Mekke’nin birkaç mil kuzeydoğusunda, Mina yoluna yakın bu dağda hepimizin “En Sevgili”sine gelen ilk vahiy, Hira mağarasına indi. Vahyin nüzulü sırasında izlediği düşey eksenin insanlıkla buluştuğu ilk yer, bu tek kişilik makam olmuştur. Son vahiy burada ilk muhatabını bulmuştur. Kelimelerin hakikatiyle ilk buluşma.
Bu, aynı anda kırk yıllık bir yolun da sonu. Artık Hazreti Muhammed (sav) yalnızca el-Emin değildi, Nebi idi. Resul idi. Hira ise O’nunla birlikte yolların ve yolculukların kesişme yeri olacaktır. Zamanın, mekânın ve beyanın “bir” olduğu Arafat gerçeğine doğru atılan bir ilk adımdır belki.
Kırk dakikaya yakın tırmanmıştık, artık Hira’ya varmak üzereydik. Güneş usul usul batıyordu. Mekke’nin sesleri giderek uzaklaşmıştı. Yol boyunca ne bir yeşillik görmüştüm ne ağaç. Burada insanın yüreğini kaydıracak hiçbir şey olmaması çok manidardı. Çünkü gözlerimiz Hira’ya odaklanmıştı.
Tam bu sırada yanımdan bir kadın geçti. Aşağı iniyordu. Gözleri kendi içine bakıyor gibiydi, başka bir bakışla bakıyordu her şeye. Cezbe halindeydi ve salâvat getiriyordu bir yandan. Efendimiz’e Hira’dan yollanan salat ve selamları işittirir gibi oldu bana. Öte yandan ben de salâvat getirerek tırmanıyordum. Efendimiz’e şimdiye dek yollanan tüm salat ve selamların bu kadının fısıltı halindeki sesinde yankıladığını düşündüm. Her şeyin her şeyle bağlantısını kurmak buraya çıkmakla da mümkün olabiliyordu. Âlemin nurunun Habibullah’tan geldiğini Nur dağında “oku”maya başlayabilirdik. Hira: Nur-u Muhammedî’den her birimizin payına düşenin ne olduğunun sırrına yaklaştırıyordu bizi. Tek kişilik sır!
Nihayet Hira’ya vardık. Hayret ve hayranlıkla hamdetmeye başladım. Efendimiz dahi böyle dua etmiyor muydu: “Ya Rabbi, sana olan hayretimi arttır!” Akşam ezanı okunduğu sırada kalbimde sonsuz bir sevgi doğmuştu. Aşağıda ve uzakta kalan Kâbe’nin bize şahitlik ettiğini fark ettim. Efendimiz bu tek kişilik mekânda inzivaya çekildiğinde de onu görüyordu kuşkusuz. Hazreti Muhammed (sav)’in “Habibullah” oluşu bizim mevcudiyetimize bir başka anlam katıyordu:
Muhabbet asla tek taraflı değildir çünkü. Efendimiz hem sevilen hem seven olarak Rabbine hem kul hem Resul olmuştur. O yüzden bizim Güzel Efendimiz’e duyduğumuz muhabbet ne kadar artarsa Rabbimizin, Habibine duyduğu muhabbeti o kadar “gönülden” kavramaya başlıyoruz.
Seven ve sevilen: Güzel olandır aynı zamanda. Tıpkı Hira’dan aşağı cezbe halinde inen kadın gibi. Onun güzelliği artık cinsiyetinin veya kişiliğinin bir özelliği olmakla sınırlı değildi. İlahî yönüne bürünmüştü güzelliğinin.
Sevgi bizi güzelleştirdiği gibi Güzel Efendimiz’e kalpten gönderdiğimiz salat ve selamlar ile bu güzelliğe katkı sunuyor, onu çoğaltıyoruz. “Ya Rabbi, Efendimiz’e vesile’yi (en büyük kurbet makamı), Cennet’e ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O’nu, kendisine vaadettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır. Sen vaadinden dönmeyensin.” Bu yakarış, aynı zamanda bizim kişisel miraçlarımızın O’nun yüce makamına dönük niteliği! Resûlullah’ın varisleri; âlimler ve arifler olduğu kadar âşıklar değil midir? Bir “sevgili” gibi yaşayanlar? Ve yaşamaya çalışanlar?..
