Rize'nin sahilden 40 km. içerde, Erzurum yolu üzerinde bir nahiyesi: Güneyce. Henüz elektriğe kavuşmamış. Geçim kaynağı büyük ölçüde gurbette inşaatçılık. (70'li yıllarda çay ekimi ve üretiminin başlamasıyla gurbetçilik yanında ikinci önemli bir geçim alanı daha ortaya çıkacaktır). Meyve, sebze üretimi ve hayvancılık bir ölçüde var fakat yetersiz. En çok üretilen mısır bile sınırlı sayıda ailenin senelik ihtiyacını karşılayabiliyor.
Köyün dinî hayatı komşu köylere göre hayli gelişmiştir. İki Kur'an kursundan biri yakın şehirlerden yatılı talebe almaya mecbur kalacak kadar yaygın bir şöhrete sahip. Samsunlu, Erzurumlu, Bayburtlu, Artvinli birçok hafızlık talebesi var... İkinci kurs ise daha mütevazı ve daha mahallî. Bu sebeple hafız oranı çok yüksek değil.
Köyün 10 camisi vardı o zaman. Bu biraz da Karadeniz'e mahsus dağınık yerleşim tarzının bir neticesi. Fakat mahallelerde caminin dışında herkesin paylaştığı, katıldığı bir başka müessese yok. (Şimdi cami sayısı 20'yi geçti). İmam kadrosunu dolduranlar bugüne göre daha iyi. Hepsi köylümüz ve hafız, bir kısmı aynı zamanda hoca; belli ölçülerde Arapça ve İslamî ilimler tahsil etmiş. Vaaz edebilir, dinî soruları cevaplandırabilir.
Özellikle kış aylarında çocukluk çağından çıkan bütün erkek nüfus ikindi geçereklerinden yatsı namazının kılınışı sonrasına kadar dersane denilen caminin oturma mahallerindedir. Sohbet, dedikodu, sigara (sonraları çay da ilâve edildi), şakalaşma, iddialaşma, şekerleme... hepsi gani.
Kış aylarının cumartesi günlerinde kuşluk vaktinden öğle yakınlarına kadar Büyük Cami'de kadınlara vaaz vardır. Yaşlı analar, genç kızlar yeni peştemal, dolaylık ve fistanları, yelekleri, kuşakları, kısalıkları, yün çoraplarıyla Büyük Cami'nin yolunu tutmuşlardır. Birkaç kişilik gruplar hâlinde ve arkalarında hayır için camiye getirdikleri odun yükü olduğu hâlde yola koyulmaları Büyük Cami'den vurulan boru sesine bağlıdır.
Kalın galvaniz sacdan yapılan boru bir duyuru ve haberleşme vasıtasıdır. Herkes tarafından "vurulamaz". Güçlü bir nefesin ve teknik bazı tecrübelerin olacak, bunlar olmadan boru çok kaba ve gülünç bir ses çıkarır. Köye akülü, sonra da elektrikli hoparlör gelmeden önce imsak ve iftar vakitlerinde de boru vurulurdu.
Kumanya
Bizim için, çocuklar için Ramazanın ilk işareti "kumanya" alımı olurdu. Evin kaynanası veya gelini yeni küçük sepetini sırtına alır, Bakkal Balcı'nın veya Dere (Çarşı)'deki dükkânlardan birinin yolunu tutardı. Hemen herkesin aldığı Ramazan kumanyası malzemesi şunlardı: Birkaç kilo toz şeker, iki veya beş kiloluk zeytinyağı, bir-iki kilo pirinç, birkaç kilo buğday unu (beyaz un), bir-iki kilo makarna, yarım veya bir kilo iç yağ (lahana çorbasına konacak), bir-iki kutu bisküvi (yemek için değil baklava yapımında kullanmak için)... İşte hepsi bu kadar.
Ankara'da veya İstanbul'da oturan köylümüz bazı zenginler tanıdıkları bakkallara haber göndererek onlar vasıtasıyla akrabalarına, yaşlı kadınlara ve fakir ailelere kumanya dağıtırlardı. Fakir ailelerin, bakkallardan gelecek bu kumanya haberlerini büyük bir heyecan ve kendilerine mahsus gizlilik içinde beklemelerinin bazı örneklerine ben de şahit oldum. Kendine kumanya alırken fakir komşularını unutmayan köylüler de hiçbir zaman eksik olmazdı.
