Hz. Peygamber’in Çocuklarla İlişkileri Üzerine

Başta milletimiz olmak üzere bütün Müslüman toplumlar gelecekte dünya milletleri arasında saygın bir yer ve etkinlik kazanmak istiyorlarsa çocuklarını ve gençlerini geleceğe en iyi şekilde hazırlamakla yükümlüdürler. Bu hususta Müslüman milletlerin kuşkusuz en büyük avantajı, hayatın her alanına dair insanî ve irfanî çözümler sunan bir dinlerinin olması, daha da önemlisi bu dini bütün davranışlarıyla yaşayan ve örnek olan Hz. Muhammed (sav) gibi bir önderlerinin bulunmasıdır. Hayatı incelendiğinde dinî alanda olduğu gibi sosyal konularda da Allah Resûlü’nün (sav) bütün uygulamalarıyla özelde Müslümanlar, genelde de bütün insanlık için çağları aşan evrensel davranış örnekleri sunduğu görülecektir.

Hz. Peygamber’in Çocuklara Yaklaşımı

Nesli korumak ve geliştirmek bütün semavî dinlerde olduğu gibi İslam’ın da temel hedeflerinden biridir. Bu hedefe ulaşmak ise ancak sağlıklı çocuk sahibi olmak, yetiştirmek ve doğumundan başlayıp evlenmesiyle noktalanacak şekilde onun hayatının tüm safhalarıyla ilgilenmekle mümkün olur. Resûl-i Ekrem (sav), evliliği, çocuk sahibi olmayı ve çocuk yetiştirmeyi teşvik etmiştir:

“Dört şey Peygamberin sünnetindendir: Haya, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek”(1) “Kimin evlenme külfetine gücü yeterse, evlensin. Zira evlilik, gözü haramdan son derece korur. İffeti de o nispette muhafaza eyler”.(2) “Nikâha rağbet ediniz, çoğalınız. Ben kıyamet günü sizin çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim”.(3) “Gençler! Evlilik külfetlerinin altından kalkabileceğine güvenen­leriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları zinadan korur. Aksi halde (zinadan korunmak için) oruç tutunuz”.(4)

Evlilik gerçekleştirip çocuk sahibi olduktan sonra onların gözetilip yetiştirilmesi gerekir. Bu sorumluluğu hatırlatma sadedinde Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz”.(5) Allah Resûlü (sav) ayrıca çocuklarının yetişmesine ihtimam gösteren ana-babaları övmüş ve “Bir baba, çocuğuna iyi terbiyeden daha değerli bir armağan vermemiştir”(6) buyurmak suretiyle çocukların güzel bir şekilde terbiye edilmelerinin ehemmiyetine işaret etmiştir.

Çocuklara karşı derin bir sevgi ve şefkat besleyen Hz. Peygamber, onları ciddiye alıp seviyelerine inmek suretiyle onların problemleriyle ilgilenmiştir. Onun çocukları kucağına alıp sevdiğiyle ilgili pek çok rivayet bulunmaktadır. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber, torunu Hasan’ı öperken yanında bulunan bedevî kabile reislerinden Akra’ b. Hâbis “Siz çocukları öper misiniz? Benim on çocuğum var, hiçbirini öpmedim” der. Gerçekten de katı, acımasız ve sert mizaçlı olan çöl Arapları Hz. Peygamber’in çocuklara gösterdiği sevgi ve acımayı hiçbir zaman anlayamamış, onun çocuklara karşı tavırlarını tuhaf bir şey olarak karşılamışlardır. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) muhatabına “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” cevabını verir. Yine “Siz çocukları öper misiniz? Biz öpmeyiz” diyen başka bir şahsa “Allah senin kalbinden merhameti alıp çıkardıysa ben ne yapabilirim” buyurmuştur.(7)

Çocukların, büyüklerin telkin ve talim ettikleri değerleri ve davranış modellerini içten benimseyip bütün hayatı boyunca bunlara sahip çıkması ve içselleştirmesi, her şeyden önce kendi ailesi içerisinde “dost ve güvenilir” bir çevrede yaşadığının tecrübesini edinmesine bağlıdır.

Allah Resûlü (sav) çağdaşlarının şaşkın bakışları arasında çocukları hoş tutmuş ve onların her türlü masum isteklerini yerine getirmeye gayret göstermiştir. Namaz kılarken, hatta hutbe okurken dahi bu tutumunu değiştirmemiştir. Kaynaklar, onun torunu kucağında iken namaza geldiğini, çocuğu bırakıp namaza durduğunu, secdede iken çocuğun sırtına binmesi üzerine secdeyi uzattığını; kızlarından Zeynep’in (r.anha) kızı Ümâme’yi namazda omzuna aldığını naklederler.(8)

Sahâbeden Enes b. Mâlik (ra), ailesi tarafından Hz. Peygamber’e hizmet etmesi için verilmişti. Enes (ra) on yıl süreyle Allah Resûlü (sav) ile birlikte kaldığını, bu süre içinde kendisinin bir defa dahi “Bunu niçin böyle yaptın veya yapmadın” şeklinde bir soruya muhatap olmadığını zikreder.(9) Aynı sahâbînin bu konudaki bir başka anısı şöyledir: “Rasûlullah bir gün beni bir iş için gönderdi. Ancak ben sokakta oynayan çocuklara katıldım. Belli bir süre geçtikten sonra Rasûlullah bulunduğumuz yere geldi ve bana ‘Enescik gönderdiğim yere gittin mi?’ diye sordu. Ben de ‘Hemen gidiyorum Ey Allah’ın Resûlü’ cevabını verdim”.(10)

