“Elleri kuruyası, bizi bunun için mi topladın!”
Buz gibi, buzdan da dondurucu hain çığlık… Hakaret dolu, kışkırtıcı, kindar… Buna söz demek “en güzel söz”e hakaret olur. Utangaç, karıncayı incitmekten kaçınan Allah Elçisi buna nasıl cevap verecekti? Yolun başındayken akrabalarını uyarmakla emrolunmasaydı belki de hiç öğrenemeyecekti gerçek dostun, gerçek yakının kim olduğunu. Bazen öğrenmenin yolu can acıtan tecrübeleri yaşamaktan geçiyor ya, bu davet de öyle bir öğrenme oldu Hz. Rasûl (sav) için. Ama O öyle bir sağlam ipe tutunmuştu ki Hira’da, başka tutunacak dal aramasına gerek kalmamıştı. İnsanlardan gelebileceklere de o ipin diğer ucunu tutan, yavaş yavaş hazırlıyordu elçisini. Hakk’a davetin ilk günlerinde amcası Ebu Leheb’in yaptığı itiraz ve hakaretin cevabı o en güzel sözle gelmişti: “Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı başka şeyler. O alev alev yanan ateşe atılacak! Dedikodu yapıp söz taşıyan karısı da… Boynunda da ipten bükülmüş bir halat bulunacak”
…
Merhametsizliğin dondurduğu kalpten pompalanan kan gözlerde kinin, nefretin ateşini körüklüyordu. Bu nefret ateşi perde perde kadının önüne geriliyor bir adım uzağındaki kurtuluşu görmesini engelliyordu. En yakında olup da en uzağa düşmenin adıydı kadınınki: Erva binti Harb binti Ümeyye… Yani Ümmü Cemîl. Yani Ebu Leheb’in karısı…( ümm ve cemil: Analık ve güzellik… Ayrı ayrı iken çağrıştırdıkları manalar kalbi sıcacık kılarken bu iki kelime yan yana geldiğinde nasıl da içini ürpertiyor insanın.)
Yakın ve uzak kavramlarını en çarpıcı şekilde gözler önüne serer Ümmü Cemil’in hayatı (trajedi mi demeli?)... İçindeki anlamsız nefretin, kendisini, aslında kapı komşusu ve en yakın akrabası (dünürü ve kocasının yeğeni) olan merhamet güneşinden en uzağa fırlattığı bir hayat… Bu kadar göz bağlayıcı bir nefretin kuşatması altında kalınca insan, insanlıktan ne yana düşer? Hangi soluk renklerle boyar ömür tuvalini?
Asalet, zenginlik, yetenek, itibar… İmrenilecek tüm hasletlere sahipti oysa. Beni Ümeyye soyundandı, güçlü bir ailesi vardı. Ebu Süfyan’ın kız kardeşi olmanın tüm ayrıcalığına sahipti.
Peki, neyin hırsıydı neyin nefretiydi onu bu denli şenî kılan? Öyle basit, gündelik ve üzerinde düşünülmemiş, anlık bir düşmanlıktan çok öte olmalıydı içinde taşıdığı. Geceleri, uykusunu kaçıran nefretin motivasyonuyla kalkıyor, o güzeller güzelinin ayaklarına batsın, batsın da kanatsın, gidemez olsun Kâbe’sine, dostlarının yanına diye yollarına dikenler serpiyordu. Gözlerinde vahşetten alınan zevkin hain, korkunç parıltısı… Kulaklarıysa bağrına diken saplanan toprağın ahına tıkalı…
Hakikat derinliğine baştan kulağını kapatmış olana hangi davudi ses ulaşır ki? Duymak istemeyenden daha sağır, görmek istemeyenden daha kör, hissetmek istemeyenden daha katı kalpli olan var mıdır? Ümmü Cemil de böyleydi. Aşılmaz duvarlar örmüştü kendisiyle Kur’ân’ın arasına. Sanki kilitlemişti kendini, kilidi de atmıştı engin denizlere… Yoksa merhametlilerin en merhametlisi onu ve kocasını davetin ta en başında niye ebediyete kadar lanetlesindi? Okunan her hatimde, kıyamında okunan her namazda bütün inananların lanetine niye muhatap kılsındı?
