiler. Sorguya çektiler...

"Neden Muhammed'e gidiyorsun" dediler.

Adının Ammar olduğunu öğrendiğim genç, "Muhammed (sav) bize, bir olan Allah'ı ve bütün insanların da O'nun huzurunda eşit olduğunu, kız çocuklarının diri diri gömülmesinin günah olduğunu söylüyor" dedi. Beynimde şimşekler çaktı... Muhammed adında yeni bir Peygamber'i, efendilerimin ona karşı öfkelerinden duyuyordum. Demek o, Allah'ın bir olduğunu, insanların onun huzurunda eşit olduğunu söylüyordu. Efendim Ümeyye öfkeyle bana seslendi: "Bilal Mekke'nin efendisi olan benimle, senin arandaki farkı bu adama göster; diline sahip olması için kamçıla yüzünü!" Ammar ne demişti ki, yanlış mıydı, dedikleri?

"Haydi! Haydi Bilal!"

Ammar'a vurmaya kıyamadım, kırbacı yere attım. Kırbacın acısını çok iyi biliyordum. Mekke'nin bütün efendileri yerlerinden fırladılar. Her kımıltıyı, her değişim esintisini anında sezmek ve şiddetle üzerine gitmek onların yetenekleri arasındaydı. İşte gözlerinin önünde bir köle başkaldırmıştı. Bu bir ilkti. Anında gözdağı verilmeliydi. Mekke ileri gelenlerinin geleceği böyle anlardaki kararlılığındaydı. Ölümlerden ölüm beğenmem, kendi içimde kaynayıp durmam için beni bir karanlık hücreye attılar. Gece boyunca karanlığın kollarında kıvrandım durdum. "Bu benim son gecem" diye düşündüm. Hiç kimsenin gücü yetmezdi beni onların elinden almaya. Ölüm, bir at gibi sabahlara kadar kişnedi durdu kapımda. Gece sabaha yaklaştıkça, ölümün ayak sesleri de bana yaklaşıyordu.

Sabah olduğunda, güneşin bağrı cehenneme döndüğünde beni karanlık hücremden aldılar. Güneş, Mekke'nin kayalarını, dağlarını, taşlarını eritmekteydi. Boynuma ip bağladılar. Çocukların eline verip kızgın çöle doğru sürüklettiler. Soydular... Kızgın kumlara koydular...

Sonra bir kazığa bağladılar... Siyah çıplak derim, içten içe yanan korlu bir ateşe dokunmuş gibi yandı. Güneşe diklenen yılanlar gibi ıslıklanmaya başladı kırbaçlar... Hırsla, hınçla, var güçleriyle vurdular... İnip kalkan kırbaçlar, siyah derimi bir jilet gibi kesti, biçti, doğradı. Sevgiliye hasretinden bağrını başını yırtan kırmızı-siyah bir aşk lalesine döndü bedenim. O gün İslam hakkında, bir önceki gece Ammar'dan duyduğum, "Allah bir" sözünden başka bir şey bilmiyordum. Kırbaçların altında sadece "Ehad, Ehad/Allah Bir" diyordum. Nefesimi tutuyor, çığlık atmıyor, zalimlerden merhamet dilenmek anlamına gelecek her şeyden kaçınıyordum. Beni döndürmek, yıldırmaktı muratları. Kızgın kayaların ardında kaybolan güneşler, benim işkencelerime bakarak batıyor, Mekke Dağları'nın ardından her sabah doğan güneşler benim işkencemin üzerine doğuyordu. Çocukların elinde oyuncaktım. Boynuma ip takılıp sokaklarda sürükleniyor; çocuklar benimle oynamaktan bıkınca da götürülüp alev topu kumlarda, kırbaçların altında işkence seanslarına sokuluyordum. Kırbaçların beni yıldıramadığını gördüler. Kırbaç sesleri, ruhumun zafer seslerine dönüşüyordu. Bir gün, kor parçası koca bir kayayı üzerime koydular. O an, ölümün derin kuyularına doğru saniye saniye indiğimi hissetmeye başladım. Bir aralık başucumda pazarlık sesleri duydum. Adını o gün ilk defa duyduğum Ebû Bekir adında birisi beni satın almak istiyordu. Efendim Ümeyye, "Terbiye edilen köle satılmaz" diye direniyordu. Sonunda verilen parayı cazip bulmuş olmalı ki, "Ebû Bekir, birleş almak istiyorsan işte al" dedi. Günlerce komada kaldım. Ölümümü beklerken, on yedi gün sonra gözlerimi yeniden dünyaya açtım. Baharda dallarına su yürüyen bir ağaç gibi yeniden dirildim. Kollarıma girdiler, beni Kainatın Efendisi'ne götürdüler. İkindi vaktiydi, gölgeler bir hayli uzamıştı. Peygamberimiz, sevimli ve güzel bir çocukla birlikte, basit bir hasır üzerinde oturuyordu. Her tarafım hala yara bere içindeydi ... Beni görünce Allah'ın Rasûlü (sav)'nün gözleri doldu. Anne-babamdan sonra ilk defa bir çift göz bana şefkatle bakıyordu. Sonradan adının Ali olduğunu öğrendiğim çocuk, "Niçin ağlıyorsun Ya Rasûlullah! Bu amca kötü biri mi" dedi. "Hayır hayır! Bilal Hakk'ı hoşnut etti, her daim İslam için ilk zulüm acısı çeken Müslüman olarak anılacak' dedi.

