İslam toplumunun inşa edildiği ilk dönemde ortaya çıkan kavramların en önemli yönü, içerik ve sınırının vahiy ve Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş olmasıdır. Değer yargıları, algılar ve yorumlar hep bu iki esas ile şekillendirilmiş ve öyle anlaşılmıştır. Hz. Peygamber’in vefatı toplumsal alandaki problemlere olduğu gibi bu kavramları anlama ve anlamlandırmadaki problemlere de kapı açmıştır.
Hz. Peygamber döneminde yeni bir inanç ve hayat biçimi olarak ortaya konulan İslam, kabul ettiği ilke ve değerleri çeşitli kavramlarla ifade etmiş, uygulamalarla ortaya koymuştur. Söz konusu bu kavramların farklı örneklerini ilk dönemlerden itibaren sosyal ve dinî hayatın içerisinde görmek mümkündür. Ancak İslam toplumunun inşa edildiği bu ilk dönemde ortaya çıkan kavramların en önemli yönü, içerik ve sınırının vahiy ve Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş olmasıdır. Değer yargıları, algılar ve yorumlar hep bu iki esas ile şekillendirilmiş ve öyle anlaşılmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatı toplumsal alandaki problemlere olduğu gibi bu kavramları anlama ve anlamlandırmadaki problemlere de kapı açmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn dönemi ve sonrasındaki İslam tarihi bu noktadaki problemlerin dini, siyasi ve fikri alana yansıyan örnekleriyle doludur. İlk dönemlerden itibaren İslam toplumunda var olan Ehl-i Beyt kavramı da bu etki ve değişimden nasibini almıştır. Kavramın anlamlandırılması ve bugüne uzanan tarihî etkilerinin doğru olarak değerlendirilebilmesi için bu değişim süreci ile nedenlerinin bilinmesi gerekmektedir.
Ehl-i Beyt denildiği zaman her Müslümanın zihninde oluşan çerçeve Hz. Peygamber’in ailesidir. Bu kavrayış, herhangi bir fark gözetmeksizin tüm Müslümanların genel anlamda kabul ettiği bir çerçeve ve belki de en doğru tanımlamadır. Ancak ne zaman ki “Ehl-i Beyt nedir? Kimler Ehl-i Beyt’tir? İslam’daki yeri neresidir? Misyonu nedir” gibi sorular gündeme geldiğinde, farklı düşünce ve fikirler eşliğinde tartışma ve tefrikalar ortaya çıkmaktadır. İşte bu tartışma ve belirsizlik noktasıdır ki taşıdığı önem açısından Ehl-i Beyt kavramını İslamî literatürdeki diğer kavramların önüne taşımıştır.
Ehl-i beyt gerek kavram gerekse kişiler olarak İslam’da dolayısıyla İslam tarihinde önemli bir yere sahiptir. Hz. Peygamber’in ailesi ve yakın çevresi olan bu kişilerin ilk İslam toplumundaki dini ve sosyal fonksiyonları tüm Müslümanlar tarafından bilinen bir gerçektir. Bu dönemde Müslümanlar Hz. Peygamber’e karşı besledikleri sevgi ve saygının bir benzerini onun yakınları olan Ehl-i Beyt’ine karşı da beslemişlerdir. Bundan daha önemlisi Müslümanlar İslam’ın yeni nazil olan prensiplerini Hz. Peygamber’in öğretim ve uygulamasından öğrendikleri gibi ev ve aile hayatının özel konularının öğreniminde Ehl-i Beyt’ten istifade etmişlerdir. Ehl-i Beyt’in bu fonksiyonu Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra da artarak devam etmiştir. Ehl-i Beyt’in siyasî, sosyal, iktisadî ve fıkhî boyutları da dikkate alınacak olursa, günümüze kadar uzanan İslam tarihi sürecinde Ehl-i Beyt’in önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Ehl ve beyt kelimelerinden oluşan Ehl-i Beyt tabiri Arap dili içerisinde ev halkı, hane halkı anlamında her dönemde kullanılmıştır. Kelime anlamı evde oturanları ve evde bulunanları ifade eden bu tabirin, bir kişiye izafe edildiği zaman o kişinin eş(ler)ini çocuklarını ve yakın akrabalarından olan tüm erkek ve kadınları içerisine aldığı kabul edilmektedir. [1] Kelime anlamının dışında bu tabire kavram olarak farklı dönemlerde daha farklı anlamlar yüklenmiştir. Cahiliye döneminde Mekke’de yaşayan Kureyş kabilesi, Kâbe’yi “Beyt” kendilerini de “Ehl-i Beyt” olarak tavsif etmiştir. Kâbe’yi ziyaret amacıyla gelen hacıların ihtiyaçlarının karşılanmasını kutsal bir görev olarak kabul eden Kureyş’ten bu görevleri yerine getiren Hz. Peygamber’in büyük dedesi Haşim b. Abdimenaf hac mevsimi yaklaştığında Kureyş’e: “Ey Kureyş topluluğu, siz Allah’ın komşuları ve Ehl-i beyt'isiniz. Allah’ın ziyaretçileri bu mevsimde size gelecekler. Onlar Allah’ın misafirleridir ve ikrama en layık olan ziyaretçilerdir” diye hitap etmiştir.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde geçen Ehl-i beyt tabirinin ilk geçtiği yerde Hz. İbrahim (as)’in eşi,[3] ikincisinde Hz. Musa (as)’nın annesi [4], üçüncüsünde ise Hz. Peygamber’in eşleri kastedilmiştir. [5] Bu son ayet Hz. Peygamber’in eşlerini muhatap alarak onları Ehl-i beyt olarak nitelendirmiştir. Bütün müfessirlerin kabul ettiği görüşe göre bu ayetler, Ehl-i beyt kavramı içerisine öncelikle kişinin eş(ler)inin gireceğine delalet etmektedir. Hadis rivayetlerinde de durum farklı değildir. Bu dönemde Hz. Peygamber’in eş ve çocukları ile yakın akrabalarının kastedildiği rivayetler yanında diğer insanların ev halkının kastedildiği kullanımlar da görülmektedir. [6] Bu dönemde gerek dinî gerek sosyal anlamda kendisine özel bir yer tahsis edilip, anlam yüklenmiş bir Ehl-i beyt kavramından bahsetmek mümkün değildir. Zira bizzat Hz. Peygamber’in tebliğini üstlendiği İslam ilkeleri dini alanda Allah ile kul arasındaki tüm kişi, grup veya zümreyi ortadan kaldıran, dini ve siyasi alandaki liderliği de Rasûlullah (sav)’a hasreden bir muhtevaya sahiptir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde genel anlamda Hz. Peygamber dönemindeki yaklaşım ve algının devam ettiğini söylemek mümkündür. Rasûlullah (sav)’ın eğitimi altında yetişip İslami yaşantının örneklerini daha sonraki nesillere gösteren ashab, her konuda olduğu gibi Ehl-i beyt konusunda da Hz. Peygamber’den nasıl gördü ise o şekilde hareket etmiştir. [7] Ancak bu genel görüntünün yanında Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında özellikle hilafet problemi çerçevesinde ortaya çıkan görüş ve düşünceler başlangıçta siyasî, devamında ise itikadî ve fikrî ayrılıklara sebep olmuştur. Bu tartışma ve görüş farklılıkları İslam toplumunu derinden sarsacak ihtilaf ve bölünmelerin sebebi olarak karşımıza çıkacaktır. Yine bu tartışmalar, üzeri küllenmiş olan asabiyet -kabilecilik- ruhunun tekrar ortaya çıkmasına, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin şehid edilmelerine, Cemel ve Sıffîn