Zengin olsun, fakir olsun ailelerin kumanya alımları büyük ölçüde veresiye olurdu, mahallî tabirle "deftere vurulurdu". Hemen her evin tanıdık bir dükkânda veresiye defteri olurdu. Bu biraz da gurbetçilikten kaynaklanıyordu. Memurlar defterdeki hesaplarını aybaşı kapatırken gurbetçilerin hesapları altı ay, bir sene, nadiren daha da fazla açık kalırdı. O zamanlar enflasyon hızı çok düşük olduğu için bu gecikmeler taraflar için büyük bir problem doğurmazdı.
Bakkal dükkânı sahipleri veresiye alışveriş yapan kadınlarla para ve ödeme konusunda genellikle muhatap olmazlardı. Defter kabardıysa veya bakkalın kendi ihtiyacı varsa yapacağı şey bir başka gurbetçi ile evin adamına haber salmaktı. Veresiye yüzünden mal vermeyen, kadını boş çeviren, onun yüzüne karşı kocasının aleyhinde konuşan bakkallar da yok değildi ama kimse bu davranışı hoş karşılamaz, doğru bulmazdı. Zavallı kadının ne kabahati vardı, boyu devrilesi kocası arayıp sormamış, borcuna sahip çıkmamıştı!
Sahur ve İftar Sofraları
Beş altı yaşlarına basmış bir çocuk için sahura kalkmak, iftar sofrasına kurulmak, hele hele oruçlu muamelesi görmek kadar heyecan verici ne olabilir?
Büyüklerimizle akşamdan sıkı pazarlık yapardık. Analarımız bir taraftan bizi kaldırmak istemezlerdi çünkü kıştı, soğuktu, uykumuz bölünecekti. Diğer yanda ise çocuğunu oruca alıştırmak, Ramazanın zevklerine, kendine has tatlarına ortak etmek gibi insiyakî duyguları vardı. Neticede birkaç defa uyandırıldığı halde tekrar uyuyan, artık kaldırılmamakla tehdit edilen çocuk yalınayak, yaka bağır açık, yarı uykulu gözlerini oğuştura oğuştura sahur sofrasına gelmiştir.
Önce sofrayı bir süzer. Onun için öncelikli şey zaten sahur ve iftarların özellikle tatlı yemekleridir. Baklava, lokma (mahalli tabirle çırılta), bal, pekmez veya şeker şerbeti... Başlangıç yemeği olarak muhlama, çumur, kayağına hazırlanmışsa nurun alâ nur. Bu yemeklerin hepsi yağlı ve kızarmış yemekler. (Doğrusu şimdi bu yemekleri yiyip de nasıl susuzluktan kavrulmadan oruç tuttuğumuzu anlamaya, hatırlamaya çalışıyorum). İftarda da diğer yemeklerle birlikte bunlar da yer alırdı.
Çocuklar için çok nazik nokta şurası idi: Sahura kalkmadığınız veya iftar sofralarına oturmadığınız zaman bu yemeklerden mahrum kalma ihtimaliniz çok fazladır. Tatlılar bitebilir, tencereler süpürülebilirdi. Daha da önemlisi yağlı ve tava yemekleri zaten bir öğünlük ve bir sofralıktır. Ne yapıp yapıp orada bulunmalısınız.
İlk acıktığınızda veya susadığınızda orucunuzu bozduysanız iftar vakti için sabırsızlanmanıza gerek yok. Ezan okunmaya başlar başlamaz oyunu bırakarak koşarsanız sofraya yetişirsiniz. Esas zorluklar ve keyifli / tedirginlik verici haller küçücük bünyeleriyle orucu akşama kavuşturan çocukları bekliyordur.
Köyün yerleşimi çok dağınık olduğu için Büyük Cami'den okunan ezan her taraftan işitilmeyebilirdi (diğer camilerin imamları Büyük Cami'nin sesini duymadan ezana başlamazlardı). Onun için hem boru vurulur hem de köyün yerleştiği yamacın karşı yamacından (Hakupağara'dan), komşu köylerin de duyabileceği tarzda toplar atılırdı; mahalli tabirle "top patlardı". Epeyce uzak bir mesafede olduğu için topun önce ağzından çıkan alevinin ışığı görülür, sonra sesi bütün vadiyi sarardı. İşte çocukların en keyifli ve belki de en sabırsız anları, evlerinin bir yerinden bu topun ışığını, ardından sesini ve bununla birlikte ezanın okunmasını bekledikleri anlardı.
