İşte o taşınma günlerimizin sonuncusu Berat kandiline denk geldi. Eski evde geçireceğim son geceydi. Yeryüzünün muhacirlerini, mücahitlerini, sürgünlerini, gurbet ehlini, bir gecede evlerini boşaltmak zorunda kalanları, savaş mağdurlarını, işsiz kaçakları düşünüp durdum gece boyu. Hüzünlendim.
Hüzün, insana bu dünyada bir yolcu olduğunu hatırlatıyor. Gidişlerimizin pek çok yüzü var. Bazen veda etmek yeni kavuşmalara yollar insanı, coşku verir. Bazen vazgeçmenin kararlılığındaki hayırları görürsünüz. Bazen de bırakıp gitmenin kederi kuşatır sizi, mecburiyetler ağır basmıştır. Terk etmenin adabını tutturmak pek kolay değildir. Bir daha geri dönmeme niyetiyle gitmenin “hicret” olması da meşakatlidir. Bir türlü bitmez “gitme”lerimiz. Yatakları yakmak gerekir bazen. Bazen de geri dönme umuduyla başladığımız yolculuk daha fazla hüzünlendirir bizi. İnsanı hep ‘orada’, yani ev’de, yola çıkma anında tutar. Oraya defalarca döneceksinizdir bu umudun içinde.
Berat gecesinde, boş evi terk etmek üzere olduğum o son vakitlerde, kederimin ilerleyen saatlerinde niyaz ederken hüzün peygamberinin “benim bütün endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra geride bıraktığım ümmetimdir” buyurmasını düşünüyordum. Mahşerde bizler “nefsimiz” diye inlerken, O’nun “ümmetim” diye yalvaracağını duyumsamak beni kederlendirmekteydi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav)’in nefsi, belki kalbindeki ümmetine duyduğu merhametti. Ne çok sevilecektik daha, ne çok bağışlanacaktık inşallah. Bu tükenmeyen umut, Berat gecesindeki dualarımda hüzün yumağına doluyordu beni durmaksızın.
Dua ederken yeniden masumlaşıyoruz galiba. Affediyoruz, bağlanıyoruz, güveniyoruz, seviyoruz, kalbimizin dikenleri dökülüyor. Sanırım, hüznün ilahi yüzü ancak böyle açılmaya başlıyor. Efendimiz’in dert ve hüznünü ancak Allah Teala’ya arz etmeleri bize bu konuda bir ipucu sunuyor: Hüzünlenince yalnızlığımıza, kendi içimize dönüyorsak, Rabbimiz’e daha da yaklaştığımızdandır. Dualarımız derinleşiyorsa, sükût edebilmenin hüznüyle açılacaktır kalplerimiz. Efendimiz’in nuru, varlığın hüzünlü sesidir artık. Belki işiteceğiz...
Hakikate yaklaşmak; başkalarıyla hemhâl olmayı, yek-dil olmayı getiriyor. Aynı duanın içinde çoğaltıyor müminleri. Ve ne tuhaftır ki bu da hüznü artırıyor. Kandil gecesinin şahitleri hüznün ilahî boyutunu kayda geçirmekteyken Hicaz’a ışınlanıverdim.
Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevi’de cemaatle namaz kılarken etraftaki yüzlerce çocuk ağlamaya başlar. Tiz sesli yakarışları özellikle sabah namazında insanın içine işler. Aslında vakit ezanları ilk duyulduğunda başlıyor onların iniltisi. Ezan-ı Muhammedî devam ederken iniltileri giderek feryada dönüşür. Namaz başladığında ise kesintisiz bir dua olur ağlayışları, bizlerin secde ve rükû’larına dâhil olur giderek. Vakit namazlarında çocukların feryadı işte tam da anlatmaya çalıştığım gibi bir hüzne denk geliyor.
Kalplerin nefret barındıramayacak kadar merhametli olduğunu ve en kızdığımız, en kırıldığımız, kendimize en uzak bulduğumuz kişilerle aynı duanın içinde feryad edebileceğimizi belki en sahici haliyle çocuklar biliyor, bize işititiriyorlar! Hüzün, insanı olgunlaştırdığı gibi çocukları da bir süreliğine ihtiyarlatıyor sanırım. Belki de onların namaz boyu süren hüznü Kutsal Topraklar’daki en huşu dolu ibadetlere dönüşüyor!