Çocukların, büyüklerin telkin ve talim ettikleri değerleri ve davranış modellerini içten benimseyip bütün hayatı boyunca bunlara sahip çıkması ve içselleştirmesi, her şeyden önce kendi ailesi içerisinde “dost ve güvenilir” bir çevrede yaşadığının tecrübesini edinmesine bağlıdır. Dolayısıyla çocuğun bu temel ihtiyacının yeterince karşılanması ve ona sevgi, şefkatle ilgi gösterilmesi gereklidir. Rasûlullah’ın (sav) çocuklarla ilişkilerinde göze çarpan en başta gelen hususiyet onların dostluğunu ve güvenini kazanmak için gösterdiği gayrettir. Nitekim kendisi çocuklarla özel olarak ilgilenmiş, onları muhatap almış, onlarla her karşılaştığında selam vermiş, hal hatırlarını sormuştur.(11) Onlarla şakalaşmış(12), yolculuk esnasında torunlarını bineğine almıştır.(13) Hasta olan çocuklara da özel olarak geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunmuştur.(14) Resûl-i Ekrem (sav) mevsimin ilk çıkan meyvelerini onlara ikram etmiştir. Onların dünyalarına girerek hoşlanacakları adlar takmak suretiyle kendileriyle şakalaşmış, hatta onları eğlendirmiştir. Bütün bu sıcak yakınlıktan dolayı çocuklar da onu çok sevmişlerdir. Öyle ki yolculuktan döneceği zaman hep birlikte toplanıp kendisini karşılamaya çıkmışlardır. Nitekim Hicret esnasında Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) evine misafir olacağı sırada Neccâroğulları’nın küçük kızları memnuniyetlerini ifade sadedinde def çalıp şarkı söylemişlerdir. Hz. Peygamber onlara “Beni seviyor musunuz?” diye sorduğunda onlar da “Evet Ya Rasûlullah” cevabını vermişler, bunun üzerine de “Ben de sizleri seviyorum” sözüyle mukabelede bulunmuş ve bu ifadeyi üç defa tekrarlamıştır.(15) Yine O, Medine dışında da çocuklara gösterdiği ilgi ile bilinecek ki Umretü'l-Kazâ için Mekke’ye gittiğinde şehirde meskûn bulunan Hâşimoğulları’nın çocukları kendisini karşılamışlar, önünden ve ardından koşuşmuşlardır.(16)

Hz. Peygamber döneminde çocuklar sosyal hayatın bir parçasıydı. Rasûlullah’ın (sav) çağrısıyla Bayram namazının kılınacağı yere kadınlarla birlikte onlar da çıkarlardı.(17) Kaynakların bildirdiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) çocukların sağlık ve güvenlikleriyle de yakından ilgilenmiş, bu doğrultuda savaşlarda kadınlarla birlikte çocukların öldürülmemesini özellikle emretmiştir.(18) Çocukların ekonomik yönden güçlü olmalarını, babalarının malı varken başkalarına muhtaç düşmelerini önlemek için gerekli tedbirler almış; malının tamamını Allah yolunda harcanmak üzere vasiyet etmek isteyen sahâbeden Sa’d’b b. Mâlik'in (ra) bu tavrını hoş karşılamamış, ona “Çocuklarına ne bıraktın?” diye sormuş, bir şey bırakmadığını öğrenince de malının onda dokuzunu çocuklarına bırakmasının gereğine işaret etmiştir. Onun ısrarı üzerine üçte birini vasiyet etmesini istemiş ve bu miktarı bile çok bulduğunu belirtmiştir.(19) Maddî ve fizikî imkânı olduğu halde Tebük seferine katılmayan, bundan dolayı Müslümanlar tarafından dışlanan Ka’b b. Mâlik’in (ra) tevbesi Allah tarafından kabul edilince, onun bütün malını tasadduk etmek istemesi üzerine, Allah Resûlü (sav) malının bir kısmını ailesinin geçimine ayırmasının kendisi için daha hayırlı olacağını ifade etmiştir.(20)

Hz. Peygamber, çocukları istismar etme, onları sözgelimi savaş meydanı gibi yaşlarına uygun olmayan alanlara sürme yoluna asla tevessül etmemiştir. Rivayete göre Bedir Seferi’ne çıkarken Medine dışında ordusunu durdurmuş; burada yaptığı kontroller neticesinde yaşlarını küçük gördüğü bazı sahâbîleri geri çevirmiştir.