Çölde gün geceye dökülüyordu, Tatlı bir çöl rüzgarı hafifçe kımıldadı. Allah'ın Rasûlü (sav), "Bilal! Haydi avluya çıkalım" dediler. Yekindim ama kalkamadım... Peygamberimiz, kalkamadığımı görünce koluma girdiler. Kol kola avluya çıktık. Benden sonra Mekke'nin efendileri, "Böyle giderse kendi işlerimizi kendimiz görmek zorunda kalacağız, köleler bir bir isyan edecek" diye telaşlandılar. Müslümanların üzerine işkencelerle geldiler. Mekke bir ateş yurdu oldu. Tecrit günleri başladı. Çöle hapsettiler Müslümanları. Peygamberimiz Mekke'nin damıtılmış delikanIısı Mus'ab'ı Medine'ye gönderdi. Bir yıl kadar sonraydı. Yetmiş kadar Medineli Müslüman bir çöl kekliği gibi süzülerek Akabe tepelerine kondular. Başlarında Mus'ab vardı. Çok heyecanlıydı. Yanında Medine'nin anahtarlarını getirmişti. Müslümanlar derin bir nefes aldılar. Sığınacakları yeni bir yurtları vardı. Yollarda göç vardı. Nice yolcuların, kervanların izlerini, rüzgar, kumlarla örtse de; dünya durdukça silinemeyecek izlerdi bunlar. Müslümanların geride bıraktıkları boş evler, birer ikişer sessizliğe gömüldü. Boş evlerin açıIıp kapanan kapıları, çöl rüzgarlarında hazin türküler söylüyordu. Peygamberimiz, bir fedakarlık abidesiydi. Herkesin güven içinde hicret etmesi için dikkatleri ve tehlikeyi üzerine çekti.


Kim okuyacaktı? İlk müezzin kim olacaktı? Bir hür mü, bir köle mi? Kim kanatlandıracaktı ezanları göklere? Hürler dururken, benim gibi kölelere böyle bir paye verilir miydi? Derin düşüncelere dalmıştım... Birden, Kainatın Efendisi'nin elini omzumda hissettim: "Senin sesin Bilal!"