O son dakikalar ne kadar da uzardı ya Rabbim! Sanırsın ki dakikalar yıl olmuş.
Bir Köy Camisinde Ramazan
İster şehirde isterse köy, kasaba gibi daha küçük yerleşim birimlerinde olsun mahalle, geleneksel olarak caminin etrafında şekillenir. Cami dinî hayatın olduğu kadar sosyal yaşantının, insanî ilişkilerin, buna bağlı olarak yerleşmenin de merkezindedir. Çok yönlü bu merkezîlik herhalde en çok Ramazan ayında hissedilir.
Çocukluğumun geçtiği köyde iki Kur'an kursunun olduğundan bahsetmiştim. Bunlardan biri resmi Kur'an kursu idi ve daha fazla talebeye sahipti. İkincisi ise fahrî idi ve talebe sayısı daha mütevazı sınırlarda kalırdı. Bu ikinci kursun hocası olan Hafız Mehmet (meşhur adıyla Kutuz Hoca) aynı zamanda Büyük Cami'nin imam ve hatibi olduğu için hafız yetiştirme hizmetini fahrî olarak yürütebiliyordu.
Bu satırların yazarı 10 yaşında iken ilkokulu bitirmiş "biri" olarak fahrî Kur'an kursunun gulgulesi arasına katılmıştı. Hafızlık yaptığımız dershane Büyük Cami'nin hemen yanı başında olduğu için, orada mahalle camimize nazaran daha kalabalık, daha canlı, daha hareketli bir Ramazan bizi karşılardı.
Hafızlık yapmakta olan talebeler için Ramazanın diğer insanlardan farklı tarafları vardı. Büyük Cami'de ikindi ezanı sonrasında kurs talebeleri mukabele okurlardı. Ezber yapmaya başlamış herkes ders seviyesine ve okuma kabiliyetine göre bu mukabeleye katılırdı. Hocamız birkaç gün önceden kimin hangi sayfaları okuyacağını söylerdi. Ramazanın ilk gününden itibaren de ezber yapmakta olan bütün hafızlar birinci cüzden has okumaya başlar, böylece hem dersimiz hem de mukabele okuyacağımız cüz aynı cüz olmuş olurdu. (Daha önce ezberlenen sayfalara "has" yeni ezberlenenlere ise "ham" sayfa denmekteydi. Ham okumak, has okumak da buradan geliyor).
Ramazan boyunca has okuyacağımıza sevinirdik, çünkü bu kolay bir şeydi; mukabeleye dahil edilmemiz daha da memnuniyet verici bir şey, çünkü bayramın arifesinde mukabele okuyanlara toplu bir para verilirdi. 1966 ramazanında her birimize 120 lira verildiğini hatırlıyorum. Bunlara bir de cemaat huzurunda Kur'an okuma, okuyabilme gururunu ve imtiyazını da katarsanız daire tamamlanmış olur.
Hocanın Yanında Ramazan
Bir Ramazan ayının gecelerini de hocamla birlikte geçirmiştim. Hocanın yanında kalan, bir taraftan ona yardımcı olacak diğer taraftan da müezzinlik, aşır okuma, imamlık gibi hizmetlere hazırlanmış olacaktı. Fakat bizi birinci derecede ilgilendiren cami cemaatinin içine eşit bir fert olarak katılmak ve onlarla birlikte sahur ve iftar sofralarına oturmaktı.
Her akşam mahallenin bir evinden camiye yemek gelirdi. Akşama doğru hoca yemek sepetini boşaltır, iftar ve sahurlukları ayırır. Bir taraftan da cemaatin yemekle ilgili takılmalarına, şakalarına cevaplar verir. Muhlama hazırlamaya, yemekler ısıtılmaya başlanır.
Köydeki yabancı bekâr öğretmenler zaten bizimle beraber dershanede iftar edecekler, sahurda da onlarla birlikteyiz. Fakat ailesiyle birlikte köyde bulunan misafir öğretmenler de bu bereket sofrasından nasiplenmeli değil mi? Hocaefendi gelen malzemeyi ve yemekleri ölçüp biçtikten sonra hocanın başyardımcısı olan, cemaattan rahmetli Kubur'un Dursun'u çağırır ve öğretmenlerin oturdukları evlere yağ, peynir, süt, yoğurt göndermeyi ihmal etmez, caminin yakınında kimsesiz yaşayan Hala Esma'yı da unutmazdı. Dursun Dayı meşgul olduğu zamanlarda bu getirme-götürme işleri bize düşerdi.