Hz. Peygamber namaz kıldırırken çocuk ağlaması duyunca, ağlayan çocuğun üzülmemesi ve annesinin huzursuz olmaması için kısa sureler okuyarak namazı çabuk bitirirdi. Hatta bazen namaza dururken uzun Kur’ân’dan uzun bölümler okumayı düşünse bile, ağlama sesi duyunca bundan vazgeçer, namazı kısa sürede tamamlardı. Bu uygulama Hz. Peygamber'in (sav) çocuklara merhametini açıkça ortaya koyar.(21) Bu konuda kendisinden de şu şekilde bir rivayette bulunulmuştur: “Ben namaza okuyuşumu uzatmak niyetiyle dururum. Fakat geriden bir çocuğun ağlamasını duyunca, annesine güçlük çıkarmamak için namazımı kısa keserim”.(22)

Hz. Peygamber, çocukları istismar etme, onları sözgelimi savaş meydanı gibi yaşlarına uygun olmayan alanlara sürme yoluna asla tevessül etmemiştir. Rivayete göre Bedir Seferi’ne çıkarken Medine dışında ordusunu durdurmuş; burada yaptığı kontroller neticesinde yaşlarını küçük gördüğü bazı sahâbîleri geri çevirmiştir. Onun orduya almadıkları arasında on üç yaşlarında bulunan Abdullah b. Ömer (ra), Berâ’ b. Âzib (ra) ve Zeyd b. Sâbit (ra) bulunuyordu. Allah Resûlü (sav) o esnada on altı yaşında bulunan Umeyr b. Ebû Vakkâs’ı (ra) da geri çevirmek istemiş; ancak ağlaması ve aşırı ısrarı üzerine onun çarpışmalara katılmalarına müsaade etmiştir. Uhud Savaşı’na çıkarken de ordusunu tekrar gözden geçirerek yaşları küçük olduğu için yirmiye yakın çocuğu şehre geri göndermiştir. Hendek Savaşı esnasında ise buluğ çağına girmemiş çocukların çalışmasına, toprağı kazma faaliyetine iştirakine müsaade etmiş; ancak kuşatma başlayınca çarpışmalardan korumak için onları ailelerinin yanına göndermiştir. Bu savaşta cephede kalmaya müsaade ettiği çocuklar arasında yer alan Zeyd b. Sâbit’in (ra) ve Abdullah b. Ömer’in (ra) o sırada on beş yaşında bulunduğuna bakılırsa, bu yaşın altındakileri evlerine gönderildiği anlaşılır. Hâlbuki bu savaşta kuşatmacıların sayısı Müslüman askerlerin sayısından üç kat fazla idi ve askere çok ihtiyaç duyuluyordu.(23)

Medine’ye dokuzuncu hicrî yılda gelen yetmiş-seksen kişilik Benî Temîm heyetiyle birlikte o sırada çocuk yaşta bulunan Amr b. Ehtem (ra) de bulunuyordu. Heyet üyeleri onu eşyalarının başına nöbetçi olarak bırakmışlardı. Resûl-i Ekrem (sav) gelenlere birtakım hediyeler verdikten sonra içlerinde hediye almayan kimse olup olmadığını sordu. Bunun üzerine sadece eşyalarının yanında bir çocuğun kaldığını söylerler. Hz. Peygamber onun da gönderilmesini isteyince Kays b. Âsım (ra) adlı heyet üyesi, onun kabileleri arasında saygınlığı bulunmayan bir çocuk olduğunu söyler. Peygamberimiz de “Olsun, o heyetle birlikte gelmiştir. Bahşiş almaya hakkı vardır” buyurmuş, ardından da çocuğu getirtip bahşişini vermiştir.(24)

Hz. Peygamber’in çocuklarla ilgili en önemli düzenlemelerinden biri de kız çocuklarını erkek çocuklarla eşit statüye getirmesidir. Hâlbuki İslâm öncesi dönemde Arap toplumunda kız çocuğuna karşı davranışları, sosyal bir problem haline gelmiş ve hatta cinayet şeklini almıştı. Câhiliyye döneminde kız çocuğu ailede maddî bakımdan bir yük, sosyal açıdan da bir utanç kaynağı kabul edilirdi. Ayrıca Araplardan bir kısmı çocuklarını ekonomik ve sosyal endişelerle öldürülürlerdi. Bu câhilî âdeti ortadan kaldırmak amacıyla Kur’ân-ı Kerîm'de câhiliyye insanının kız çocuğuna karşı tutumu kötülenmiş, çocukların öldürülmeleri şiddetle kınanmış ve yasaklanmıştır.(25) Üstelik Hz. Peygamber kız çocuğuna özel önem vermiş, kız çocuğu yetiştirenleri bilhassa övmüştür: “Her kim buluğ çağına ulaşmalarına kadar iki kız çocuğunun bakımını, nafakasını, terbiye ve yetiştirilmesini üzerine alır ve bunu yerine getirirse o kimse kıyamet günü benimle şöyle olacaktır” dedikten sonra parmaklarını birbirine kavuşturmuştur.(26) Buna karşılık kız çocuğunu hakir görmeyi ve ona karşı kötü duygu ve düşünceler beslemeyi de yasaklamıştır.(27)

Hz. Peygamber tarafından insanlığa sunulmuş olan İslam mesajının en karakteristik özelliklerinden birisi çocuk, yetim, kadın, köle, fakir gibi toplumun en zayıf, savunmasız, ezilme ve istismara müsait mensuplarının haklarına sahip çıkarak, onları insanca bir ortamda ve güven içerisinde yaşatmak projesidir.