savaşlarına, Hz. Ali-Muaviye mücadelesine, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine, kısaca sonu gelmez fitnelerin yayılıp asırlarca İslam toplumunun rahatsız olmasına sebep olmuştur. Bu çerçevede ortaya çıkan gruplar kendi görüş ve düşüncelerini haklı göstermek için yaptıkları yorumlarda Ehl-i Beyt kavramında bir takım anlam kaymalarına da sebep olmuşlardır. H. 41(661) yılında tarih sahnesine çıkan Şam merkezli Emevi Devleti, tarihsel arka planını kabilevi mücadelelerin oluşturduğu bir temel üzerine oturtmuştur. Zira Muaviye ve onun mensup olduğu Ümeyyeoğulları, Cahiliye döneminden itibaren rakip olarak gördükleri Haşimoğulları’na karşı mücadelelerini, bu dönemde Hz. Ali ve yakınları ile onların taraftarlarına karşı sürdürmüşlerdir. Kendi konumlarını güçlendirmek adına siyasî rakiplerini küçük düşürmek ve baskı altına almak için farklı uygulamaları devreye sokmuşlardır. Hz. Ali ve taraftarlarına Cuma hutbelerinde hakaret edilmesi, Fedek arazisinin Ehl-i Beyt fertlerinin ellerinden alınması gibi somut uygulamaların yanı sıra Basra ve Kûfe merkezli Irak bölgesinde Ziyad b. Ebîh, Ubeydullah b. Ziyad ve daha sonra da Haccac b. Yusuf gibi valiler idaresinde sürekli olarak baskı ve yıldırma politikası paralelinde zulme varan uygulamaları reva görmüşlerdir.[8]
Emevi Devleti'nin bu politikası Haşimoğulları cephesinde kabul edilemez görülerek şiddetli bir tepki doğurmuştur. Ancak Hz. Ali taraftarları bu noktada güçlü bir devlet olarak karşılarına çıkan Emevilerle mücadelede artık Haşimoğulları kimliği gibi kabilesel bir çerçevenin yetersiz kalacağı gerçeğinden hareketle, tarihsel sürecin de ortaya çıkardığı bir fırsat olarak “Ehl-i beyt” olgusuna sarılma ve onunla kendilerine güçlü bir cephe oluşturma yoluna gitmişlerdir. Zira İslam’ın farklı kültür, inanç ve etnik kimliklere ulaşmasıyla durum farklılaşmış, çerçeve, Arap kimlik ve yapısını çoktan aşan bir yapıya kavuşmuştur. “Ehl-i Beyt” olgusu hem olayı kabilevi boyuttan öteye taşıyacak hem de dinî bir altyapı ile kitleleri harekete geçirebilecek bir imaj olacaktır. Nitekim Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine kadar geçen sürede Ehl-i Beyt kavramının siyasî anlamda kullanılmamış olması da bunu destekler mahiyettedir.
Muaviye’nin oğlu Yezid döneminde meydana gelen Kerbela yani Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi olayı, İslam toplumunda adeta bir sosyal deprem meydana getirmiştir. Bu olay iki taraf arasındaki mesafeyi uçuruma dönüştürürken, Ehl-i Beyt kavramı için de yeni bir süreç ortaya çıkarmıştır. Ehl-i Beyt’e kavram olarak farklı anlamlar yüklenmesinin ve siyasî amaçlar için kullanılmasının büyük ölçüde başlangıcı Kerbela hadisesidir.
Kavramın anlam ve fonksiyon olarak değişiminin belki tek değil ama en önemli sebebi Hz. Hüseyin’in şehit edilmesidir. Emevi idaresine karşı isyan hareketine girişecek olan insanların karizmatik lider arayışları, Ehl-i Beyt’in son ferdi olan Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle ortada kalmıştır. İşte bu boşluk, onun şehit edilmesine sahip çıkmakla ve intikamının alınması düşüncesine sarılmakla giderilmeye çalışılmıştır.