İftar sofrasında, hoca, Dursun ve benden başka iki üç tane öğretmen, varsa misafir hafızlar ve dilenciler bulunurdu. (Cemaatin, bizimle beraber yiyip içen öğretmenlerden bazılarının oruç tutmadıkları yolundaki sözlerini Hocaefendi duymazlıktan gelirdi). Muhlama esas itibariyle elle ve banarak yenmesine rağmen sofradakiler rahatsız olmasın diye hocamız kendine mahsus usullerle kaşıkla yenecek biçimde hazırlamayı tercih ederdi. İftar boyunca yemekle ilgili şakalaşmalar, fıkralar devam ederdi. O sene her gün oruç tutmadığım için iftar ve sahurda bana da takılmayı ihmal etmezlerdi; tuttu mu tutmadı mı, kaç eliyle tuttu, bilerek mi bozdu, unutarak mı?..
Biz daha sofradan kalkmadan yakın evlerden cemaat gelmeye başlardı. Akşam namazı cemaatle kılınacaktır. Namazdan sonra yatsı ve teravihe kadar sohbet üstüne sohbet...
Dershanede dilenciler için ayrı, misafir hafız ve hocalar için ayrı yataklar vardır. Teravihten sonra yataklar hazırlanır, herkese yeri gösterilirdi. Hoca ile birlikte kalan talebe ise üst katta yatardı.
Sahur vakti için saatin zili çaldığında Hoca'dan önce kalkıp sobayı yakmak gerekiyor. Aslında Kutuz Hoca en ufak işini dahi cemaatten ve talebelerinden birine yaptırmak istemezdi fakat rahatsız olduğu için soğuğa karşı dayanıksızdı.
Sobayı yakmak ve sahur borusu vurmak üzere "ben" daha alt kata inmeden Dursun kapıda belirmiştir: "Hoca, Hocaaa, vakittir, vakit!" Kapıyı açar, birlikte içeri gireriz. Misafirler ve dilenciler de yorganlarını oynatmaya başlarlar. Bir taraftan sobaya fer verir, diğer taraftan da gaz ile çalışan Almanya'daki köylü işçilerimizin getirdiği lüks lambası uyandırılmaya çalışılırdı.
Hoca aşağıya indiği zaman yemekleri kontrol etmeye başlar. Dursun ise gazlı-idareli feneri eline alıp bizimle beraber sahur sofrasına oturacak olan bekâr öğretmenleri uyandırmaya gider. Döndüğü zaman hep aynı şikâyet: "Öğretmenlerimiz çok iyi öğretmenler, fakat geç yatıyorlar, uyandırması zor oluyor. Kaç defa bağırdım!" Rahmetli Dursun Dayının kulakları ağır işittiği için caminin etrafında oturan öğretmenlere canhıraş bir şekilde bağırdığını biz de dershanede duyardık. Öğretmen sesini duyuyor, cevap da veriyor ama duyan kim! Kalkıp ışığı yakıncaya kadar Dursun kapıda bekleyecek ve bağıracaktır.
Şükür bir sahur yemeği daha yenmiş, bir oruca daha başlanmış, bir sabah namazı daha kılınmıştır. Bizim için artık yatmak yok. Biraz sonra hafızlar gelmeye başlayacak ve o günün dersi, mukabele sayfaları gulgule içinde okunmaya başlayacaktır. Hoca ise yaklaşık bir saatlik uyku ve dinlenme için dershanenin üst katına doğru çıkmak üzeredir...
Biraz sonra kalkıp gelecek ve öğle ezanına kadar bütün ciddiyeti ve titizliğiyle hafızlarla uğraşacak (uğraşacak ne kelime, didişecek, harp edecek demeliydim) olan Hocaefendi babamdır.
Bayramlar, Bayramlar...
Yine köydeyiz. Çocuklar için bayramın birkaç gün öncesinden başladığı köyde...
Durmuş Hacı Hüseyin'e diktirilmiş geniş bir kadife pantolon, (Rahmetli zaten normal darlıkta bir pantolon hiç dikmezdi), yeni bir Trabzon lastiği (Derby marka olursa birinci sınıf kundura yerine geçer), satın alınmış veya evin yaşlı erkeği tarafından dokunmuş yeni bir çift yün çorap ve nihayet bir gömlek....