Hz. Peygamber, savaş esirleri arasında bulunan çocuklara dahi ilgi göstermiştir. Kureyza esirleri arasında bulunan buluğ çağına ermemiş çocukların annelerinden ayrılmamalarını emretmiştir.(28)

Hz. Peygamber’in öğretisi dikkate alındığında çocuğun anne baba üzerindeki hakları, ona güzel bir isim koyma, iyi bir eğitim ve öğretimden geçirme, evlendirme ve kardeşler arasında eşit muamele etme şeklinde özetlenebilir. Hz. Peygamber, çocuklara ad koyma konusunda titiz davranılması gerektiğini bildirmiş, bu konuda ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur: “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, bu sebeple çocuklarınıza güzel isimler koyunuz”.(29) Bu doğrultuda putperestliği çağrıştıran ve İslam adabına uymayan adların değiştirilmesini tavsiye etmiş ve bu tür isimleri kendisinin de değiştirdiği olmuştur. Çocuklara Allah’tan başkasına kulluk anlamı taşıyan Abdü’l-Kâbe, Abdü Kusay, Abdü’l-Uzza, Abdü Menaf gibi isimler koymayı haram kabul etmiş ve varsa bunları başka isimlerle değiştirmiştir.(30)

Günümüzde sıkça sözü edilen çağdaş sorunlardan birisi de çocuk haklarıdır. Çocukların da yetişkin insanlar gibi bazı haklara sahip olabileceği, ancak yakın zamanlarda farkına varılmış olan bir konudur. Oysa Hz. Peygamber tarafından insanlığa sunulmuş olan İslam mesajının en karakteristik özelliklerinden birisi çocuk, yetim, kadın, köle, fakir gibi toplumun en zayıf, savunmasız, ezilme ve istismara müsait mensuplarının haklarına sahip çıkarak, onları insanca bir ortamda ve güven içerisinde yaşatmak projesidir. Toplumsal çürümenin ya­şandığı İslâm öncesi Arap toplumunda bu güçsüz unsurların nasıl ezil­diği ve yaşama hakkına varıncaya kadar en tabiî temel haklarının bile hiçe sayıldığı bilinen bir gerçektir. İşte böyle bir toplumsal ortamda Hz. Peygamber çocuk haklarından söz etmiş ve bunların ısrarlı takipçisi ol­muştur. Bu hususta en çarpıcı örnek İslam dininin yetim çocuklar ve onların hakları ile ilgili emridir:

“Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (buluğa) erdiklerinde, eğer reşit olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter. Miras taksiminde (kendilerine pay düşmeyen) akrabalar, yetimler ve fakirler hazır bulunurlarsa, onlara da maldan bir şeyler verin ve onlara (gönüllerini alacak) güzel sözler söyleyin. Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde onlar hakkında endişeye kapılanlar, (yetimler hakkında da) ürperip korksunlar. Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve doğru söz söylesinler. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir”.(31)

Çocukların bakımı, beslenmesi, tedavisi ve her tür zarurî ihtiyaçları ana-baba tarafından karşılanmalı, eğer yoksa bütün bu sorumlulukları devlet üst­lenmelidir. İslâm anlayışına göre çocuğun himayesiz ve sahipsiz bırakıl­ması söz konusu olamaz. Nitekim Allah Resûlü (sav) “Velisi olmayanın velisi benim” sözleriyle toplumdaki kimsesizlere sahip çıkmış, rahmet kanatlarıyla onların üzerine eğilmiştir.(32)

Çocuk, ana-babası için yalnızca gönül eğlendirecek bir sevgi ve tatmin konusu değildir; onun her bakımdan ve zamanın şartlarına uygun şekilde yetiştirilip eğitilmesi, güzel ahlâkla süslenmesi ve iyi bir meslek edinmesi için çaba ve fedakârlık gösterilmesi gerekir.

Çocuğun bakımı ve himayesi kadar, iyi bir şekilde eğitilmesi de önemlidir. Hz. Peygamber, bunu da çocuğun ana-babası üzerindeki haklarından birisi olarak zikretmiştir.(33) Kuşku yok ki çocukların eğitilmesinde ana-babanın payı büyüktür. Zira çocuklar yetişme çağlarından itibaren onları örnek almakta ve hatta taklit etmektedirler. Bu bakımda başta anne ve baba olmak üzere bütün aile bireyleri çocuklara iyi örnek olmalıdırlar. Allah Resûlü (sav) yakın çevrenin çocuğun kişilik yapısına tesirini şu şekilde ifade eder: “Her çocuk fıtrat (hak dini kabul edebilecek nitelikte) üzerine doğar. Bundan sonra ana-babası Yahudi ise onu Yahudi yaparlar. Hıristiyan ise Hıristiyan yaparlar, Mecûsî ise Mecûsî yaparlar”.(34) Çocuğun ahlâkî gelişimi yönünden de durum aynıdır. Çocuk doğruluğu da yalancılığı da, iyiyi de kötüyü de ebeveyninden öğrenir. Bir gün Allah Resûlü (sav) sahâbeden Abdullah b. Amr’ın (ra) evinde misafir iken, annesi oğlunu çağırarak kendisine bir şey vereceğini söyledi. Peygamberimiz bunun üzerine oğluna ne vereceğini sordu. Annesi de hurma vereceğini ifade etti. Allah Resûlü (sav) “Eğer aldatıp da bir şey vermeseydin, sana bir yalan günahı yazılacaktı” buyurdu.(35)