Hira’dan sıçrayayım gündelik hayatın tam ortasına. Özellikle televizyon ekranlarında Güzel Efendimiz’in adının salâvatsız kullanılmasını eleştirenleri epeydir duyuyordum. İslam’ın başlangıcından beri olagelen bir tavırdır bu. Elbette bir beşerden bahsediyoruz ama kalbimizin en sevgilisinden, Yaratan’ın “Habibim” diyerek âlemlere rahmet olarak gönderdiği en kâmil insandan bahsediyoruz. Sevgililer sevgilisinden. Güzeller güzelinden. Varlıkların yaratılış hiyerarşisine göre evet, hepimiz biriciğiz gerçi fakat hiyerarşinin en üsttekilerine karşı belli bir hürmet söylemi geliştirmemişsek kalbimiz nasıl açılır? Nasıl “canım feda sana ya Resulullah” sözüne varabiliriz? Dudaklarımızdan çıkamayan hürmet dolu sözler, salat ve selamlar, kendi düşey yolculuklarında kalbimize de varamaz ki.
Diğer peygamberleri de mesela İsa veya Musa peygamber demek yerine, İsa veya Musa aleyhisselam şeklinde anmamız da bu sebeple değil midir... Peygamberleri selamlamak, (Allah’ın güzel isimlerinden biriyle), emin ve güvende olarak, barış içinde, sadık olmayı, bağlanmayı, silsileye dâhil olmayı da hatırlatıyor olsa gerek bize. Tabii peygamberlerin isimlerini zikrettiğimizde onları selamlamamızı buyuran vahye gönülden uymayı da. Hakkın huzurunda olan kişilerin “Hazret” olmasındaki sırlara vakıf olamasak da en azından dudaktan kalbe bir muhabbet ekseni geliştirdikçe bunun hikmetleri açılmaya başlar bize.
Muhabbet karşılıklı olur demiştim. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (anında) bana tebliğ ederler” buyuruyor. Yine başka hadis-i şeriflerde de kendisine yollanan salat ü selamlara mukabelede bulunacağını belirtiyor. Efendimiz’i hakkıyla anabilmenin göstergelerinden biridir onu selamlama biçimlerimiz.
Bazıları O’na -beşer olmasından hareketle- hürmet göstermekten imtina ediyor. “Muhammed yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir” ayetini idrak ederken peygamberliğin anlam katmanlarına yeterince derinleşmeden... O’nu “Tanrısallaştırılmış” bir mitolojik kahraman olarak değil, bir insan ve kul olarak, ilahî mesajın beşerî hayatta yaşanabilmesinin en güzel ve mükemmel örneği olarak algılamamız istenmiştir bizden. İşte bu yüzden Efendimiz’i olduğu gibi ve layıkıyla sevebilmemiz her birimizin kişisel miracında “olmazsa olmaz” bir değer taşıyor. Resullullah’ın yolunda ilerledikçe insanlığımıza değer katan bu anlamları idrak edebilmemiz her şeyden ziyade O’na yolladığımız salat ü selamlarla temsilini bulmaya başlıyor işte. Hira’da, o tek kişilik makamda bunu idrak edebilmeniz mümkün. Belki metaforik olarak bir “miraç imkânı” sunuyor insana oraya tırmanmak. Çünkü Hira, sahiden de hiçbirimize ait değil. Bizler, Hira’da ancak ziyaretçiyiz. Evet O bir beşer ve bizim gibi bir kul. Ama kâmil insanlar içinde en zirvede olanı. Niyazi Mısrî Hazretleri’nin dediği gibi: “En güzel başlangıç ve en harika son!”
Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz’in adının doğrudan zikredildiği yalnızca beş ayet var. (Dört kez Muhammed, bir kez Ahmed olarak.) Diğerlerinde ise hep onu yücelten hitaplar kullanılmıştır. Allah (cc)’ın onu yücelten hitaplarını, Kur’ân’ı Kerîm okurken bizler de tekrar tekrar telaffuz ederiz. Yüce Yaratan’ın dahi Resul’üne salâvat getirdiğini düşünürsek... (Ki Allah’ın salat etmesi rahmet, meleklerin salatı dua, müminlerinki ise O’nun şefaatini talep etmektir.)