Bu takımı düzebildin mi cennetlik sayılırsın.
Babası gurbette inşaatçı olan arkadaşlarımız daha şanslı sayılırdı. Ya kendisi gelirken çocuklarına üst-baş getirir veya bayram için köye gelen bir arkadaşıyla gönderirdi. Fakir ailelerin çocuklarını daha da koyulaşmış bir hasret beklemektedir. Anneleri becerikli ise eski pantolonlarını yıkar, yamar, paçalarını düzeltir, eksik düğmelerini tamamlar, eli yüzü düzgün hale getirir. Eski lastik ayakkabılar gürül gürül akan çeşmenin altında yıkanır (bundan iyi boya ve cila mı olur?), altı nisbeten az yırtılmış veya erimiş çoraplar giyilemez hale gelmiş olanların bilek kısımları kullanılarak yamanır, dikilir.
İşte çocuklar bayram akşamına çıkmıştır.
Alacakaranlıkta köyün meşhur tüfek ve tabancaları şakımaya başlamıştır. Köyün yüksek yerlerinden peş peşe patlayan tüfek mermilerinin çoğunun sesi tanıdıktır. Halinz'dan Tahir atıyor, Kutuz'un mahallesinden Adem veya Tolan atıyor, Mıhçiler'den Mutika atıyor... Sesi ve yankısı güzel ve yüksek tonda olsun diye uzak mesafelerdeki kayalar hedef alınarak ateş edilir. Çift (yankılı) patlamaya kumbaralı patlama denirdi.
Yatmadan önce yıkanmak faslı var. Ateşe kalın odunlar atılır, bu yolla hem ısı oranı yükselir, hem de aydınlatma artar. Her evde büyükçe bir leğen (yıkanma teknesi) vardır, kimisi bakır kimisi kızılağaçtan mamul. Leğen ateşe yakın bir yere yerleştirilir. Anne büyük güğümde suyu ayarlar. Önce erkek çocuklar yıkanır; tabiî bağrışmalar, gülüşmeler eşliğinde. Henüz terlik ve pijama köye gelmemiştir, o yüzden anne yıkadığı çocuğunu kurular, giydirir, başına eski bir çember varsa havlu sarar, ayakları kirlenmesin diye sırtına atar, doğru yatağa. Sonra öbürü, sonra öbürü...
Erkek çocuklar sahayı terk edip ertesi günün rüyalarıyla dolu tatlı uykularına dalarken sıra kız çocuklara gelir. Onlar da daha bir sessizlik, mahremiyet ve titizlik içerisinde, anneleriyle fısıldaşarak, biraz da nazlanarak arınırlar. (Aah o gani gönüllü, güngörmüş anneler! Ne oldular, nerelere gittiler?)
Evin erkekleri sabah ezanı daha okunmadan kalkıp giyinir, abdestini alır ve camiye doğru yola koyulur. Eski alışkanlıklarını veya babasının geleneğini sürdürenler yarım saatlik, bir saatlik mesafeyi kat etmeyi göze alarak Büyük Cami'ye veya babasının gittiği camiye gider, diğerleri ise mahalle camilerinin dershane denen oturma kısmına kendini atar.
Hoca zaten çoktan kalkmış, sobayı uyandırmıştır. Bir taraftan da ders bakmaktadır, mollalığı varsa vaaz edecek, en azından yıllanmış Osmanlıca hutbe mecmuasından bayram hutbesini okuyacaktır.
Çocuklar ancak bayram namazına yetişir. Büyükler için bile nisbeten karışık olan bayram namazı onlar için bir problem teşkil etmez. Nasıl olsa yanındakini gözetleyecek ve onun yaptıklarını üç aşağı beş yukarı yapacaktır. Yanlış yapsa, rükuya biraz geç gitse ne olur ki? Çocukların kafası namazdan sonraki bayramlaşmalarda alınabilecek muhtemel harçlıklarda yoğunlaşmakta ve derinleşmektedir.
Namazdan hemen sonra cami avlusunda başlayıp gün boyu süren bayramlaşmalar başlamıştır. Çocuklar önce babalarını ve büyük akrabalarını yakalamak peşindedirler. Sonra da diğer cemaat sıraya alınır. O heyecan içerisinde "Bayramınız mübarek olsun" cümlesini tam olarak, doğru ve işitilebilir bir sesle söyleyebilenlerin sayısı hayli sınırlıdır.
