19. yüzyıldan itibaren başlayan Sanayi Devrimi ve onun körüklediği kapitalist hayat tarzı, dünyanın, hatta bütün evrenin harcanıp tüketilebilen bir meta gibi algılanmasına yol açtı. Onu en çok harcayıp tüketen, “en gelişmiş” kabul edildi. Yeryüzünün bütün zenginliklerini hoyratça sömüren zihniyet, güçsüz insanları ve toplumları sömürme hakkını da kendisinde buldu. Böylece dünya, sömüren ve sömürülen ülkeler olarak ikiye ayrıldı. Bugün köle olarak alınıp satılan insanlar olmasa da görünürde yüzlerce bağımsız ülke bulunsa da sömürü hâlâ devam etmekte; bir yanda fazla semirdiği için nasıl zayıflayacağını düşünen, diğer yanda bir lokma ekmek, bir yudum su bulamadığı için ölüme terk edilen insanların bulunduğu dramatik bir tablo görülmektedir. Kıyasıya rekabet, anlamsız bir ilerleme paranoyası ve alabildiğine kışkırtılan bir üretim-tüketim çılgınlığı bizleri ve yaşadığımız dünyayı her yönüyle çoraklaştıran ve gelecek nesiller için belki de yaşanmaz hale getiren bir noktaya götürmektedir.
Göklerde ve yerdeki her şeyi insana musahhar kılan (boyun eğdiren) yüce Allah (Lokman 31/20; Casiye, 45/13), onları nasıl kullanacağımızı da imtihan konusu kılmıştır. Diğer yaratıklar, hayatlarını idame ettirirken Cenab-ı Hakk’ın çizdiği program dahilinde ölçülü, dengeli, birbirini destekleyen, ihtiyacı kadar tüketen ve doğada hiçbir tahribata yol açmayan bir hareket tarzı sergilerler. Çünkü onlar yaşadıkları tabiatın bir parçasıdırlar ve bütünün diğer parçalarıyla doğal olarak uyum içindedirler. Yine o tabiatın bir parçası olan insanın da aynı uyum içinde olması beklenir. Akıl nimetine sahip olması, onun içinde bulunduğu tabiattan daha çok faydalanmasına yol açsa da bunun, her şeye tahakküm ederek uyumu bozacak bir noktaya gelmemesi gerekir. Çünkü bu nokta, imtihanı kaybettiğimiz yerdir. Yukarıda anlamını verdiğimiz hadisten de anlaşılacağı üzere bu dünyadan sadece hak ettiğimiz kadarına talip olmak, diğer insanların ve mahlukatın hakkına tecavüz etmemek imtihanın önemli bir kuralıdır. Başka bir ifadeyle Allah’ın yarattığı her şeyi O’nun bir emaneti olarak görmek ve bu bilinçle hareket etmek Müslümanın şiarı olmalıdır.
Hadiste “mâlu Rasûlillah” olarak geçen tamlama, şârihlerce ganimet, daha geniş anlamıyla “beytülmal”, yani devlet hazinesi olarak açıklanmıştır. Daha sonra genel olarak “devlet malı” olarak kavramlaşan ve bir ülke insanlarının çabaları, kazançları ve birikimleriyle oluştuğu için o toplumun ortak servetini ifade eden devlet hazinesi, İslam’ın ilk dönemlerinden beri üzerinde önemle durulan bir kurum olmuş, beytülmalden yapılan haksız tasarruf, bütün bir toplumun hakkına yapılan tecavüz sayılarak uhrevi cezasının cehennem olduğu belirtilmiştir. O yüzden Hz. Peygamber, henüz taksim edilmemiş bir ganimetten gizlice mal alıp saklayan kimsenin cenaze namazını kıldırmamıştır. (Ebu Davud, Cihad, 143; Nesâi, Cenâiz, 66)
O günden bugüne işin mahiyeti itibariyle değişen bir şey yoktur. Devlet malı, o devleti yönetenlerin şahsi malı değil, toplumun ortak malıdır. Bu mala yapılan bir tecavüz, örneğin günümüzde kaçak elektrik ve su kullanımı veya muvazaalı yollarla ya da kanuna karşı hile yaparak kamu malından elde edilen haksız kazanç, doğrudan o toplumun hakkına yapılmış bir saldırıdır. İhlâl edilen bu hakkın adı İslami terminolojide kul hakkıdır ve tek tek sahipleri affetmedikçe Allah’ın affına konu olmayan ağır bir suçtur. Bu ihlali yapanlar, faraza kendilerine yabancı gördükleri devleti kandırdıklarını zannedip yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışabilirler. Ancak bu, kendilerini kandırmaktan öte bir sonuç vermez. Çünkü haksızlık söz konusu olunca devletin niteliğinin bir önemi yoktur. Örneğin bir Müslüman, gayrimüslim bir devletin tebaası olarak da hak etmediği bir şeye el uzatamaz ve başka din mensuplarının hakkına tecavüz edemez. Bu konu tamamen İslam ahlakıyla ilgili bir husustur ve Müslüman her zaman ve zeminde ahlaklı olmak, harama el uzatmamak, çoluk çocuğuna haram yedirmemekle mükelleftir. Onun için örneğin iyi bir Müslüman, ölen babasının maaşını alabilmek için kocasından mahkeme yoluyla boşanıp sözde dinî nikâhla evliliğini sürdürdüğünü söyleyemez. Böyle yaparak belki yetkilileri atlatabilir, bu şekilde davranmak zorunda kaldığına insanları ikna edebilir, ama her şeyi görüp gözeten ve hesabını yüce mahkemede soracak olan Cenab-ı Hakk'ı aldatamaz.
Şurası unutulmamalıdır ki birçok kötülük, kişinin hakkına, yani hak ettiğine rıza göstermemesinden kaynaklanmaktadır. Hakkına razı olmayanın, Hakk’ın rızasına nail olamayacağı da aşikârdır.