Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Elimizden Tutan Veda Hutbesi

8 Nisan 2013 Pazartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar



Shakespeare Kral Lear aracılığıyla insanın varoluşunu ve içinde kaynayan kazanları deşerken ona şöyle söyletiyordu : “Biri bana kim olduğumu açıklasın.”

Birbirimizin kanını döktük, insanlıktan çıktık haram kılındığı halde. Konuşmamız engellendiği için silaha sarıldık. Aslında dünya hiçbir zaman modern zamanlardaki kadar kitlesel tahribat ve kıyım yaşamamıştı. Yaraları sağaltacak kelimeler hangi yandan esiyor.

Peygamberimizin 8 Mart 632’de bir Cuma günü sadık yol arkadaşı olan devesi Kusva’nın üzerinde irad ettiği hutbeyi dinleyen yaklaşık 150 bin kişinin arasında sayalım kendimizi. Gözümüzü kapatıp sesi sıcağı manevi atmosferi sözlerin masum ve mukaddes kar taneleri gibi melekler tarafından indirilişini hayal edelim. Bu konuşma maddeler halinde sıralanmış bir beyanname olmayıp varlığın özüdür. “Ey İnsanlar! Sözümü iyi dinleyin” diye başlar ve ilk söz şöyle: “Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz(Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” İnsanlık onuru dediğimiz şeyin aslı esası budur. Bir insanın ölümü bu yüzden bütün insanlığın ölümüne eş tutulur. Bir insanı kurtaran da bütün insanlığı kurtarmış olur.

“Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O sizi yaptıklarınızdan dolayı hesaba çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyin ve birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan bir kimse bunları daha iyi anlayan birine ulaştırmış olur.” Yaratıcıyı asla göz ardı etmeyerek her türlü seküler deklarasyondan ayrılır hutbe. Çünkü insanı aklı ve bedeniyle bütünlük içinde Rabbine bağlar.

1948’de nice acı tecrübelerden ve II. Dünya Savaşı afetinden sonra Paris’te kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insanlar, kültürler, coğrafyalar arasındaki ayrımcılığı da üstünlük iddialarını da bertaraf edemedi ne yazık ki. Çünkü baştan itibaren insan algısı modern insanın savunusu üzerine inşa edildi. İnsan hakları ve modernite birlikte evrenselleştirildi ve beyannamenin hayata geçirilişi, modern yaşam biçimini tartışılamaz biçimde güvenceye almak, diğer anlayışları insan haklarına aykırı görmek şeklinde tezahür etti. İslam dünyasına ve Batı dışı ülkelere yapılan saldırılarda ise işgallerin katliamların zeminini hazırlayan bir silaha evrildi insan hakları eşitlik demokrasi gibi kavramlar.    

Güvenlik politikaları adına şu an birkaç saat içinde bütün dünyayı tahrip etmeye yetecek on binlerce nükleer silah stokuna sahip bir dünyadayız ve silahlanma yarışı hız kesmeden sürüyor. Ekim 2011’de Afganistan’a dünyanın en ağır saldırısı gerçekleşirken zamanın ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın sözleri insani açıdan nasıl bir uçurumun kenarında durduğumuzun kanıtıydı. Neden bu kadar aşırı bombalıyorsunuz bu dünyanın en yoksul düşmüş insanlarını diye sorulduğunda, “elimizde eski teknolojiyle üretilmiş bombalar çok birikti, yenilerini istifleyecek yer açmak adına bunları tüketmemiz gerekiyor” diye cevap verebiliyordu. Aslında nükleer enerjinin de masum olmadığı aşikâr oldu. Temiz ve emin enerji kaynağı olarak öne sürülen nükleer reaktörlerin püskürttüğü radyoaktif elementler, atom bombasının yaydığı radyoaktif serpintinin aynısını yaymakta. Sanayileşmiş ülkelerin ölüm saçan hastalıkları inmeler, kanserler, kalp yetmezlikleri nereden neşet ediyor acaba. Milyonlarca insanı pençesine alan psikiyatrik rahatsızlıkların, intiharların, saldırgan rekabetçi nükleer dünyayla ilişkisi ne boyutta.  

