Sevgili Peygamberimiz, müminleri âdeta yaşayan bir organizmaya benzeterek onların birbirlerine karşı ilgi, sevgi ve merhamette canlı bir bedenin duyarlılığına sahip olmaları gerektiğini ifade etmektedir. Birlik ve bütünlüğünü bu hadisten daha veciz ve beliğ bir şekilde ifade eden başka bir tanım bulmak herhalde zordur. Yine kendisine ait olan başka bir ifadede Allah Rasûlü (sav) müminleri, birbirlerini destekleyen tuğlalardan oluşan bir binaya benzetmiş ve parmaklarını birbirine kenetleyerek bunun nasıl olması gerektiğini ashabına göstermiştir. (Buhârî, Edeb, 36) Müminlerin kardeş olduklarını bildiren Cenab-ı Hakk (Hucurât,10) hep birlikte Allah’ın ipine sarılarak asla bölünmemelerini emretmiştir. (Âl-i İmran, 103)
Hayatı boyunca her türlü ırkî, kabilevî ayrışma ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak insanları din kardeşliği ortak paydasında birleştirmeye çalışan Hz. Peygamber, sağlığında bu ideali Hicaz yarımadasında büyük ölçüde gerçekleştirmiş; ümmetine, sımsıkı sarıldıkları zaman asla sapıtmayacakları bir rehberi, yani Kur’ân-ı Kerîm’i emanet bırakarak bu dünyadan ayrılmıştır.
Ne yazık ki vefatının üzerinden daha yirmi beş sene geçmeden, kabilevî ve siyasi çekişmeler bu kardeşliği dinamitlemiş; içine düşülen toplumsal kargaşa, ilk dört halifeden üçünün şehit edilmesine yol açmıştır. Bu fitne ortamında ortaya çıkan siyasal ve itikadi oluşumlar, olumsuz etkilerini günümüze kadar sürdüren ayrışmalara yol açmıştır. Yukarıda zikrettiğimiz hadiste ifade edildiği gibi, İslam ümmeti organik bir bütünlüğe sahip olmak zorundadır. İnançları ve idealleri aynı olan insanların, bölük pörçük olmaları, bazen birbirlerine karşı düşmanca tutum sergilemeleri mazur görülebilecek bir şey değildir. Bazı İslam ülkelerinde kısmen görülen Şiî-Sünnî çatışmaları bu ayrışmanın ne büyük tehlikelere yol açabileceğinin acı örnekleridir.
Gerçekleştirilebildiği takdirde İslam kardeşliği sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın barış içinde birlikte yaşayabilmesinin de bir sigortasıdır. Çünkü İslam, müminlerin kardeşliğine vurgu yapmakla beraber, mü'minler dışında kalan farklı unsurları da tolere eden bir dindir. Pek çok etnik ve dinî unsuru altı yüz yıl kendi çatısı altında barış içinde barındıran Osmanlı Devleti bunun parlak bir örneğidir. Birçok tahrik ve kışkırtmaya rağmen İslam toplumlarındaki farklı etnik yapıların büyük bir çatışma içine çekilememesi; İslam dininin etnik ve sosyal ayrımlar yerine, dinî ve insani değer ve erdemlere öncelik vermesiyle açıklanabilir. Örneğin ülkemizde çeşitli etnik unsurları bulunmasına ve bazılarının çatışma ve ayrışma yönünde sürekli tahrik edilip desteklenmesine rağmen, Müslüman halkımız, inançlarından aldıkları bilinç ve ferasetle toplumsal bir çatışmaya taraf olmamışlardır.
Yorumunu yaptığımız hadis, ülkemiz Müslümanları açısından başka bir gerçeğe daha işaret etmektedir. O da anlayış, yöntem ve meşrep farklılıklarının doğurduğu mikro oluşumların hadiste tarif edilen bütünlüğe zarar vermesidir. Aslında bu tür farklılıklar gayet doğaldır. İnsanların tek tip düşünüp aynı yöntem ve anlayışları benimsemeleri beklenemez. Ancak, bunların üstünde olması gereken ve her Müslümanı bağlayan değer yargılarının, herkesin içinde yer aldığı oluşuma göre işlerlik kazanması, İslam kardeşliği bakımından ciddi bir problem oluşturmaktadır.
Örneğin, falanca cemaat, grup ya da tarikat mensupları için kardeşlik hukuku sanki kendi mensuplarıyla sınırlıdır. Kendi oluşumları dışında kalan Müslümanların sorunları onlar için öncelikli değildir. Yardım yapılacaksa önce “ihvan’’lardan bulunmalıdır. Başka bir Müslümanın talebi varsa, önce mensubiyeti araştırılıp ona göre karar verilmelidir. Diğer müminlerle ilişkiler, grup büyüklerinden alınan talimata göre yürütülmelidir. Böylece karşımıza, kendi irade ve sorumluluğuna sahip bir birey yerine, kendisi adına başkalarının karar verdiği, toplum psikolojisiyle hareket eden bir kişilik çıkmaktadır. Dayanışma grup içinde olduğundan gelişme, büyüme ve bundan yararlanma genellikle o grup mensupları için geçerlidir. Bu oluşumların yaygınlık kazanıp revaç bulması, dışarıda kalıp müstakil bir birey olarak Müslümanlığını sürdürmek isteyenleri zor durumda bırakmakta, bazen çeşitli maslahatlar için bu gruplara katılmaya zorlamaktadır. Üstelik bu oluşumlarda yer almayanların bazen suçlandığı görülmekte, dinî yönden veya hizmet açısından buralarda yer almanın gerekli olduğu propagandası da yapılmaktadır.
Yazımıza konu olan hadis, bütün İslam toplumunu tek bir cemaat olarak görmekte; ilgi, sevgi, merhamet, dayanışma ve yardımlaşmada herhangi bir ayrım gözetmemektedir. Buna göre bir Müslümanın derdi her Müslümanın derdidir. Kardeşlik hukukunun doğurduğu sorumluluk hiçbir ayırım yapmadan herkes için geçerlidir. Öyleyse, kendi özel mensubiyetimiz ne olursa olsun her şeyin üstünde tutmamız gereken Müslüman kimliğimizle görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Bize ihtiyacı olanlara kendi özelimizi empoze etmeden, herhangi bir şart dikte etmeden; kısaca, kişilik ve onurlarını incitmeden el uzatmalıyız. Allah Rasûlü (sav)’nün bizden istediği saygın ve erdemli davranış budur. Aksi takdirde, sadece kendi mensupları ve sempatizanları adına çalışan bir örgüt olmaktan ileri geçemeyiz. Allah ve Rasûlü’nün bizden istediği cemaat, yani birlik ve beraberlik, sosyolojik manada mikro yapılardan oluşan cemaat ve gruplar değil; ortak inanç, düşünce ve hissiyatıyla bütün bir İslam ümmetini içine alan ve karşılaşılan sıkıntı ve problemlerde bir beden gibi kendiliğinden harekete geçen kolektif bir yapıdır. İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olmanın (Âl-i İmran, 110) gereği bu olduğu gibi, kendi içlerinde bir beden gibi hareket etme kabiliyetine sahip bu büyük cemaatin diğer dinlere mensup insan kardeşlerine de aynı duyarlılıkla el uzatmaları zor olmayacaktır.