Bir seher vakti, evini saran kırk suikastçının arasından sıyrılarak Medine'nin yolunu tuttu. Gayrı Yesrib'de bahardı. Yesrib'de her bir kabilenin kalbinde, karşılıklı bıraktıkları acılar vardı. Emzikte büyüyen çocuk gibi gün be gün büyümüştü acılar. Gönüllerin tabibi, onların yaralarını sarmakla başladı işe. Ensar'la Muhacir'i kardeş yaptı. İlk icraat mescid inşası oldu. Herkes bir kerpiç taşırken Ammar sevinçten iki kerpiç taşıyordu. Mescid kısa sürede bitti. Güllerin Efendisi (sav) arkadaşlarını toplayarak, namaz vakitlerinin duyurulması konusunda görüşlerini aldı. "Çan çalalım... Davul çalalım... Boynuz sesi... Borazan sesi...” Uzadı gitti konuşmalar. Hiçbiri Peygamberimizin içine sinmedi. Derin bir sessizlik oldu. Abdullah b. Zeyd, utangaç bir tavırla, "Bir rüya gördüm, Ey Allah'ın Rasûlü! Rüyamda bir insan sesi bizi namaza çağırıyordu”  dedi. Gül yüzünde güller açtı Efendimizin... "Rüyan Rabbanidir. Evet, çağrı, insan sesiyle olacak." Öyle kararlı konuşmuştu ki; oradakilerin hepsi o sözün nihai bir karar olduğunu hemen anladı. Ama hangi ses, kimin sesi? İnce bir ses mi, kalın mı?

Kim okuyacaktı? İlk müezzin kim olacaktı? Bir hür mü, bir köle mi? Kim kanatlandıracaktı ezanları göklere? Hürler dururken, benim gibi kölelere böyle bir paye verilir miydi? Derin düşüncelere dalmıştım... Birden, Kainatın Efendisi'nin elini omzumda hissettim: "Senin sesin Bilal!" O an bir ezan coşkusu sardı bedenimi ... Yüreğimin, baharda damarlarına su yürüyen bir ağaç gibi çiçeklendiğini hissettim. Mekke'de, geceler boyunca efendilerine şarkı söyleyen bir kölenin sesi, İslam'ın sesine dönüşecekti. Peygamberlerin üveyiği; "Haydi Bilal! Bizi ferahlandır" dedi. Kerpiç dama tırmandım. Damın üzerinde öylece durdum, derin bir nefes aldım, yaptığım işin farkındaydım. Mescidde, nefeslerini tutmuş, gözlerini göklere çevirmiş bir avuç Müslüman bana bakıyordu. Gözler üzerimdeydi. Yerde tek bir kıpırtı, tek bir esinti yoktu. Nefesini tutmuştu gökler, üst üste üşüşmüştü melekler... Ellerimi kulaklarıma kadar kaldırdım: "Allahuekber... Allahuekber..."

Bütün kuşlar gökyüzüne kanatlanmıştı sanki. Ben de göklere doğru uçuyordum. Gökler bir anda bir ses, bir ışık şölenine dönüştü. Bir ezan sesi yükseliyordu yerden göklere, salkım salkım havai fişekler dökülüyordu gökten, yere… Bir ezan coşkusu kuşattı kainatı. “Bilal! Mescidimi tamamladın” dedi Peygamberimiz.

Artık her gün yanık sesimle göklerin merhametini, rahmetini ve şefkatini geniş ufuklara, ruhlara, gönüllere şelaleler gibi dökmeye başladım. Medineliler benim sesimle oturup kalkıyor, benim sesimle mescide koşuyordu. Her seher sesim, yerdeki ayak sesleri ile gökteki kanat seslerini buluşturuyordu. Medine her sabah benim sesime uyanıyor; her gün, bir günün daha bittiğini ben ilan ediyordum. Medineli çocuklar benim sesimle büyüyorlardı. Mekke'den ayrılalı tam 8 yıl olmuştu. Ve bir gün, zafer rüzgarları Mekke'den doğru esmeye başladı. On binler Mekke'ye doğru yürüdük. Mekke'ye yakın bir yere gelindiğinde konakIadık. On bin noktada ateş yakıldı. Rüyaların şehri Mekke çok yakındı. Yıllar önce kovularak çıkarıldığımız şehre geri dönmenin mutluluğu vardı yüzlerimizde. Mekke'de dehşet... Mekke'de şaşkınlık... Rüyalarda bile görmedikleri bu ışık ve ses şehrayini neyin nesiydi? Yeni bir dünyanın doğum sancıları içindeki Mekke'de kalpten kalbe, evden eve kandil kandil ulanan iman ışığı, sıçradığı Medine ve çevresini bir nur beldesi haline getirdikten sonra ilk doğduğu şehri bütün ihtişamıyla kuşatmıştı. Mekke günün ilk taze ışıklarında yıkanırken, İslam ordusu savaş düzeninde Mekke'ye doğru akmaya başladı.