Cenab-ı Allah bize orucu, namazı ve pek çok ibadeti Kur’ân’ı Kerîm’de emreder ancak bu ibadetlerden hiçbirini yapıp yapmadığına dair bir şey açıklamaz. Sadece Ahzab suresi elli altıncı ayette buyurduğu gibi, kendi yaptığı bir şeyi kullarına da emreder: “Allah ve melekleri peygambere salâvat getirirler. Ey müminler, siz de ona salat edin ve samimiyetle selam verin.”
Efendimiz’e selam yollamakla Rabbimizin bizden istediği bir emri yerine getirmiş oluruz, bu anlamda sevgi ve hürmetin ilahi niteliklerine de vakıf olmaya başlarız. Bir bakıma O’nun gönlümüzde “En Sevgili” olmasının her birimize ait “içrek anlamları”na da gönderme yapar bu selamlama.
Öte yandan bu tevazunun alanına dâhildir. Resûlullah, “Ben Seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi” der. Ve biz de O’na uyarak Rabbimizden niyaz eder ve deriz ki “Biz O’na hakkıyla tazim ve salat edemiyoruz ya Rabbi bizim için sen et.” O’na salat etmesini istemek hem seven hem sevilen olmanın anlam katmanlarını soymaya başlar. Bu tevazuyla birlikte içimiz aşk ile dolar, aşkla doldukça O’na salat etmekle gelen lütufların zevkine varmaya başlarız.
Kendi insanlığımızın Yaratıcımız “gözündeki” değerini idrak etmemize de vesile oluyor salat ü selamlar. Efendimiz’i Makam-ı Mahmud’a ulaştıracak her salavat ile kendi varoluşumuzun ziynetleriyle karşılaşıyoruz. Denildiği gibi, O’nun güzelliğinin cevheri böylece hiç bölünmüyor, aksine O’nu her övenle birlikte bu övülen makam, ahirette Hazreti Peygamber’e verileceği vaat edilen makama ulaştırıyor O’nu. Demek ki O’nun önce bütün insanlara umumi olarak, sonra da kendi ümmetine hususi olarak şefaat etmesi; âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin anlamlarını da kuşatıyor.
Hira’da namaz kılarken, bu tek kişilik mekânda, evet böylesi dar ve küçük bir yerde idrak etmeye başlayabilirsiniz Makam-ı Mahmud’un O’na vaat edilmesinin anlamlarını... Alnım secdeye vardığında ilahi bir koku duydum nitekim. Hem içeride hem dışarıda. Kimi zaman rüzgâr dağıtıyordu kimi zaman da iyice yayıyordu onu. Aynı kokunun içindeyiz işte dedim içimden. O’na dünyamızdan güzel kokunun sevdirilmiş olmasında evrensel güzelliğin (ve insanın en güzel surette yaratılmasının) sırlarına dair bir ipucu bulmuştum belki.
“Oku” diye başlayan ilk vahyi tekrar tekrar okudum içimden. Bu, harflerden mürekkep bir kitabı değil, aynı zamanda güzel kokuyu, ağacı, mağarayı, insanı, yıldızı, arzı ve arşı... Aslında kâinatı okuma emriydi. Cebrail (as)’in Hira’da Efendimiz’i sıkıp okumasını istediği: “Ki O, kalemle yazmayı öğretendir...” Kâinat Kitabı’ydı. Ümmül Kitab. O halde “Kalem”in bir sırrı da, “Levh-i Mahfuz”da kayıtlı olup varlık âleminde vücuda gelmiş ve gelmemiş her şeydi. Ayetlerin insanın benliğinde ve ufuklarda (afak ve enfüs) “oku”nabilmesinin sırrı. Vahiy meleği tek kişilik Hira’da kanatlarıyla tüm ufku kuşattığında...
Tekrar edeyim o halde: Habibullah varsa aşk var, aşk varsa ruh var, ruh varsa sır var, sır varsa nur var. Ve nur varsa -şefaat ve- kavuşma var. “Elfu Elfi Salatin ve Elfu Elfi Selamin Aleyke ya Resulullah.”