“Zulümden kaçının. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr 56)
Zulüm deyince toplu katliamlar, idam cezaları, yasaklar vs. hep büyük olaylar geliyor aklımıza. Göz yumulan küçük küçük haksızlıklar, önemsiz görülen azarlamalar, bir anlık öfke denilen vurup kırmalar, bencilce davranışlar ve ihmaller… Oysa bütün bunların birikimi değil midir insan israfı ve büyük zulümler?
Mevlâna der ki: “Adalet, meyve ağaçlarını sulamaktır; zulüm ise dikenleri.” Her birimizin içinde filizlenir meyve fidanları ve dikenler. Biz besleyip büyütürüz onları. İçimizde, kökü rahmet toprağında sabit, dalları göklere yükselmiş, meyveleri insanlığa hayat veren bir ağaç yetiştirmek ya da bencillik toprağına kök salmış dikenleri büyütmek bizim tercihimize kalmış bir şey; meyve fidanıyla dikeni ayırt edebilecek basiret gözünü kullanabilmek de.
Üç yaşındaki çocuğunu, arkadaşıyla konuşurken sözünü kestiği için azarlıyor babası. Yemeğini bitirmediği için cezalandırıyor annesi. Beş yaşındaki bir çocuğun oyuncak isteği, kocaman bir elin masum, minicik bir yüze inmesiyle neticeleniyor. “Anne, anne!” diyerek eteklerinden çekiştiren çocuklarına, bir süredir eşiyle yaşadığı problemler nedeniyle “Bıktım artık sizden!” tepkisiyle cevap veriyor kadın. Patronundan yediği azarı kabullenemeyen adam, tuzu eksik diye sofrayı dağıtıyor. Oğlu ceza almasın diye yapılan tecavüzü gizlemesini istiyor torunundan yaşlı kadın. Eşinin çocuğuna tecavüzüne, yuvam dağılmasın diye göz yumuyor anne. Kız çocukları yoluyla bir yabancıya gitmesin diye bütün malını biricik oğluna devrediyor yaşlı adam.
Bu olaylarda bir zulüm yok mu sizce?
Karşılaştığımız sorunlara çözüm üretememenin adıdır şiddet. Zaaflarımızı, bencilliğimizi gizlemenin yoludur öfke patlamaları. Ve bunların en adisidir kaba kuvveti zayıflar, masumlar üzerinde kullanmak, insanların mallarına haksız olarak sahip olmak; içgüdüleri, bir insanın hayatını karartma pahasına onursuzca tatmin yolunu seçmek.
Hak ve hukukun, adaletin, ölçülü ve dengeli yaşamanın zıddıdır zulüm. Temelinde, cehalet ve kibir, yani Hakk’ı ve hakikati inkâr, insanları ve diğer bütün mahlûkatı küçük görme vardır. Bakışlarımız bozulduğunda, kendimizi büyük ve ayrıcalıklı, karşımızdakini küçük ve değersiz görmeye başladığımızda hakikati idrak ve ahlâk açısından irtifa kaybediyoruz demektir.
Kâinat boşu boşuna yaratılmamıştır oysa. Arzularımızı dilediğimiz gibi tatmin edeceğimiz bir yer olsun diye de yaratılmamıştır; oyun ve eğlence olsun diye de. Rabbimiz'in bir ismi de 'el-Hakk'tır; "O gökleri ve yeri hak ile yaratmış ve dengeyi de koymuştur." (En’âm, 73; Rahmân, 7-8) Bizler de bu kâinat içinde öylece başıboş bırakılmadık elbet. Akıl, irade ve güç insana, Hakk’ı bilip tanıması, zulümle mücadele etmesi için bahşedilmiştir; arzularının esiri olsun diye değil.
Sırat kıldan ince, kılıçtan keskincedir denir. Bu söz aslında o köprünün zahiri için söylenmiştir. Kendisini mümin, Müslüman olarak niteleyenlere, ahiret gününe, hesap gününe iman ettiklerini söyleyenlere düşen insani sorumluluk, sırat köprüsünün hakikatini bu dünyada yaşamaktır; ip üzerinde yürüyen bir cambaz tavrıyla dengeyi koruyarak.