Çocuk, ana-babası için yalnızca gönül eğlendirecek bir sevgi ve tatmin konusu değildir; onun her bakımdan ve zamanın şartlarına uygun şekilde yetiştirilip eğitilmesi, güzel ahlâkla süslenmesi ve iyi bir meslek edinmesi için çaba ve fedakârlık gösterilmesi gerekir. Bu sorumluluğunu tam olarak idrak etmiş ve bunun gereğini yerine getirmiş olan ana-baba, çocukları için bütün maddî değerlerin üstünde, Allah Resûlü’nün (sav) ifadesiyle, “en güzel miras”ı bırakmış olmaktadır.(36)

Küçük ya da büyük, tüm insanların en temel hakkı yaşamaktır. Dünyaya gelen her çocuk yaşamalı, hayatını sürdürebilmek için gerekli maddî ve manevî imkânlara kavuşturulmalıdır. Bu hakkın ortadan kaldırılması için hiçbir gerekçe meşru olmaz. İslâm öncesi Arap toplumunda özellikle kız çocuklarının yaşama hakkı, ana-babaları tarafından acımasızca çiğneniyordu. Bu tutum Kuran-ı Kerîm’de şiddetle tenkit edilerek reddedilmiş olup maddî ve sosyal endişe­lerle çocukların öldürülmesi bir beyinsizlik ve sapıklık olarak nitelendirilmiştir: “Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir”.(37)

Çocukların öldürülmesi ayrıca hesabı sorulması gereken büyük bir suç ve günahtır da: “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır”.(38) “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman…”.(39) Hangi şart altında olursa olsun çocuğun hayat hakkı korunmalıdır. Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek, zina ettiğini ve bu fiile bağlı olarak hamile kaldığını itiraf edip, cezasının verilmesini talep eden bir kadının, cezasının doğumdan ve hatta çocuğu sütten kesmesinden sonraya ertelemesi olayı,(40) bu hayat hakkına duyulan saygıyı dile getirir.

Çocuğun bir diğer önemli hakkı da ana-babasından, diğer kardeşlerine kıyasla farklı, adaletsiz bir muamele görmemesidir; onun da ailenin imkân ve değerlerinden eşit olarak yararlanmasıdır. Hz. Peygamber, anne babanın çocuklarına eşit muamele yapmasının onların görevi ve çocuğun da doğal hakkı olduğunu bildirmiştir.(41) Bu hususta “Çocukların senin üzerindeki haklarından birisi de onlara eşit davranmandır” buyurmuştur.(42)

Allah Resûlü (sav) çocuklara mal bağışlanmasında âdil davranılmamasını zulüm olarak değerlendirmiş, özellikle erkek çocukların üstün tutulup kızların aşağılandığı bir kültür ortamında bu durumu tersine çevirerek kadın cinsiyle ilgili kalıplaşmış tutumları ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir.

Eşit davranma konusunda çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla ana-babanın hibe, hediye, miras gibi maddî konularda olduğu gibi, sevgi, ilgi ve şefkat gibi manevî hususlarda da çocukları arasında adaletli davranmaya gayret etmesi gerekir. Aksi halde kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbirine karşı olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmaz olacaktır.

Allah Resûlü (sav) çocuklara mal bağışlanmasında âdil davranılmamasını zulüm olarak değerlendirmiş, özellikle erkek çocukların üstün tutulup kızların aşağılandığı bir kültür ortamında bu durumu tersine çevirerek kadın cinsiyle ilgili kalıplaşmış tutumları ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. O, öncelikle kız çocuğuna karşı kötü duygular beslenmesini men etmiştir.(43) Gerçekten de erkek cinsine göre kız daha nazik, korumasız ve zayıftır. Bu durumda kızlara daha fazla ilgi gösterip, onların yetişmesine katkı vermek, adalete en uygun olanıdır. Resûl-i Ekrem (sav) bu hususta “Bağış ve ihsanlarda çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” buyurur.(44) Günümüzde buna pozitif ayrımcılık denilmektedir. Kız çocuklarının ikinci sınıf muamele gördüğü ve horlandığı bir ortamda bu sözler ezber bozan ve çok anlamlı sözlerdir. Allah Resûlü’nün (sav) her konuda kızlara öncelik vermeyi teşvik eden ve kız çocuğu yetiştirmenin büyük ecir ve sevabını dile getiren söz ve uygulamalarını da(45) bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Rivayete göre bir adam Peygamberimizin yanında oturuyordu. Bu sırada adamın erkek çocuğu yanlarına çıkageldi. Adam, çocuğu öpüp, dizlerine oturttu. Daha sonra kız çocuğu geldi. Adam onu ise yanına oturttu. Peygamber Efendimiz (sav) bu tavır üzerine muhatabını “Niçin ikisini bir tutmadın?” diye kınadı.(46)

Burada sunulan örneklerde de görüldüğü gibi hediye, hibe, miras gibi maddî konularda ana-babanın tasarrufları, kardeşler arasında herhangi bir ayrıcalığa yer vermeyecek şekilde olmalıdır. “Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin”(47) anlamındaki sözleriyle Hz. Peygamber, Müslümanların bu konuda dikkatini çekmiştir. Ana-baba maddî konularda olduğu kadar, çocuklarının her birine karşı gösterdiği sevgi ve ilgide de adaleti gözetmek durumundadır. Aksi takdirde kardeşler arasında kıskançlık ve düşmanlık duygularının uyanmasına yol açabilirler, bu da neticede aile içindeki huzuru tehdit eder.(48)

Hz. Peygamber’in Çocukları ve Çocuklarıyla İlişkisi

Hz. Peygamber’in kendisine Mısır kralı Mukavkıs tarafından cariye olarak hediye edilen Kıptî asıllı Mâriye’den (r.anha) doğan İbrahim hariç bütün çocukları ilk hanımı Hatice’den (r.anha) doğmuştur. Bütün erkek çocukları daha küçüklüklerinde vefat etmiştir.

