Hidayete ermekten daha zordur hidayette kalmak… Hidayete ermek -öncesindeki sancılı sürecin tamamen bilincinde olarak söylüyorum- gidişatın yanlışlığını görüp rotayı değiştirmektir. İnsan bir kez bunu yapınca hayatının kurtulduğunu, bundan sonra bu yolda sorunsuzca devam edip gideceğini düşünür. Öyle ya, bu Allah’ın rızasına giden dosdoğru yoldur ve bir kez girilince Allah insanın elini hiç bırakmaz değil mi?
Oysa hidayete ermek bir netice değil, başlangıçtır. Nefsin sınır tanımayan istekleri, aklın onları meşrulaştırmadaki şeytani becerileri, dünyanın her gün yeni bir cazibeyle (para, statü, aşk vs.) insanı kendine çeken çağrısı sürekli sizi yoldan çıkarmaya çalışır. Hele bir de yoldaki istikametinizi destekleyecek, yoldan çıkmaya kalktığınızda ayaklarınıza asılıp sizi yolda tutmak için çabalayacak dostlardan mahrumsanız hepten çaresiz kalırsınız. Bazen bu dostlar da işe yaramaz. Çünkü insan yoldan çıkmaya, Allah dostlarının menzilinden çıkarak başlar. Önce onları görmeyi, konuşmayı, okumayı, muhasebeyi bırakır. Çünkü Allah bir insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. Kalbinizde hak ile batıl aynı anda yer edinemez. Biri geldikçe diğeri uzaklaşır.
Efendimiz’in (sav) etrafında bulunanların arasında da O’nun menzilinden çıkanlar oldu. Kimileri O’nun sohbetinden sıkıldıklarından, birbirlerinin arkasına gizlenerek -akıllarınca- görünmeden uzaklaşmayı seçtiler, kimileri de Salebe örneğinde olduğu gibi muhiti büsbütün terk ederek yoldan çıktılar.
Yolu bulmak bir başlangıçtır. Yola devam edebilmek ise yolun her iki yanına kurulmuş tuzaklara aldırmadan, öncülerin izinden yoldaş olabildiğimiz arkadaşların elinden tutarak duraklamadan, geri kalmadan, sağa sola takılmadan ilerlemek demektir. Bu çaba acı verebilir; yolu bırakıp yolun dışında kalmışlarla günü gün etmek daha cazip gelebilir bazılarımıza. Yolda ilerlemek isteyenin yüreğini kanatan ise kendi başına devam edebilmek için elini yavaş yavaş bırakan bu eski dostları onun da bırakmak zorunda kalmasıdır. İşte en zor veda budur.