İnsan en sevdikleri için her şeyin en güzelini ister. İster ki sevdiklerimiz güzel olsun, güzel şeylere sahip olsun, güzel yaşasın. "Güzel" de adamdan adama değişir. Herkesin "güzel"i kendine göredir. Gerçek Güzel'e gönül vermiş olana gelince işte o da bu güzelliği sevdikleri de tatsın ister. Bu yüzdendir çoluğumuzun çocuğumuzun, dostlarımızın kardeşlerimizin başında dikilip durmamız. Onlardan bazıları bu tavrımızı "hayatlarına müdahale" gibi algılasa da bize göre yaptığımız iş açlıktan çer çöp yiyen inatçı bir sevdiğimizi yakasından tutup biraz ötedeki mükellef sofraya sürükleyerek de olsa götürmeye çalışmaktır. Böyle açıklarız kendimize bu ısrarı.
Gel gör ki dikkatimizi, gücümüzü o kadar harcamışızdır ki sevdiklerimize yine etrafımızda dolaşıp bizim bir çağrımıza bakan gönlü açık insanları görememişizdir. İşte bu iyi niyetli çırpınmaların -tam da burada çırpınmanın dozu fazla kaçınca nasıl bir yanlışa dönüştüğüne dikkatinizi çekerim- iyi niyetten ötürü göremediğimiz sakıncalı tarafı da burası. (Şuara 3; Kehf 6) Öyle bir noktaya getiriyor ki bizi bu çırpınmalar insanların düzelmesinden ümidimizi kestiğimiz için başka biriyle uğraşma gücü bulamıyoruz bu sefer kendimizde.
Bundan "demek ki insanlarla o kadar uğraşmak gerekmiyormuş" sonucunu çıkarmadınız değil mi? Buradan çıkaracağımız sonuç tebliğ çabalarımızı tüm insanları kucaklayacak şekilde yaymak gerektiğidir.
Aynı zamanda bir kişinin bize önemli (ya da önemsiz) gelmesi tebliğde enerji israfına yol açmamalı; karakteri, sosyal durumu, kapasitesi ne olursa olsun Allah'ın ulaşabildiğimiz her kulunun o sofraya davet hakkı olduğunu bilmeliyiz. (Abese 1-12)
Efendimiz sadece Ebû Talib'le uğraşsaydı, "kendi amcasına faydası olmayanın başkasına nasıl olsun" deseydi size ve bana nasıl ulaşırdı bu davet. (Kasas 56)