Zeynep (r.anha) geride Ali adında bir erkek ve Ümâme adında bir kız çocuğu bıraktı. Hz. Peygamber Ümâme’yi çok severdi. Bunun hakkında meşhur bir rivayet vardır: Bir keresinde Hz. Peygamber namaz kılıyorken Ümâme’yi de omuzlarında taşıyordu. Rükuya vardığında onu yere koyuyor, secdeden kalkınca yine omuzlarına alıyordu.

Hz. Peygamber’in çocukları ve isimleri hakkında değişik rivayetler vardır. Altı çocuğu olduğu konusunda ittifak edilmiştir: Bunlardan iki erkek; Kâsım, İbrahim ve dört kız; Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma. Bazı rivayetlere göre onun Tâhir ve Tayyib adlı iki oğlu daha vardı. Bir diğer rivayete göre ise henüz bebekken ölen Abdullah adında bir oğlu vardı ve onun diğer isimleri Tâhir ve Tayyib idi. Bütün bu bilgiler bir araya toplanırsa, çocukların toplam sayısı on iki olur. Bunlardan sekizi erkek ve dördü kızdır. Kızlar hakkında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Ancak erkek çocukların sayısı hakkındaki görüşlerde farklılıklar vardır. Bununla birlikte bütün rivayetler Hatice’den (r.anha) olan Kâsım’ı ve Mâriye’den olan İbrahim’i kabul etmektedirler.(49)

Kâsım, Hz. Peygamber’in en büyük oğlu olup nübüvvetten yaklaşık on bir yıl evvel doğmuştu. Ona izafeten Hz. Peygamber “Ebû’l-Kâsım” olarak tanınmıştır. Kâsım, doğumundan birkaç yıl sonra ölmüştür. Rivayetlere göre o, Hz. Peygamber’in ilk çocuğu ve aynı zamanda ilk ölen çocuğu olmuştur. Allah Resûlü (sav) onu çok severdi ve kendisine Ebu’l-Kâsım denmesinden hoşlanırdı. Nitekim sahâbîler kendisine bu isimle seslenmişlerdir.(50)

Zeynep’in (r.anha), Hz. Peygamber’in en büyük kızı olduğu ve Kâsım'dan sonra nübüvvetten on yıl kadar evvel doğduğu konusunda rivayetler ittifak halindedir. O, genç kızlığı çağında teyzesinin oğlu Ebu’l-Âs b. Rabi ile evlenmiştir. Bedir Gazvesinden sonra Müslüman olmuş ve Medine’ye hicret etmiştir. Bedir Gazvesi’nde müşrik kocası Ebu’l-Âs esir alınınca Zeynep (r.anha) onun serbest bırakılması için annesi Hatice’nin (r.anha) hediyesi olan bir kolyenin de bulunduğu bir miktar para ve mücevherat göndermiştir. Ebu’l-Âs serbest bırakıldığında Hz. Peygamber ondan Zeynep’i (r.anha) Medine’ye göndereceğine dair söz aldı. Damadı bu sözünü yerine getirdi. Fakat Zeynep (r.anha) Medine yolunda iken müşriklerden Hebbâr b. Esved yolunu keserek onun bindiği deveden yere düşmesine sebep oldu. Zeynep (r.anha) hamileydi ve bu düşme sonucu çocuğunu kaybetti. Zeynep (r.anha), daha sonra Medine’ye geldi, kocası ise Mekke’de müşrik olarak kaldı. Daha sonraları kocası bir-iki kere daha Müslümanların eline geçti. Fakat Zeynep (r.anha) eşini yine himaye etti. En sonunda o da İslâm’ı kabul etti. Zeynep (r.anha) kocasının Medine’ye gelmesinden kısa süre sonra Hicretin 8. yılında (M. 630) vefat etti.(51)

Zeynep (r.anha) geride Ali adında bir erkek ve Ümâme adında bir kız çocuğu bıraktı. Hz. Peygamber Ümâme’yi çok severdi. Bunun hakkında meşhur bir rivayet vardır: Bir keresinde Hz. Peygamber namaz kılıyorken Ümâme’yi de omuzlarında taşıyordu. Rükuya vardığında onu yere koyuyor, secdeden kalkınca yine omuzlarına alıyordu.(52) Bir defasında Hazreti Peygamber’e içinde altın bir kolye bulunan birkaç parça hediye gelmişti. Ümâme bir köşede oynuyordu. Resûl-i Ekrem (sav) bu kolyeyi ailesinin en sevgili olanına vereceğini söyledi. Hz. Peygamber’in zevceleri bu şerefin Hz. Âişe'ye (r.anha) ait olacağını düşündüler. Fakat Hz. Peygamber, Ümâme’yi (r.anha) çağırdı ve kolyeyi onun boynuna taktı.(53)

