Peygamber Efendimiz’in ilk vahiy gelmeden önce yaşadığı kırk yıl boyunca en sık anıldığı lakabı el-emin idi. Öyle ki, vahye inanmakta zorluk çekenler bile sözüne bu kadar güvenilen birinin durduk yere peygamberlik taslamayacağından hareketle onun söylediklerine kulak vermişlerdi sonradan.
Birinin sözünden, yaptıklarından emin olmak bugün o kadar imkânsız bir şey olarak görülüyor ki, örneğin gıybet yapmayan birine rastlamanın artık mümkün olmadığı söyleniyor. Kötülüklerin yüceltildiği ve kutsandığı bir çağda yaşamanın kaçınılmazlığına biz de sık sık vurgu yapıyor ve sözüne sadık, sorgusuzca güvenilen biri olmak imkânsızmış gibi, hafifletici nedenler buluyoruz kendimize. Sanki güvenilir olmayı, dürüstlüğü ve sadakati tarihsel bir tanıma hapsetmek mümkünmüş gibi.
Biz yanında değilken hoşlanmayacağımız bir şeyi asla arkamızdan söylemeyen o güvenilir dost, o sevgili kişi hiçbir şekilde varolamaz sanıyoruz artık. Dostlarla ilişkimizi pekiştiren yegane motivasyon ise kendimizi anlatmak. Başka türlü bir paylaşım biçimi geliştiremiyoruz.
Popüler kültür de bize her fırsatta birbirinden daha ‘girişken’ tutumlar pazarlıyor zaten bu doğrultuda:
Birbirimizi çekiştirerek, günah çıkararak hiçbir şeyi içimize atmayarak çok daha dışavurumcu ve paylaşımcı olacağımızı söylüyor. Kusurlarımızı araştırarak, irdeleyerek birbirimizin ruh doktorluğuna soyunarak ilişkilerimizi güçlendireceğimizi buyuruyor. Televizyonların sabah programlarında kadınlar, kendi ailevi sorunlarını milyonlarca kişiye açarak rahatlamaya, binlerce kişiyle bir arada dertlerine çözüm bulmaya teşvik ediliyorlar. Bunların deşildikçe içinden çıkılamaz hale geldiğini unutuyoruz. Ve bizi birer ‘ruh doktoru’ kıvamında tutanlar dertlerimiz sergilendikçe para kazanıyorlar durmadan.
Bu verili koşullarda sevdiklerimizin arkasından verip veriştirmeden, onların gıybetini yapmadan onları ‘sahih’ bir biçimde sevmeyi sürdürmemiz mümkün olabiliyor mu acaba? Sevginin ilahi boyutlarına değmeden buna sevgi adını verebilir miyiz?
Bunca ‘süslü propaganda’ yine de kadim bir bilgiyi tam olarak unutturamıyor hepimize: Ağzımızı açmasak da bizi bir Dinleyen ve bizimle bir Konuşan vardır. Dolayısıyla yalnız olmadığımızı anlamak için O’ndan O’na sığınmak yeter de artar bile. İnanıyorum ki, başkalarıyla konuşurken sevdiklerimizin bize olan güvenini sarsmadan da yalnızlığımızı paylaşmamız, dertlerimizle dertlenecek dostlar bulmamız mümkündür. Bugün hâlâ. Ve kıyamete dek.
İslam’ın insanı şereflendirdiği en büyük nimetlerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Ve böylelikle sözüne güvenilir biri olmamızı mümkün kılan bu yolu izleyerek mucizevî bir esenliğe çıkacağımızı biliyorum. Elinden, dilinden emin olduğumuz kişi değil midir Müslüman?
Kendi evlatlarına potansiyel casus veya geleceğin suçlusu gözüyle bakarak ‘güven önlemi’ alanların kendi sözlerinin güvenilir olduğunu kim iddia edebilir? Giderek karşımızdaki herkesin bize karşı art niyetli olduğunu ya da olacağını farz ederek, kimin sözüne güvenebiliriz ki?