Fritjof Capra Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası(1982) adlı eserinde Çin felsefesinde bizdeki sırat-ı müstakime benzeyen yola(Tao) atıfta bulunarak kurtarıcı manevi yaklaşıma ulaşmaya çalışmış. İslam’a ulaşamamış, ama hiç değilse Çin bilgeliğini takip etmiş. Tao Felsefesine göre aşırılıklardan kaçınmak esas alınmalı ve doğanın ve toplumsal hayatın belli başlı zıt imgelerinin birbiriyle etkileşiminde orta yoldan gitmeli. Dişil (yin) tezahürler, eril (yang) olanlarla denge içinde olmak zorunda. Eril ve dişil olan her şey, hem erkekte hem de kadında mevcut olduğuna göre kendi içimizdeki çoğulluğu da korumamız gerekiyor. Yin olarak tanımlanan yeryüzü, ay, gece, kış, ıslaklık, serinlik ve öz, elbette Yang sayılan gökyüzü, güneş, gündüz, yaz, kuruluk, ılıklık ve kabuğun karşısında konumlanan düşman imgeler değil. Fakat yeni uygarlık biçiminde büzülen, tutan, işbirlikçi, paylaşımcı, birleştirici, sezgisel, terkip edici ve uyumlu olan holistik değerlere karşı yayılan, yırtıcı, saldırgan, rekabetçi, rasyonel, çözen ve ayrıştıran değerler insanlığı esir aldı Capra’nın dediği gibi, insanın varlık alanı işgal edildi, üstünlük iddiaları cahiliye dönemindeki gibi aldı yürüdü ve bu durum İslam dünyası da dahil yeryüzünü yaşanmaz kılıyor.  

Shakespeare Kral Lear aracılığıyla insanın varoluşunu ve içinde kaynayan kazanları deşerken ona şöyle söyletiyordu : “Biri bana kim olduğumu açıklasın.”

Elimizden tutan Veda Hutbesinde gerekli açıklamayı bütün çağlara doğru yönelerek yapıyor peygamberimiz : “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası (uzvu) kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.”

Yeryüzü her insanın gereksinimini doyuracak kadar verir, ama her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremez. Süreklilik kavramı atalarımız için lüks olanın bizim için günlük ihtiyaç haline gelmesinden sevinç payı çıkaran yağmacılarla sürdürülemez. İhtiyaçların artması kişinin kendi dışındaki güçlere bağımlılığını artırdığından varoluşsal korkuları da büyütür.

Suriye’de, Türkiye’de, Afganistan’da, Pakistan’da ırk mezhep statü ve güç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalarda kardeşkanı dökenlere vasiyetin altın kelimelerini iletmekte acziyet içinde bir İslam dünyası var maalesef.  

“Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.”

Peygamberimizin insanlık onuru beyannamesi sayılabilecek olan Veda Hutbesinde değindiği en temel birkaç mesele içinde, kadınların hakkına yer vermesi, bu mevzuda elde edilen kazanımların târumar edilmesinden ne kadar endişe ettiğini gösteriyor. İslam olmakla hakkaniyet içinde eşit ve saygın olarak varlık alanında yerini bulan kadının konumunu pekiştirme ihtiyacı duyması çok manidar.

“Ey İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.”

Yıllarca kadın ve aile sayfaları yapanlar, kadının yükümlülükleri ve erkeklere nasıl itaat etmeleri gerektiği hakkında ciltler dolusu eser veren yüce âlimler, bu cümleyi olsun görmemişler midir acaba. Kadına yönelik şiddet, eziyet, aşağılama, tahakküm bütün İslam dünyasını sarmışken on yıllar boyunca vaaz verip, hutbe okuyup da bir kez olsun kadınlarınıza da iyi davranın, onurlarını çiğnemeyin, çiğnetmeyin diyememiş nice din hocaları var bizde ve dünyada. Peygamberimizin bunca devriminden sonra hâlâ O’nun yerle bir ettiği telakkileri, üstün aklın ve nihai kudretin tanrısal bir erkek imgesine atfedildiği zamanları idrak ediyoruz.  