Rukiyye (r.anha) Hz. Peygamber’in ikinci kızıydı. Zeynep’ten (r.anha), üç yıl sonra doğduğu rivayet edilir. Nübüvvetten evvel Ebû Leheb’in oğlu Utbe ile nişanlıydı. Nübüvvetten sonra Ebû Leheb, oğulları Utbe ve Hz. Peygamber‘in (sav) diğer kızı ile nişanlı olan Uteybe’ye nişanlarını bozmalarını istedi. Bunun üzerine her ikisi de Resûl-i Ekrem’in (sav) kızlarından ayrıldılar.(54) Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) Rukiyye’yi (r.anha) Hz. Osman (ra) ile evlendirdi. Hz. Osman (ra) ve eşi Rukiyye (r.anha), Habeşistan’a ilk hicret edenler arasında idiler.(55) Onların burada bir oğulları dünyaya gelmiş ise de altı aylık iken ölmüştür. Rukiyye (r.anha) Medine’ye geldiğinde hastalandı ve Bedir Gazvesi esnasında vefat etti. Rasûlullah (sav) Bedir Gazvesi sebebiyle kızının cenazesine katılamamıştır.(56)

Ümmü Gülsüm (r.anha) Hz. Peygamber’in üçüncü kızıdır. Önce Uteybe b. Ebû Leheb ile nişanlıydı. Fakat Uteybe’nin babası Ebû Leheb’in isteği üzerine ondan ayrıldı. Bedir Gazvesi’nin ardından Hz. Osman (ra) ile evlendi. Hicret’in 9. yılında vefat etti. Hiç çocuğu olmamıştır.(57)

Fâtıma (r.anha), Hz. Muhammed’in (sav) en küçük kızıydı. Nübüvvetin ilk yılında dünyaya geldi. Hicret’in ikinci yılında Hz. Ali (ra) ile evlendi. Onun Hz. Ali’den (ra) 5 çocuğu oldu. Bunlar Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep’tir. Seyyide Fâtıma (r.anha) hicretin 11. yılında Hz. Peygamber’in irtihalinden altı ay sonra, 29 yaşında vefat etti.(58)

Hz. Muhammed (sav) iyi ve müşfik bir babaydı, çocuklarına samimi ve içten bir sevgi besliyor, yeri geldikçe bu sevgisini açıkça gösteriyordu. Çocuklarıyla olan ilişkileri sadece maddî ve geçici duygulara değil, derin bir sevgiye dayanıyordu. O, her şeyden önce çocuklarının dünya ve ahiret hayatlarında gerçekten mesûd, bahtiyar ve başarılı olmalarını istiyordu.

İbrahim, Hz. Peygamber’in en küçük çocuğuydu. Mısırlı Mâriye'den (r.anha) hicretin 8. (M.630) yılında doğmuştur. Oğlunun doğumu kendisine Ebû Râfi (ra) tarafından müjdelendiğinde ona bir köle hediye etmiştir. Çocuk, Medine civarında yaşayan sütanneye verildi. Hz. Peygamber o eve sık sık oğlunu görmeye giderdi. İbrahim sütannesinin evinde vefat etmiştir.(59) Ömrüyle ilgili değişik rivayetler vardır. Bazıları vefatında 15 aylık olduğunu, bazıları 2.5 aylık ve diğerleri 1 yıl 10 aylık olduğunu söylerler. Hz. Âişe’nin (r.anha) rivayetine göre İbrahim 17 veya 18 ay yaşamış, vefat edince de Cennetü’l-Baki’ye defnedilmiştir.(60)

Hz. Muhammed (sav) iyi ve müşfik bir babaydı, çocuklarına samimi ve içten bir sevgi besliyor, yeri geldikçe bu sevgisini açıkça gösteriyordu. Çocuklarıyla olan ilişkileri sadece maddî ve geçici duygulara değil, derin bir sevgiye dayanıyordu. O, her şeyden önce çocuklarının dünya ve ahiret hayatlarında gerçekten mesûd, bahtiyar ve başarılı olmalarını istiyordu. Çocuklarına iyilik, takva ve ahlâkî mükemmellik gibi ebedî değerleri miras bıraktı. Ayrıca çocukların Allah yolunda olmaları, hayatın yanlış ve kötü yollarından kaçınarak hakiki ve kalıcı huzur ve mutluluğa ulaşmaları için evrensel eğitim esasları bıraktı.

Hz. Muhammed (sav) çocuklarını çok severdi. Sahâbeden Enes b. Mâlik (ra) bu konuda şöyle der: “Aile efradına karşı Peygamber’den daha müşfik olan hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim’in Medine’nin kenar mahallerinde oturan bir sütannesi vardı. Sütannenin kocası bir demirciydi. Beraberinde biz de olduğumuz halde Hz. Peygamber oraya giderdi. Varınca demircinin dumanla kaplı evine girer, çocuğu kucaklar, öper koklar ve bir müddet sonra dönerdi: Bunu yaptığı zaman da kendisi Arap Yarımadası’nın hemen tamamını kaplayan ve Bizans İmparatorluğu’nun güney sınırlarına uzanan Medine devletinin tartışmasız yöneticisiydi”.(61)