Vahyin kesintiye uğradığı kısa dönemde “ne o, arkadaşın seni terk etti galiba!” diyerek küstahça sorduğu soruyla da hakikati öğrenmek değildi derdi; yaralamak, horlamak ve acı vermekti Muhammed’ül Emîn’e… Onun bu alaycılığı mahzun kalbe hançer gibi saplanıyor, yürekten kopan ahların semaya yükselmesine sebep oluyordu. Göğe aracısız yükselen sessiz feryatların karşılıksız kaldığı görülmüş müdür? Haksız ithamlara maruz kaldığınızda, onurunuz ayaklar altına alındığında teselliyi nerde arar kimden istimdat edersiniz? Neyle teselli olursunuz mesela?
Kocası ve evlatlarından başlayarak akraba, eş, dost kim varsa kışkırtmaktan özel haz duyan Ümmü Cemîl’in alayları karşısında, kutlu Nebi’yi teselli eden Duhâ Suresi olmuştu: “Rabbin seni terk etmedi…”
Aslında bir inanç abidesiydi kadın… İnandığı, bağlandığı davasına sadakatin timsali… İnancını sadece gönlüne hapsetmeyip eylemlerine yön verdirecek boyutta hayatının merkezine oturtabilmiş bir aktivist. Tevhidi asla kabul etmeme inancıyla hayatını, kendini anlamlandırmıştı Ümmü Cemil. Safını, tarafını belirlememenin bulanık bir zihnin göstergesi olduğunu biliyordu. Bir şeye inanmanın bir seçim yapmak olduğunun farkındaydı ve o da seçimini yapmıştı. Bundan sonra tarafına taraftar bulmaya adadı kendini. Durmadan dinlenmeden zihin ve gönülleri iyice bulandırmaya yani. Karakteri de bunu gerçekleştirmek için en uygun yapıdaydı: dedikodu, iftira, laf taşıma… Bu konuda kimsenin eline su dökemeyeceği kadar markalaşmıştı Mekke’de. Cenab-ı Hakk’ın onu laf taşıyıcısı olarak tavsif edişi de bu sebepledir nitekim.
Ama… illâ şiir…
Tebbet Suresi nazil olduğunda hırsından deliye dönen Ümmü Cemil, Mekke sokaklarında Hz. Peygamber’i aramaya başlar. Kâbe’de Hz. Ebu Bekir’le oturmaktadır Allah Rasûlü (sav). Adımlarının sarstığı yerin şiddetinden birazdan bir şeyler olacağını sezinler o sadık dost. Korumak ister en sevdiğini. “Kalk der ya Rasûlallah, gidelim. Ümmü Cemil nefret ve hiddet atına binmiş tozu dumana katarak gelmede zira. Öyle kontrolsüz ve fütursuzca konuşabilir ki bu kadın, kendimi değil de seni incitmesinden korkarım.”
Dil yarası… Hangi yara ondan daha derin iz bırakır insanda. Morali bozulmasın diye, kendisi ve davasıyla ilgili algısı halel görmesin, belki de en azından gözümün önünde böyle bir facia yaşanmasın, dayanamam diye kuş gibi uçurmak istedi oradan Ebu Bekir, Muhammed (sav)’ini. Oysa Allah korumaya niyetlendiyse kulunu bütün fizik kuralları alt üst olabilirdi, buna ilk defa o gün şahit olacaktı Ebu Bekir. Bir ikincisini hicret yolculuğunda yaşayacağı o sahne ilk defa o gün orada gerçekleşti: “Korkma” dedi dostu; “o beni göremez”. Sözlerindeki sükûnet, halindeki tevekkülle birleşince öyle bir heybet ortaya koyuyordu ki teslim olmaktan başka bir çaresi kalmadı kadim dostun. O’ndaki sükûnetle teskin oldu, O’ndaki teslimiyete teslim oldu. Tıpkı çok değil bir kaç sene sonra hicret yolunda Sevr’de “Korkma, Allah bizimledir” dediğinde yapacağı gibi.