Meta işlerine gelince:  

Elimizden tutan mübarek sözler emeğin kıymetini parlatıyor ve emeksiz kazancı sonsuza dek uzaklaştırıyor bizden.

“Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu(amcam)Abbas’ın faizidir. Lakin anapara size aittir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.”

İslam’da zulmetmemek gibi zulme uğramamak da esastır. Rampadan aşağı gidişi gören ve insanlığı uyaran sayısız yazar var şükür ki. Ernst Friedrich Schumacher’in Küçük Güzeldir (1973) kitabında Gandhi’den aktardığı gibi yeryüzü her insanın gereksinimini doyuracak kadar verir, ama her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremez. Süreklilik kavramı atalarımız için lüks olanın bizim için günlük ihtiyaç haline gelmesinden sevinç payı çıkaran yağmacılarla sürdürülemez. İhtiyaçların artması kişinin kendi dışındaki güçlere bağımlılığını artırdığından varoluşsal korkuları da büyütür. İhtiyaçlar azalmadan çatışma ve savaşlar azalmaz diyor Schumacher haklı olarak. Hayatın kutsallığını, özünü silip atan bir ekonomik baskıyla karşı karşıyayız. Her şeyin bir fiyatının olduğu ve pazara açıldığı yerde kutsalın yeri olabilir mi. Para yaşamın en ilkel yönü olmalıyken, insandan çok mallara değer verilen bir yerde ruhun özgürlüğünden söz edemeyiz. Alın teri ve emek bu nedenle mukaddestir peygamberî yaşam biçiminde. Kıt ve yenilenemez-üretilemez kaynakların ancak başka seçenek olmadığında azami dikkat ve tutumlulukla harcanması gerekir, parasını ödeyebilme gibi bayağı bir gerekçeyle suyu, kâğıdı, ormanı, yakıtı bol keseden rasgele harcamak zorbaca bir eylemdir.

Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967) en belirgin şekilde İslam’ın Kapitalizm ya da Sosyalizme irca edilememesinin sebeplerini anlatır. Ahiret inancı, toplumsal denklik sağlanana kadar sürdürülmesi gereken zekât, paranın para getirmesinin yasaklanması, mülkiyete ve ticarete cevaz vermenin yanı sıra büyük kısıtlamalar ve toplumsal sorumluluklar getirilmesi bunların başında gelir. İslam inancına göre hayır için kullanılmadığında para beş para etmiyor ve aşağılanıyor. Biriktiren insan hiçbir zaman muteber görülmemiştir hakiki bir İslam toplumunda.ü

Suriye’de, Türkiye’de, Afganistan’da, Pakistan’da ırk mezhep statü ve güç farklılıklarından kaynaklanan çatışmalarda kardeşkanı dökenlere vasiyetin altın kelimelerini iletmekte acziyet içinde bir İslam dünyası var maalesef.  

Günümüzde insanın rekabetçi doğası, süflî, dünyevî şeylere dizginlenemez biçimde yönelince kötücüllüğe dönüştü. Biyolojik ve ekolojik temellerimizden, topraktan gelen fıtri alçakgönüllü bağlardan koptuk.

Altın bir çağa işaret eden sözler şimdi bir ütopyayı yeşertiyor içimizde. Yine elimizden tutuyor Veda Hutbesi:

“Nihayet şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmanızdan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir.”

İnsan rasyonel bilgiyle gerçekliğin parçalarına ulaştıktan sonra sezgisel bilgiyle bunları bütünleyip tevhide taşıyamazsa bu böbürlenme ve bölünmelerden doğan kavga bütün ışığımızı kapatacak.  

Peygamberimiz’in temel görevi, paramparça olmuş zihinleri ağırlıklarından ve çokluğundan kurtarıp varlığın birliğin güvenli yoluna iletmekti. İnsanların zihinlerindeki üstünlük ve kibir tortularını bir bir atarak toprağa yaklaştıkça yükseleceğini öğrenmesi çok zaman aldı, büyük acılara mâl oldu. Veda Hutbesi, büyük mücadeleden damıtılmış bir hülasa. Arafat’ta, Mina’da, Müzdelife’de şimdi söyleniyor, şimdi burada bize sesleniyor.