İşte böyle hemcinslerimle beklerken hep birlikte... Dilimizde salat u selamlar, elimizde dua kitapları, Yüce Kur’an... Evet saatleri terk ediyorduk gitgide. Yalnız vakit vardı. Vakitti artık bizi örten. Örtündüğümüz.
Bazılarımız hırçınlaşıyordu beklerken. Onlara sabır tavsiye ediliyordu ısrarla. Kimi telaşlı, kimi hırslıydı. Öne geçmek, Efendimiz’in (sav) önüne ilk girenlerden olmak, diğerlerini geride bırakmak, rekabet etmek telaşındaydı. Birçoğu kendi içine kapanmış, oturduğu yerde dudaklarını kıpırdatıyordu huşu içinde. Uyuklayanlar, çene çalanlar, kapıdaki görevlileri atlatarak içeri sızma planı yapanlar, çocuklarına mukayet olmaya çalışanlar... Hepimiz kendi meşrebimizce bekliyorduk.
Resulullah (s.a.v) Medine’ye vardığında, onu ağırlayabilmek için herkes birbiriyle yarışırken “bırakın deve serbestçe yürüsün, o bizi Allah’ın razı olacağı bir yere kadar götürecektir” demektedir. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöker. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî’dir! Bu arsa üzerinde, Efendimiz’in (sav) de bizzat kerpiç taşıyarak katıldığı Mescid’i hep birlikte Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin çabalarıyla inşa etmeye başlarlar. Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa’dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisi kabul edilir.
İşte bizler de Efendimiz’in (sav) tabiri caizse dizinin dibine dek gelmiştik ve onun devesinin hangi kapıda duracağını merakla bekleyenler gibi biz de bekliyorduk. Kadim bir zincirin halkasına dahil olmuştuk şimdiden. Bir yandan da cennet bahçesini tahayyül etmeye çalışıyorduk. Çünkü Efendimiz, (sav) eviyle minberi arasında kalan bölümü cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Medine’de Cennetül Baki’de sahabileri selamlarken veya vakit namazı kılmak için Mescid’de yer bulmaya çalışırken, Ensarı ziyaret ederken, uyuklamaya çalışırken, şehrin her köşesinde vahyin canlılığını koruduğunu hissedersiniz. Bambaşka bir ruhtur bu. Medine’nin latif havası, serin suyu, hurma bahçeleri, yüreklere sekine indiren atmosferi, gölgelikleri de insana cenneti çağrıştırır, adeta cenneti müjdeler.
Bekleyiş sürüyordu. Ve sabrımın gerisinde bir mahremiyet alanı açılmaktaydı bana. Efendimiz’in (sav) huzuruna gelebilmek için ne çok yol katetmiştim o ana dek. Sadece çöller, tepeler, denizler değildi geçtiğim. Ne ateşlerden atlamış, ne taşkınlarda boğulmaktan dönmüş, ne fırtınalarda yalpalamıştım. Düşmediğim çukur, itilmediğim uçurum, kilitlenmediğim kapı kalmamıştı. Ve Rabbimin lütfu işte, beni buraya, Huzur-u Saadet’e dek getirmişti.
Şu ana dek peşinden soluk soluğa koştuğum günler, aylar şimdi takvim yapraklarında silinip gidiyordu. Yavaşlamak gerekiyordu demek ki, sabırla beklemek için. Hatta durmak. Çünkü durmak zamanı da yavaşlatmıştı. Huzura hazır hale geliyorduk. İçeri girememe ihtimalini de düşünüyordum bir yandan. Ama giderek bu bana önemsiz geliyordu. Evet minber ile mihrab arasındaki yeşil halıya alnımı koyamama endişesi taşıyordum ama zaten huzurdaydım işte. O anda tuhaf bir şey oldu, beklemenin de cennetsi bir duygu olduğunu hissettim. Ne muhteşem bir beklemekti bu. İnsan burada ömür boyu bekleyebilirdi.
Böylece yavaşlığın bir ahlakı, bir edebi olduğuna tanıklık ediyordum. Mahremiyet demiştim, evet. Öncelikle mahremiyetle ilgiliydi bu ahlak. Efendimiz’le (sav) buluşmaya gelirken en güzel kokulardan sürünmüştük. En temiz elbisemizi giymiş, en safiyane duygularımızla donanmıştık. Büyük bir heyecan seli akıyordu ona doğru. Mahremiyet, insanın haddi ve hududuyla belirlenir. İnsanın haddi, kendini bilmesiyle ilgili, hududu ise başkalarını bilmesiyle ilgili sanırım. Yani sessiz olmalı, bize dayatılan sınırsız bekleme anlarına katlanmalı, kimsenin alanını ihlal etmemeli, etrafımdakilerin sevimsiz hareketlerine takılıp onları kınamamalıydım. Hudud ihlaline girecek nefsani bir tuzağa düşmemeliydim. Bunun için de elbette haddimi bilmeliydim.
Bunlara çaba harcarken şunu fark etmiştim: Mahremiyet, insanın teslim olma maharetiyle sınanıyordu. Mahremin olmadığı yerde kural da yoktu, hudut da. Bize çizilen sınır yoksa, özgürlük de yoktu. Ve Ravza-i Mutahhara’ya girmeyi beklerken, evet, müthiş bir özgürlük hissine kapıldım. Görevlilerin talimatına bağımlı ve hatta tutsaktık bir yanıyla. Ama bir yanıyla da razı olmanın anlamını öğreniyorduk. Hz. Hacer gibi, Hz. Asiye gibi. Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Fatma gibi... Kadın olmanın serin gölgeliğinde razı olmak vardı. Beklemeye. Sabretmeye. Kendi mahreminde çoğalmaya ve eksilmeye razı olmak...