Ben hocalarla ve mollalarla bayramlaşmaktan özel bir zevk alırdım. Onlar "Senin de mübarek olsun" demekten öte mânasını anlamadığım fakat söyleniş tarzından ve vurgularından etkilendiğim Arapça bir ifade kullanırlardı. Sonraları bunun "Ğafarallâhu lenâ veleküm ecma'in" (Allah bizim ve sizin günahlarımızı bağışlasın) ibaresi olduğunu öğrenecektim.
Benim çocukluğumda bayramlaşan, el öpen çocuklara verilen harçlık genellikle 25, bilemedin 50 kuruştu. 5 veya 10 kuruş veren fakir veya eli sıkı yaşlılar da olurdu. Cebinde ne vardı ki ne verecekti? 1 lira verenler çok çok nadirdi. Zaten bizim de günlerce almayı tasarladığımız şeyler çok sınırlı ve mütevazı idi. Mantar, sakız, şeker, lokum, balon... Hepsi bu. Bayram harçlıklarından oluşan bütçeyi, mantar tabancası almak dışında zorlayan şey yoktu.
Namazdan ve bayramlaşmadan sonra büyükleri yemeğe davet eden aileler bellidir; cemaatin önemli bir kısmı eve giderler (Bizim mahallede Vahitler'in evine gidilirdi). Caminin hocası ve orada kalan birkaç yaşlı için camiye de yemek ve tatlı getirilirdi.
Mahallenin çocukları dedemden kalma bir gelenek olmak üzere bayram yemeklerini bizim evde yerlerdi. 15-20 çocuk bir veya iki sofranın etrafında kurulurduk. Hepimiz aynı tabaktan yerdik. Önce yağlı tava yemeği (çoğunlukla muhlama); sonra çorba (sebzeli yemek), ardından pilav ve en önemlisi büyükçe bir tabak bal.
Evimizden hiç eksik olmayan balın bolluk ve bereketini nasıl anlatabilirim? Çocuk arkadaşlarımızın heyecanla ve hevesle bekledikleri de bu büyükçe tabaktı, çünkü çok azının evinde bal bulunurdu. (Zamanlar geçtikçe, zenginleşme ve refah oranı artıkça bizim bayram sofrasındaki çocukların sayısı da, heyecanları da azaldı). Biz aşa kaşık sallarken selâmetlik anam bir taraftan bize yemek yetiştirir, bir taraftan da sofrayı devirmeyelim, üzerimize dökmeyelim, itişip kakışmayalım diye sürekli bizi uyarırdı. Kolay değil, 5 ilâ 12 yaş arasında 15-20 çocuk aç kurtlar gibi, aynı anda yemek yiyor.
Çocuklar ve gençler için bayramların iki geleneksel eğlencesi vardır. Biri salıncak (mahalli tabirle "layıncak") diğeri de ılıcaya gitmek. Ortalık aydınlanır aydınlanmaz mahallenin belli yerlerinde, dalları kalın ve yüksek armut ağaçlarına halat atılarak müthiş salıncaklar yapılırdı. Mahir ve kıvrak gençlerin elinde salıncağın gidiş-geliş kavsi herhalde 15-20 metreyi bulurdu. Kızlar ve erkekler için ayrı ayrı salıncak mahalleri vardı, ama kenar yerlerde kızlarla delikanlıların gevşek yasaklar içinde kaçamak yaptıkları bir veya iki salıncak yeri de hep olmuştur.
Ilıca, köyümüzden yaklaşık 3-4 km uzaktaki Şimşirli (eski adı Komes) köyünde kayanın göbeğinden fışkıran bir maden suyu idi. Bayramlarda kadın erkek, çoluk çocuk kafileler halinde oraya gidilir, birkaç yudum ılıca suyu içilir, oturulur, getirilen kaplara doldurulur, ağızları sıkı sıkıya kapatılır ve geri dönülürdü. Kız ve erkek çocuklardan bazılarının orada bu su ile yıkandıkları da olurdu. Bazı hastalıklara özellikle sindirim sistemi rahatsızlıklarına, bağırsak parazitlerine bu yıkanmanın iyi geldiği kanaati yaygındı. Soğuk su ile ve açık havada, bir halkanın içinde gerçekleşen bu yıkanma merasimi yıkanan için de seyredenler için de enteresandı.
Şimdi düşünüyorum da ne kadar mütevazı ve sade, ne kadar neşeli ve derin Ramazanlarımız ve bayramlarımız vardı.