Allah (cc) mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet edebilir çünkü O’nun “kırık kalplerle beraber olduğu” bize bildirilmiştir. Hüzün; samimiyet ve sahicilikten rol çalamayacağı için gösterişe, yalana, riyaya geçit vermez. Hüzünle taklit yapamayız. Bu yüzden, takvaya açılır bir başka yüzü. Saflaşmaya, arınmaya açılır. Verici oluruz hüzünlenince. Efendimiz’in, Hatice annemizin vefatından sonra “o benim hüznümü, kederimi çekip alırdı” derken ne kastettiğini belki ucundan da olsa hissetmeye başlarız.
Hz. Hatice’nin çekip aldığı keder, bir çeşit dünyevi fazlalıklarla ilgili olmalı diye düşünüyordum gecenin içinde yolumu açmaya çalışırken. Bunları eşinden çekip alarak arındırıyordu hayatı kuşkusuz. Paylaştığı ise Efendimiz’le birlikte çoğalttıkları hüzündü belki. Böylesi bir çekip alma, hüznün kaynağındaki Allah aşkına yaklaştırıyor olmalıydı onları. Vicdanın örtülerini kaldıran, kalbi saflaştıran hüzün... Bu, kuşkusuz Kurân-ı Kerîm’i hüzünle okumamızın önerilmesini de kapsıyor:
“Kur’ân, hüzün ile nazil olmuştur. O halde Kur’ân okuduğunuz zaman, mahzun olunuz.” Bu hadis-i şerif bize ilahî kelamın hüzünle okunursa kalbi huşuya sevkedeceğini ima eder. Haşyetten tüyler ürperirse gözler de dolabilir, dolacaktır. Yine bir hadiste “Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel tilaveti ciddi bir hüzün içinde okunanıdır” buyruluyor. Kur’ân’ı anlamak, onunla dirilmek, ona kalple bağlanmak, böylesi bir hüznün içinden geçmekle mümkündür demek ki. Kur’ân’ı içeriğine uygun şekilde anlayıp hayata geçirebilmek için ona kalple, iradeyle, bilinçle yönelmek, kendini bütünüyle ona vermek, adanmak gerekiyor.
Öte yandan ayetlerin her kelimesinde, her harfinde anlam katmanlarına açılmaya başlamak elbette yapmacık olarak hüzünlenip ağlamakla gerçekleşecek bir şey değil. Eğer “Kur’ân’ı hüzünlenerek, duygulanarak okumayan bizden değildir” hadisiyle yine ağlama teşvik ediliyorsa kim olduğumuzu, gelip geçiciliğimizdeki hikmetleri, insanlığa ve Rabbimize doğru yaptığımız yolculuğu anlamlandırmak ve gözyaşlarının asli tabiatımızın bir parçası olduğunu hatırlamamız içindir.
Efendimiz (sav) ancak kalp teslimiyetiyle gelen bir hüznü teşvik ediyor olmalıydı o halde. Tıpkı masum çocukların Hicaz’da, vakit namazları boyunca yana yakıla ağlamaları gibi. Ne kadar da sahicidir onlar. Efendimiz’in merhametine karşılık gelecek bizdeki o ilahi hüznü ortaya çıkarabilmek için cemaat halinde feryad etmektedirler her vakit.
Berat gecesindeki hüzün saatlerimde Yunus’un şu sözleri eşlik etmeye başlamıştı bana: “Kur’an okuyan kendi, kendi Kur’ân içinde...” Hazreti İnsan ile Kur’ân’ın, yani Hz. Muhammed (sav) ile Kur’ân’ın ikiz oluşu hüzünle iniyordu demek ki kalplere. Kur’ân’ı hüzünle okumak, onu dinlerken hüzünlenmek Efendimiz’in hüznüne yakınlaştırıyordu bizi. Sevgisine, aşkına, şefaatine yaklaştırıyordu.
Duvarlarında çerçeve izi kalmış boş evde, kırk altı yıllık bir ömrün kolilere yerleşmiş olağandışı bir anında, hicrete niyet etmişken, Berat gecesinde alınlar secdedeyken... Hüzün ilahî bir alamet olmuştu benim için. İlahî bir edebe dönüşebilmesi için dua ettim. Efendimiz’in hüznünün ardındaki o tebessümü yakalayabilmek için.