Bundan sonra cereyan eden hadiselerde her ne kadar diğer bazı sebepler bulunsa da Hz. Hüseyin’in intikamının alınması söylemi hep birinci sırayı alacaktır. Çünkü bu şehadet Müslümanlar arasında büyük bir infiale yol açmıştır. Bu infialden istifade etmek isteyen Emevi karşıtları giriştikleri hareketlere halk desteğini sağlamak adına onun intikamını kullanma yoluna gitmişlerdir. Bütün bu hareketler, neticede Ehl-i Beyt tabirinin siyasî alanda bir istismar aracı haline dönüşmesine neden olmuştur.[9] Bu dönemde Hz. Ali taraftarlığı olarak karşımıza çıkan bir hareket, daha sonraları Fars kültür ve inancının etkisiyle yoğrularak daha sistematik bir yapıya bürünmüş ve Şîa adıyla tarihe mâl olmuştur. Ehl-i Beyt mezhebi olarak kendisini takdim eden Şîa, İslam iktisadı ve siyaseti açısından geliştirdiği ideolojik yaklaşımlarıyla zaman içerisinde marjinal bir yapıya dönüşmüştür. Ehl-i Beyt’i de Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e hasretmiş, Hz. Hüseyin soyundan gelen imamları da kendilerine tâbî olunacak yegâne masum günahtan korunmuş önderler olarak takdim etmiştir. Kendi düşünce ekseninde şekillendirdiği bu yapıyı itikadi sistemin temeline oturtmuş, bu noktada yöneltilen tenkitleri ise kendi bakış açısı ve yorumuyla cevaplamaya çalışmıştır.
Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sebeplere dayalı olarak ortaya çıkan istismar ve değişim süreci Müslümanları Ehl-i Beyt’in kim ve ne olduğunu araştırmaya, Kur’ân ve Sünnet kaynaklı tanımlar yapmaya sevk etmiştir. Konuya bu noktadan yaklaşan Ehl-i sünnet itikadı içerisinde kavram için farklı tanımlar yapılmıştır. Kimi tanımlar Ehl-i Beyt’i sadece Hz. Peygamber’in ev halkına yani hanımları ve çocuklarına hasrederken bazıları da Hz. Ali ile torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i de bu çerçeveye dahil etmişlerdir. Yine bazı tanımlar Hz. Peygamber’in ailesiyle birlikte yakın ve uzak akrabalarını bu kapsama alırken, bazıları "ehl" ve "âl" kelimeleri arasındaki ilişkiye dayanarak Kur’ân ve Sünnetten getirdikleri delillerle tüm Hz. Muhammed (sav) ümmetinin onun ehli olduğunu savunmuşlardır. [10] Asıl itibariyle kavramın İslam’ın temel esasları çerçevesinde anlaşılmayacak bir yönü yoktur. Ne var ki toplumsal değişme ve fikrî mücadeleler kavramı bir problem haline dönüştürmüştür. Yıllar boyunca kim, ne ve nasıl olacağı tartışılmadan, doğru bir bakış açısı geliştirilme ihtiyacı hissedilmeden mefhum olarak uğruna kanlar dökülen, canlar verilen, isyanlar çıkartılan, devletler kurulup devletler yıkılan ütopik bir yapıya büründürülmüştür. Kavram, bugün bile aynı özelliğini sürdürmektedir. Genel olarak tarih boyunca Müslümanlar Hz. Peygamber’e besledikleri sevgi, saygı ve hürmeti, onun yakın çevresi yani Ehl-i beyt’i için de göstermeyi inançlarının bir gereği saymışlar, gönül dünyalarında filizlenen samimi sevgi ve saygıyla muamele ederek hak ve hukuklarına hassasiyetle riayet etmişlerdir. İşte bu samimi duygu, bir takım insanları Ehl-i beyt olgusunu kullanarak kendilerine bir konum ve taraftar toplama gayreti içerisine itmiştir. Bu nedenle Ehl-i beyt, kavramın siyasî bir amaçla ele alınıp yorumlanmasından sonra hemen hemen her dönemde şahsî çıkar ve siyasî menfaat açısından kullanılan, istismar edilen bir kavram haline dönüştürülmüştür.