Öfke bir yüzü bir gözü nasıl karartırsa öyle kapkara geldi kadın; elinde koca bir taş… Kalbini elinde taşıyor gibiydi. Doğruca Ebu Bekir’in önüne dikildi; konuşmadı, kelimeleri kustu adeta: “Duyduğuma göre dedi dostun beni hicvetmiş. Görürsem bu taşla ağzını dağıtacağım O’nun. Hem bilsin ki biz de şairiz, sözümüzü sakınmayız:
“Biz O yerilmişe isyan ediyoruz
O’nun peygamberlik işinden yüz çeviriyoruz
O’nun dininden hiç hoşlanmıyoruz”
Ebu Bekir rahatladı; tabii ki dostu yalan söylemezdi, göremiyordu işte! “Allaha yemin ederim ki o seni hicvetmedi” dedi sakince. Homurdanarak geri dönen kadının ardından bakarken, kendisini hicvedenin Allah olduğundan bîhaber olmanın ne büyük aymazlık olduğunu almaya çalışıyordu sanki.
Ah insanoğlu… Kendine verilen yeteneği hangi yolda kullanır? Nasıl ortaya koyar içindeki madeni? Hayrın anahtarı olsun diye verildiği halde şer yolunda heba edilen binlerce “kayıp” yeteneğin hikâyesi saklı değil midir tarihin koynunda?
…
Sahip olduklarını sahip olduğu daha yüce değer için feda edebilmeli insan. Ümmü Cemil de buna inananlardandı. Her kadının sahibi olmak isteyeceği, dillere destan güzellikteki gerdanlığını bedir savaşçıları için gözden çıkarıverişi bu yüzdendi. İnandığı yüce (!) değer tehdit altındayken boynundaki güzellikle teselli arayacak kadar boş gönüllü olamazdı. Hiç düşünmeden hibe edivermede zorlanmadı. Üçün beşin hesabını yapmadan… Hep ben mi vereceğim demeden… “Herkes verdi de bir ben mi kaldım” ya da “bu dava bir gerdanlığa kaldıysa vay haline!” avuntularına sığınmadan. Sonuca ulaşmak, tevhidin hezimeti sadece kendisine, gerdanlığı gözden çıkarmasına bağlıymışçasına bir inanışla… Kişisel hesaplarından arınmış bir adanmışlık bilinciyle…
…
İnandıklarımızın duygularımızı tayin ettiğinin önemli örneğini de sunar Ümmü Cemil bize. Oğulları Utbe ve Uteybe Hz. Rasûl (sav)’ün iki incisi Rukıyye ve Ümmü Gülsüm’le nikâhlanmıştı. Vahyin mesajını kulağından gönlüne indiremediği içindir ki gelinlerinin babalarının izinden gitmelerini de hazmedemedi. Gelinlerine geçiremediği, geçiremeyeceğini anladığı sözünü oğullarına baskı yapmada kullandı; düğünden önce boşanmalarını sağladı. Bu yaptığıyla oğullarının hayatını kurtarmaya mı yoksa can düşmanının canını acıtmaya mı çalıştığı iç içe sorular yumağıdır. Hazımsızlık, hoşgörü yoksunluğu, yıkıcılık ana karakteri olmuş bu kadın için bir yuvanın yıkılması ne ifade edebilirdi ki? İntikam duygusunun akıttığı salyaları birilerinin huzurunu boğmuş, kimin umurundaydı? Ne kadar ah almıştı bu kadın, ne kadar!
Bir yanda acımasızlık; adı, Ümmü Cemil. Diğer yanda sonsuz merhamet; adı Fatıma binti Esed. İkisi de yenge… Tarihte okunacak ne kadar karakter var!