Birlikler bayrakları açtılar. Ebû Süfyan, Hazreti Abbas'la birlikte bir tepeden seyrediyordu ordunun Mekke'ye doğru coşkun bir nehir gibi akışını. İnsanlığın tacı develerindeydi... Allah'ın Rasûlü (sav), miğferinin üzerine siyah bir sarık sarmış, Allah'a şükran hislerinden başları eğikti... On binlerin tekbir sesleri ile dağ-taş yankılanıyordu. İman güneşinin fışkırdığı Hira Nur Dağı'nın başı göklere değiyor, Sevr sevinçten uçuyordu. Önden gidenler… Gül devrini görmeden gidenler… Yasirler, Sümeyyeler, Hazreti Haticeler, Uhud’un bağrında yatan Hamzalar, Mus’ablar o sesleri dinliyor, o seslerle kabirlerinde coşuyorlardı. Birlikler, ellerinde bayraklarla Kabe'nin önünden geçerken heyecan doruktaydı. Mekke on binlerin tekbir sesleri ile inliyordu... Kabe'nin önüne geldiğimizde hayallerimin ötesinde bir şey oldu. Allah'ın Rasûlü (sav), Kabe'nin damına çıkmamı ve ezan okumamı istedi. Aman Allah’ım! Kulaklarıma inanamıyordum. Kabe, bir köle sesiyle hürriyetini haykıracaktı. İçinde yaşadığı vicdan azabından kurtulacaktı. Sırtındaki siyah elbiseleri çıkaracak, çöl zambağı gibi beyazlara bürünecekti. Tırmanmaya başladım. On binlerin gözleri üzerimdeydi. Tırmanışım tamamlandı. Kabe'nin damındaydım. Kızgın çöl, bütün ihtişamıyla gözlerimin önündeydi. Gökleri kucaklamıştım sanki. Bir zamanlar boynuma ip takılarak dolaştırıldığım sokaklar, çıplak vücudumun üzerine yatırıldığı kızgın çöller gözlerimin önündeydi. Ellerimi kulaklarıma götürdüm: "Allahuekber! Allahuekber!" Binlerce kuş birden havalandı göklere. Sesim, asırlarca süren pagan devrinin bittiğinin ilanıydı. Göklere uçuyordum. İslam'ın ses bayrağı olan sesim, Kabe'nin damından dalgalanıyordu. Kabe, hiç olmadığı kadar mutluydu.

Aşağıda manzara muhteşemdi. On binler, gözyaşı yağmurlarında ıslanmaktaydı. Çöl kavruğu siyah yanaklardan süzülen damlalar, baharı müjdeleyen coşkun derelerin tatlı şırıltıları gibiydi. Mekkeliler tedirgindi. Allah'ın Rasûlü (sav) onlar için nasıl bir karar verecekti? Etrafına toplanan Mekke mahcuplarına "Gidiniz! Hepiniz serbestsiniz" dediler. Geldiği gibi yine Medine'ye döndüler. Medine'de gül günleri akıp gidiyordu. İlk ezanın, Medine Mescidi'nin kerpiç damından kanatlanışının üzerinden on yıl geçmişti. On yıldan beri her daim tekrar eden sahne o seher de gerçekleşmişti. Yine kapısına varmış “Es-Salah Ya Rasûlullah” demiştim.