Gelgelelim hayatımızı yönetmeye soyunanlar, komşularımızdan, sevdiklerimizden ve henüz tanışmadıklarımızdan bile şüphe etmemizi istiyorlar. Başkalarından hep kuşkulanarak, onların sadece sözlerine değil, yaptıklarına da güvenmeyerek daima paranoyak olmamızı, hep kendi çıkarlarımız doğrultusunda güven önlemleri alarak yaşamamızı buyuruyorlar. Tedbirin tek takdirinin yine kendimiz olduğuna kalıplarını basarak.
Abartılı güven önlemleri alma ihtiyacıyla herkese yan gözle bakar hale getirilmemize ivme kazandıran elbette 11 Eylül oldu. Devletler kendi uyguladıkları terörü halklarının gözünden kaçırmak için, hedef gösterdikleri düşmanların ‘şerrinden’ korunma yöntemlerine her gün bir yenisini ekliyorlar bu tarihten beri.
Vatandaşını en çok gözetleyen devlet mertebesine ulaşan Britanya’da öğrencilerin de parmak izlerinin kaydedilmesi gündemde. Üstelik bu parmak izleri ne çocukların ne de ebeveynlerinin haberi olmadan toplanıyormuş. 3 bin 500 okulda, kütüphane ve yemek hizmeti parmak izi kullanılarak sağlanmaya başlanmış. Kimi okullar da çocuklara bizzat ‘casusluk oyunu’ oynatarak toplamışlar parmak izlerini.
Kendi evlatlarına potansiyel casus veya geleceğin suçlusu gözüyle bakarak ‘güven önlemi’ alanların kendi sözlerinin güvenilir olduğunu kim iddia edebilir? Giderek karşımızdaki herkesin bize karşı art niyetli olduğunu ya da olacağını farz ederek, kimin sözüne güvenebiliriz ki? Geçtim bundan. Kendi sözümüzün güvenilirliliği konusunda kimi yürekten inandırabiliriz?
Yine Britanya’da geçtiğimiz yıl başlatılan bir uygulamayla, adında Muhammed olanların banka hesaplarında belli bir miktarın üzerinde para hareketi olduğu vakit, teröriste yardım kuşkusuyla hesapları bloke oluyormuş. 11 Eylül’ün ve diğer pek çok terör eyleminin failleri olarak bulunan kişiler arasında en sık rastlanan ad Muhammed imiş zira.
O (sav)’na olan sevgimizi evlat sevgisiyle bile kıyas edemediğimiz Sevgili ’nin adının olur olmaz her terör eylemiyle özdeşleştirilmesi yetmiyormuş gibi, bilinçaltımıza bir ‘zanlı’ olarak kazılmak istenmesi karşısında isyan etmiyorum hayır. Sabrediyorum. O(sav)’nun Taif bahçelerinde taşlanırken yaptığı gibi.
Yaşamı boyunca bir kez olsun birisinin kusurunu araştırmamış, kendisini öldürmek isteyenlere, hakaret edenlere merhamet etmiş, düşmanlarını affetmiş, affetmekle kalmamış onlara şeref ve değer vermiş Sevgili’nin yolunda olmakla, hatta onun yaptıklarının birazını olsun yapma niyetinde olmakla bile herhalde şu ahir zamanda ‘güvenilir’ kimselerin arasına girmek mümkün olabilir.
Fakat bir yandan da sormadan edemiyorum: Tanımadıklarımızdan sürekli kuşku duyarak kime güvenebiliriz? Sevdiklerimizin sözüne sorgusuzca itaat edebilir miyiz güvenmeden? Sevdiklerimize güvenemiyorsak sadakati nasıl öğrenebiliriz? Kendi sözümüze olan sadakatimiz, başkalarına duyduğumuz güvenle ölçülmez mi biraz da?