Razı olanın kalbi sadakat duygusuyla doluyordu. Sadakat, insanın sadece başkasına verdiği sözlerle, tutarlı davranışlarıyla, güven duygusuyla vesaire değil, kendi varlığının anlamına verdiği değerle de ölçülür. Varoluşumuzun anlam katmanlarında kadın olmanın henüz bize örtülü kalmış pek çok sırrı vardı demek ki. Orada beklerken anladım. Efendimiz’in (sav) huzurunda.
Vefa duygusu vardı sonra. Salat u selamları korumak, arttırmak, hep birlikte çoğaltmak, ona sunmak, sunmaktan yorulmamak, vazgeçmemek, arzu ve hevesle devam etmek, sünnete bağlı olmak, rıza ve gönül paramatreleriyle onun yolundan gitmek, giderek hararetle sevmek, sevgiyi yaşamak, yaşatmak, paylaşmak vardı. Hep söylediğim bir şeyi yaşıyordum: Evet herkes bir başka kalp taşıyor; ama sevgili olmayı kimseden öğrenemezsiniz. O her kalpte biricik olarak yaşanır.
Mescid’de, Hz. Muhammed’in (sav) medfûn bulunduğu ‘Hücre-i Saadet’i ziyaretle ilgili olarak şu iki hadis zikredilir: “Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur.” “Kim ki, beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” Bu ziyaret, bana kalp elbisesini kuşanmak ve bu şuurun örtüsüyle örtünmek şevki vermişti. Saatlerin tahakkümünden kortuldukça... Beklerken... Efendimiz’i andığımız, ona salat u selamlar yolladığımız anları idrak ediyorduk birlikte. Vakit böyle vakit oluyordu sanki. O’nun için: Anlar an’dı!
Derken bizim sıramız geldi. Dışarıda hurma ağacını çağrıştıran şemsiyeler çoktan kapanmıştı. Ay batmış, Medine’de eşya gece haline bürünmüştü. İç içe, üst üste, omuz omuza, nefes nefese ilerlemeye başladık. Bir akıntıya, bir girdaba kapılmıştık. ‘Elfu elfi’ler, ‘seyyidina Muhammedin’ler fısır fısır seslerle, daha doğrusu küçük sesli bir sükutla birbirine bağlanmıştı. Cümbüş cemaat huzura vardığımızda, iki rekat namaz kılmak için eğilmenin dahi imkansız olduğu bir anda... Aynı harflerle eğildiğim iki üç kadınla birlikte, alnımızı yeşil halıya değdiriverdik! Ve olan oldu: Bütün cümbüş bitti. Tam bir sessizlik! Hiçbir şey duymuyordum artık. Cennet bahçesinin toprağına değmiştik sanki. Ve sanki saniyelerin içinde dirilen asırlar vardı. Ve dakikaların içinde uzayan saatler...
Kainatın ta içinden gelen o zikri duyar gibi olduk hep birlikte. Somut şeylerin içi yüzü parıldamaya başladı. Harflerin şahitliğinde geçmişin ve geleceğin bütün tortuları temizlendi, paklandı. Biz, alnımız yapıldığımız toprakta, bahçenin en sadık yerine çapalanmıştık. An’lar uzadı, uzadı... Şahit olun ey alnım! Ey gözlerim! Ey avuçlarım, dizlerim! Efendimiz’in (sav) huzurunda bet sesim sanki dünyanın en içli, en ipeksi sesine dönüştü. Dudaklarımdan çıkan kelime terkiplerine, dualara, hamd ü senalara, salat u selamlara yetişemiyordum. “Esselamu aleyke ya eyyuhennebiyü ve rahmetullahi ve berakatuhu.”
Aynı anın içinde bütün o mübarek sütunlar. Ağlayan sütün. Bâbü's-Selâm. Uhud. Uhud’un bizi sevmesi. Bizim onu sevmemiz. Cennet-ül Baki’nin üzerinde uçan kuşlar. Hücreler. Dualar. Ezan-ı Muhammedi. Rükularla secdeler... Derken yeniden hızlanmaya başladı dakikalar. “Efendimiz Muhammed’e (sav) vesîleyi ve yüksek dereceleri ver ya Rabbi” yakarışları devam etti bir süre daha. “Ve ona, vaad ettiğin Makam-ı Mahmûd’u lütfeyle. Şüphesiz Sen sözünden dönmezsin...” Vahiy. Emanet. Tasavvur. Güven. Hakikat-ı Muhammediyye. Nur. Nur üstüne nur. Anlatmayacaktım. Rüya görecektim artık sadece. Zıtlıkları değil, benzerlikleri, ayrışmaları, tekrar birleşmeleri, çoğullukları, farklı tekillikleri bir arada ve ayrı ayrı...
Sevgili varsa aşk var, aşk varsa ruh var, ruh varsa sır var. Sır varsa nur var. Nur varsa kavuşma var. Ve artık hiçbir şey olağan değil. Her şey O’ndan O’na dönerken. Goncadan güle hicret ettik. İşte bahçe!