Cennetten açılan bir kapı gibi, açıldı kapı. Allah Rasûlü (sav) göründü. Başı sarılıydı, adımları ağırdı… “Koluma gir” dediler. Girdim… Birden bir ateş topuna dokunmuş gibi irkildim. Allah’ın Rasûlü (sav) yanıyordu. Evi ile mescidi arasında bir yerde durdular. “Bilal! Hatırlıyor musun? İlk karşılaştığımız zaman ben senin kolunu tutmuştum, şimdi sen benim kolumu tutuyorsun.” “Yirmi yıl oldu Ya Rasûlullah.” Bu fotoğraf her gece kendi ruhani yüceliğinin ışıklarında yıkanan nurlu mabedin imam ve müezzininin birlikte son görüntüleriymiş meğer. Sonraki seher yine seslendiğimde, Aişe annemiz elinde bir kovayla çıktı kapıya. Aklı başından gitmiş gibiydi. “Koş Bilal, soğuk su getir, Allah’ın Rasûlü yanıyor” dedi. İçinden iniltiler geliyordu. Koştum… En serin suları bulmalıydım, çünkü o sular Allah’ın Rasûlü (sav)’nün ateşiyle savaşacaktı. En derin kuyuya saldım kovamı. Kovayla suyun kavuşma sesi, tatlı bir esinti gibi yayıldı seherin aydınlığına. Suyu, Aişe anamızın kapısının önüne bırakır bırakmaz, hemen kerpiç duvarın üstüne tırmandım. Gün kapıya dayanmıştı. Sorumluluğumun farkındaydım. O sabah ezanını duymazsa; bedenindeki alevden daha fazla ateşlere atmış olurdum onu. Ezan biter bitmez bir hizmet olur diye yine kapısına koştum. Aişe anamız çıktı kapıya, “Peygamberimiz sana söylememi istedi ki, bundan daha güzelini okumamışsın.” Her gün okuduğum ezanı okumuştum. Meğer okuduğum o ezan Efendimizin benden dilediği son ezanmış. İki cihan güneşimin gurubundan sonra birkaç defa daha denedimse de bir daha ezan okumaya muktedir olamadım. “Muhammedun Rasûlullah”a gelince hıçkırıklar boğazıma düğümleniyor, ayaklarım beni taşımaz hale geliyordu. Kollarımdan tutarak kerpiç damdan indiriyorlardı. Her defasında yarıya çekilen bir bayrak gibi, ses bayrağı yarıda kalıyordu. Arkadaşlarım bana acıdılar ve bir daha ezan okumam için ısrar etmediler. Gurûb vakti dallarda düşünceye dalan kumrular gibi suskunlaştım. Her seher, gülün açılışını bekleyip de onu göremeyince feryat eden bülbüller gibi, içten içe yanıyordum.

Medine dar geliyordu bana. Bunalıyordum. İslam’ın Halifesi Hazreti Ebû Bekir (ra)’e “Bırak beni gideyim serhat boylarında İslam’ı anlatayım” dedim. “Bilal, bize kim ezan okuyacak” dedi. “Ben ondan sonra ezan okuyamam” dedim. Serhat boylarının yolunu tuttum. Hazreti Ömer, ömrünün son yıllarında İslam diyarlarını geziyordu. Suriye’ye de uğradı. Belim bükülmüş, ihtiyarlamıştım. Kalabalığın arasında suskun bir halde beni görünce ağlamaya başladı. Boynuma sarıldı; “Bilal ne olur bir ezan oku” dedi. Gül devrini yeniden hatırlamak, o güzel duygularla dolup taşmak istiyordu. Birdenbire Şam’ın yüksek kubbelerinin birinden ezan okumaya başladım. Bu sesi çok değil, daha beş-on yıl önce Medine’de sık sık duyuyorlardı. Halk coşmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bu benim son ezanımdı. Şimdi son ezanımı okuduğum topraklardayım. İslam’ın ses bayraklarının gölgesinde, minarelerin sesini dinliyorum.