Kavramın tarihsel analizini yaptığımız zaman istismar yönünün ağır bastığını, farklı amaçlarla, farklı zaman ve coğrafyalarda, farklı kişiler tarafından istismar edildiğini açık bir şekilde görmek mümkündür. Öyle ki, toplum içerisinde bazı insanlar kendilerini bu kavramın koruması altına alarak, İslami açıdan gayrimeşru sayılan bir takım hareketlerinde bile meşruiyet zemini oluşturmakta ve kendilerine adeta bir kutsiyet izafe etmektedirler. Yine bazı oluşumlar gerçek yönünü ortaya koymak istemedikleri bu kavram çevresinde insanları toplayarak, kendi arzu ve istekleri doğrultusunda yönlendirmektedirler.
İslami ilimlere farklı açılardan konu olan Ehl-i beyt kavramının bu yönü, kendisini İslami literatürdeki diğer kavramlardan ayıran en belirgin özellik olmaktadır. Mezhepler tarihi açısından bazı büyük itikadi mezheplerin oluşumunda önemli faktör özelliğine sahip iken, yine mezhepler içerisindeki çeşitli fikrî akımların oluşmasına da etki etmiştir. Bunun yanında kendilerine zekâtın haram kılınması yönüyle fıkhî hükümlere konu olan Ehl-i beyt, tasavvufî ekoller içerisinde de farklı yaklaşım ve yorumların alanı olmuştur. [11]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse; Arap dili içerisinde sıradan bir tabir olan Ehl-i beyt İslâm toplumundaki değişime ve dönüşüme paralel olarak gerçek anlam örgüsünden koparılmış, içerisi farklı yorum ve düşüncelerle doldurularak İslam’ın genel yaklaşım ve çizgisinden uzaklaştırılmıştır. Bu noktada amaç, Ehl-i beyt’in kim ve ne olduğunun en doğru şekilde anlaşılması ve Müslümanlara anlatılması, İslam’ın makul ve mantıklı çizgisinin bu konuda da görülmesi ve gösterilmesi, istismara ve istismarcılara kapının kapatılmasıdır.
1. İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut 1300, c. XI, s. 29; İbn Sîdeh, el-Muhassas, Beyrut trs., c. I/III, s.129; el-Ezheri, Tehzîbü’l-lüğa, Kahire 1964, c. VI, s. 418; Zebîdî, Tâcü’l-arûs, Beyrut 1306, c. VII, s. 217.
2. İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Tanta 1995, c. I, s. 183; Makrizî, Kitâbü’n-nizâ’ ve’t-tehâsum fîmâ beyne Benî Umeyye ve Benî Hâşim, Kahire 1988, s. 39.
3. Hûd, 11/73.
4. Kasas, 28/12.
5. Ahzâb, 33/33.
6. Geniş bilgi ve örnekler için bkz. M. Bahaüddin Varol, Ehl-i beyt Kavramsal Boyut, Konya 2004, s.55 vd.
7. Varol, a.g.e., s.156, 205 vd.
8. Hasan İbrahim Hasan, Tarîhu’l-İslâm, Beyrut 1967, c. II, s. 2,3.
9. Geniş bilgi için bkz. M. Bahaüddin Varol, Siyasallaşma sürecinde Ehl-i Beyt, Konya 2004, s.151 vd.
10. Geniş bilgi için bkz. Varol, Kavramsal Boyut, s.65 vd.
11. Geniş Bilgi için bkz. Gülgûn Uyar, Ehl-i beyt, İslâm Tarihinde Ali-Fatıma Evladı, İstanbul 2004, s. 451 vd.