Ebû Sirve'a Ukbe İbni Haris (ra) şöyle dedi: "Bir keresinde Medine'de Rasûlullah'ın arkasında ikindi namazı kılmıştım. Rasûlullah selam verip namazı bitirdi ve süratle yerinden kalktı, safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, Hz. Peygamberin bu telaşından endişe etti. Hz. Peygamber kısa sürede geri döndü, kendisinin bu acele davranışından dolayı onların meraklanmış olduklarını gördü ve şöyle buyurdu: ‘ Yanımızda birazcık altın olduğunu hatırladım, beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve derhal dağıtılmasını emrettim.' "
(Buhârî, Ezan 158)
Zaman merkezli bir dine mensubuz. Başta ibadetlerimiz olmak üzere yapıp ettiklerimiz, biraz da zamanında yapılmış olmasıyla değer kazanmakta. Yerinde ve zamanında yapılmamış iyilikler kendilerinden beklenen faydayı sağlamadığı gibi anlamını da kaybedebiliyor. Bizden yardım bekleyen eli bizim müsait olduğumuz değil de muhatabımızın ihtiyacı olduğu anda tutmak gerek. Aksi halde sonradan gösterilecek tüm iyi niyet ve çabalar "hayırda yarışın"(1) fermanının ruhundan bizi uzaklaştırabilir. Hz. Peygamber'i, "gözümün nuru" dediği namazda meşgul edip mescid adabına aykırı görülecek şekilde acele ettiren de yapılması gereken hayırlı bir işin akla gelir gelmez, yapma imkânı varken yapılması gereğine olan inancıdır.
"Hayr"ı, yerine getirilmesi gereken bir sorumluluğu geciktirmenin, ihmalkâr davranıp ağırdan almanın insanı düşüreceği en büyük handikap, "nasıl olsa yaparız, ne acelesi var" rahatlığıyla ortaya çıkan erteleme hastalığıdır. Zamanı bitmeyecek bir sermaye gibi algılayan zihin, bir başkasının o iyiliğe, o andaki ihtiyacını görmekte aciz kalabiliyor. Derdini paylaşmak için sizi arayan dostunuza sonradan "dönme"niz, maddî desteğe ihtiyacı olana daha sonra ulaşmanız o insanlar için ne ifade ediyor olabilir, düşünülmesi gereken bir konu... Oysa bu gibi durumlarda insanı hayırlı sonuca ulaştıran yol, yapılması gereken işlerin halli için gerekli adımları atıp sorumluluğu sadece yüreklerde taşıma yükünden kurtulmaktır. Unutulmamalıdır ki bir vebali zihinde taşımak çoğu zaman onu yapmaktan daha zordur.
Hayrı geciktirmemek kadar, bireysel ve toplumsal hayattaki önceliklerin tespitinde "daha acil" olanın belirlenmesi de büyük önem taşımaktadır. Bir başka deyişle, hayırlı işlerde acele etme prensibi Müslümanlar'a öncelikle hayrın ne ve nerede olduğunu bilme sorumluluğunu da yükler.
Bu sorumluluk insanın şahsî tekâmülünü sağlayacak amellerini artırmasını gerektirdiği gibi sosyal boyutta da yapmaya gücünün yettiği hayırları erteleme lüksünün olmadığı ve toplumdaki ihtiyaç sahiplerinin bunda hakkı olduğu bilincini de uyandıracaktır. Bu bilinç, "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir."(2) şuurunu da canlı tutmaya vesile olacaktır.
Toplumda ihtiyaç sahibi insanlar olduğu sürece, mala ve biriktirmeye düşkün olan insanın, mal ile fazlaca meşguliyeti belki de onu gerçek hayırdan (infak) uzaklaştırabilir. Bu uzaklaşmayı engelleyebilmek için ise, dünyevî tamah ve kaygılarla dolu olan zihni / gönlü Allah-u Tealâ'yı anmaktan ve O'na kulluk etmekten alıkoyacak her şeyden arındırmaya çalışmak gerekir.
Bireysel ve toplumsal hayatta önümüzdeki en büyük sorun, sorumsuzluk ve ihmalkârlık olarak görüldüğü zaman ancak Hz. Peygamber'i safları yararcasına koşturan şeyin ne olduğunu anlamış oluruz.
1) Bakara/148
2) Enfal/28