İnsan, bilmediği hayatın yabancısıdır. O dünyadan bir el uzanıp onu içeriye alsa, ne yapacağını, nasıl davranacağını, elini kolunu nereye koyacağını şaşırır. Bu oradan oraya geçişleri iyi bilirim. Mesleğim icabı aynı günde boğazda bir toplantıdan çıkıp, cezaevinde mahkûmlarla sohbet etmeye gitmişliğim vardır. İnsan ne kadar manzara biriktirirse o kadar esnekleşiyor. Bu farklı dünyalara girip çıktıkça, her yaşam seviyesindeki güzel insanları tanıdıkça, kimseyi rahatsız etmeden her ortamda rahat olabilmek, herkesle samimi bir dil üretip konuşabilmek giderek kolaylaşıyor. Eğer hayatın sadece belli bir çeşidini biliyor, mesela hep güvende yaşıyorsak; sığınacak bir yer aramanın, kendi ülkene ancak bir müşrikin himayesinde girebilmenin, her an tehdit altında yaşamanın ne demek olduğunu bilemeyiz. Hep yokluk içinde ve basit bir hayat yaşamışsak, şans eseri zenginliğe ulaştığımızda aynı insan olup olamayacağımızı bilemediğimiz gibi.
Efendimiz (sav)’in hayatını okuyanların fark edeceği bir detay da O’nun hayatının bizler tarafından bilinebilecek görünen tarafında (“görünen” diyorum, çünkü O’nun hayatının bizim tarafımızdan bilinmesi mümkün olmayan metafizik katmanları olduğu aşikârdır) Rabbimizin O’na neredeyse bütün yaşam biçimlerini tattırmış olmasıdır. Fakirliği de zenginliği de, el üstünde tutulmayı da hor görülmeyi de, sevilmeyi de nefret edilmeyi de, en güzel şeylere sahip olmayı da açlıktan karnına taş bağlamayı da, kısacası varlığı da yokluğu da bizatihi tecrübe etmiştir Efendimiz (sav). Şemail kaynaklarından öğrendiğimize göre hayatının çeşitli aşamalarında nadide ve kıymetli şeyler de basit ve kaba eşyalar da kullanmıştır. Birine bağlanmamış, diğerinden yüksünmemiştir. Bu tecrübeler, herkesin halini anlamasına yardım etmiş, her yolu ışıtan bir kandil olmuştur.
O’nun hayatının zenginliğini az da olsa anlatabilmek için Mekke’nin liderinin postunda büyüyen ama çobanlık da yapan, zengin bir konakta ziyafetler veren ama yeri geldiğinde ekmeğine sirkeyi katık eden Efendimiz (sav)’in hayatındaki bu çok yönlülüğün, en asilinden en alt tabakaya kadar herkesin (düşmanlarının dahi) gönlüne girebilmesini sağlamadaki rolüne dikkatinizi çekmek isterim.
Yıllar önce şemail okurken, Efendimiz (sav)’in bizim zihnimize çizilen portreden aslında epey farklı olduğunu görmüştüm. Bize anlatılan, her daim gözü yaşlı, dünyaya değer vermediği için hırpani, açlıktan karnına taş bağlayan, hasırın üzerinde uyuyan bir peygamberdi. Evet, bunlar da doğruydu. Ama sadece bu boyut yoktu onun hayatında. Şemailini okuyan herkesin göreceği gibi O, yeri geldiğinde bugünkü hesapla epey kıymetli sayılan bir giysiyi hediye olarak kabul edip giymiş (ama onu çok beğenen birine de anında çıkarıp hediye edebilmiş), tirit ve balık gibi lezzetli yemekler de yemiş, içeceği suyu özel olarak uzak bir yerden getirtmişti. Kıymetli bir giysiyi, adeta herkes böyle yapar dercesine, sıradan bir iş yapıyormuş gibi çıkarıp verebilmek kadar onu günlük hayatın içinde rahatça kullanabilmek de eşyaya verdiğiniz değeri gösterir. Hepimiz biliriz ki nice güzel eşyamız dolaplarda dururken eskir. Günün güzel bir vaktinde hatır sormaya gelmiş bir ahbap ile yarenlik ederken dahi kullanılamayan bir fincan gibi değildir Efendimiz (sav)’in eşyaları. Giyilmiş, kullanılmış ve yeri geldiğinde hop diye verilmiştir. Kullanırken de verilirken de kıymeti bilinmiş, eşyanın hakikatini bilen bir gözle bakılmış ve olması gereken yere konmuştur her şey.
Bunlara ilaveten, bazı sahabelerin Efendimiz (sav)’in dış görünüşünü tarif ederken “hayatımda ondan daha güzel bir manzaraya bakmadım” dediğini de okuyunca, zihnimde Efendimiz (sav)’in yukarıda bahsettiğim çok yönlülüğü canlandı. O, hayatın iyi-kötü, cömert-kısıtlı, zarif-kaba, mutlu-mutsuz bütün yönlerini yaşamış ve hepsinden önemlisi, arkasında birbirine zıt her durumda bir Müslüman tavrının ne olması gerektiğine dair örnekler bırakmıştı. Tercihini her zaman sadelik ve tevazu yönünde yapsa, kendisini daima fakirler, köleler ve ezilmişlere yakın bulsa da zenginler, asiller ve üst tabakaya mensup olanlarla, onlara örnek olacak bir ilişki kurmuştu. O, hayatının sonuna doğru, ailesinin kendisinden istediği konforlu yaşama karşı çıkarken buna ulaşamayacağı için değil, peygamber evine uygun olmayacağı için karşı çıkıyordu. Yani onun sade yaşamı, mecbur kalınmış bir sadelik değil, seçilmiş bir sadelikti.
Efendimiz (sav)’in hayatının fiziki ciheti böyle olduğu gibi zamanını kullanması ve ilişkilerini düzenlemesi de aynı dengeli ve kapsayıcı özelliğini yansıtıyordu. Hayatımızda O’nun kadar kısa zamanda büyük işler yapmış, O’nun kadar meşgul birini tanıdık mı diye düşünüp sonra da bu insanın ailesiyle ve en garibanına kadar toplumunun tüm bireyleriyle ilgilenmeye nasıl vakit bulduğunu, işlerinin çokluğunun ibadetlerini azaltma bahanesi olmadığını, hele de zaman zaman istirahate ve tenezzühe de vakit ayırdığını, mescitte sırt üstü yatıp ayağının birini diğeri üzerine atarak dinlendiğini okudukça bu insan peygamberi kendimize daha yakın bulmamıza paha biçilebilir mi?
Bu yakınlık o kadar değerli ki bu sayede hayatın ufak zevklerini yaşarken kendimizi O’nun yolunun dışında hissetmiyoruz. Allah’ın helal kıldığı nimetlerden tadarken suçluluk duygusu yaşamıyoruz. Bize bir meziyetmiş gibi anlatılan çileciliğin, daimi mutsuzluğun, ince zevklere sırt çevirmenin ve sürekli hüznün O’nun yolu olmadığını biliyor, kararında bir huzuru var etmenin, acıdan makam devşirmekten daha ince bir yol olduğunu anlıyoruz.
Not: Bu yazı tıka basa dolu mideler, evler, gardıroplar ve bomboş amel defterlerini mazur göstermek amacıyla değil; uçlara savrulmadan iki hayatın da hakkını vererek yaşamanın Peygamber hayatındaki görünümlerini anlatarak, bunun mümkün olduğunu göstermek amacıyla yazılmıştır.