Fâtıma (r.anha) en küçük ve kendisinden sonra yaşayan tek çocuğuydu. Hz. Peygamber onu çok severdi. Fâtıma’yı (r.anha) görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Fâtıma (r.anha) da onu aynı şekilde karşılayıp ağırlardı.(62) Hz. Peygamber sefere giderken aile fertlerinden en son Fâtıma (r.anha) ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşür, sonra zevcelerinin yanına giderdi.(63) Allah Resûlü (sav) ayrıca kadınlardan en çok Fâtıma’yı (r.anha), erkeklerden de Ali’yi sevdiğini ifade etmiştir.(64) Sahâbe, Hz. Âişe’ye (r.anha), Hz. Peygamber’e (sav) “Bütün insanlar içinde en sevgili kimdi?” diye sorduklarından ondan “Seyyide Fâtıma” cevabını almışlardır. Bunun üzerine sahâbe “Erkekler arasında kim?” sualini yönettiğinde ise bu defa “Onun kocası” ifadesini duymuşlardır.(65) Resûl-i Ekrem’in (sav) ayrıca kızı Fâtıma (r.anha) hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Fâtıma benim bir parçamdır. Ona eziyet eden bana eziyet etmiş gibidir. Onu taciz eden şey beni taciz eder ve onu inciten şey beni incitir”.(66)

Hz. Peygamber’in Fâtıma’ya (r.anha) olan sevgisini gösteren diğer önemli bir işaret ise Mekke’nin fethinden sonra Hz. Ali’nin (ra) Ebû Cehil’in kızı Cüveyriye ile evlenmek istemesi veya Ebû Cehil’in yakınlarının kızlarını Hz. Ali (ra) ile evlendirmek için Resûl-i Ekrem’in (sav) iznini talep etmeleri üzerine onun gösterdiği tepkidir. Bu vesileyle yaptığı konuşmalarda Fâtıma’nın (r.anha) kendisinin bir parçası olduğunu, onun üzülmesini istemediğini, Rasûlullah’ın (sav) kızı ile Allah düşmanının kızının bir araya gelemeyeceğini, Cenâb-ı Hakk’ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmamakla beraber bu evliliğe izin vermeyeceğini, ancak Ali’nin (ra) Fâtıma'yı (r.anha) boşadıktan sonra bir başka kadınla evlenebileceğini söylemiştir.(67)

Allah Resûlü’nün (sav) kendisinden sonra yaşayan tek çocuğu olan Fâtıma’ya (r.anha) karşı sevgi ve şefkatine eşi Hz. Âişe (r.anha) de şu rivayetiyle şahitlik eder: “Rasûlullah’a konuşma tavrıyla, oturuş ve sohbet şekliyle Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim. Fâtıma’yı ne zaman görse ileri çıkar, karşılar ve öperdi. Sonra onun elinden tutar ve yanına getirirdi. Peygamber ne zaman Fâtıma’nın evine gitse, Fâtıma kalkar onu karşılar ve öperdi. Peygamber’in vefatı öncesi hastalığında Fâtıma onu ziyarete geldi. Peygamber “Hoşgeldin kızım” diyerek karşıladı. Fâtıma'yı öptü ve yanına oturttu ona bizim duyamayacağımız şekilde bir şey söyledi. Fâtıma ağlamaya başladı. Babası bunun üzerine onun kulağına eğilip tekrar gizli bir şey söyledi. Bu defa da Fâtıma güldü. Biz bu ağlamanın ve gülmenin sebebini sorduğumuzda “Ben Allah Resûlü’nün sırlarını açıklayıcı değilim” cevabını verdi. Peygamber’in vefatından sonra bu hadiseyi yine sorduğumda ‘Benimle gizli olarak ilk konuştuğunda bana ecelinin yaklaştığını söyledi ve ben ağladım, benim sıkıntımı görünce bana Ehl-i Beyt’ten kendisine ilk ulaşacak olanın ben olduğumu söyleyince ben de gülümsedim’ dedi”.(68)

İbn Abbâs rivayet etmiştir: Rasûlullah (sav) Hasan’ı omuzlarında taşırken sahâbeden biri Hasan’a (ra) “bindiğin binek ne güzel binektir” dediğinde, Hz. Peygamber bunun üzerine “Ve sürücüsü ne güzel sürücüdür” cevabını vermiştir.

Allah Resûlü (sav) Fâtıma’nın (r.anha) oğulları olan Hasan (ra) ve Hüseyin'i (ra) çok severdi ve onlarla sık sık oynardı. Ebû Hureyre (ra) bir gün Allah'ın Rasûlü (sav) ile dışarı çıktıklarını ve Fâtıma’nın (r.anha) evine geldiklerinde Peygamber’in (sav) Hasan’ı (ra) kastederek “Küçük adam orada mı? Küçük adam orada mı?” buyurduğunu ve Hasan’ın (ra) geldiğini, kucaklaştıkları sırada Allah Resûlü’nün (sav): “Ey Allah’ım ben onu seviyorum, senin de onu ve onu sevenleri sevmeni niyaz ediyorum” buyurduğunu rivayet etmiştir.(69) Üsâme b. Zeyd’in (ra) rivayetine göre, Hz. Peygamber, Hasan’ı (ra) ve onu alır: “Ey Allah’ım! Onları sevdiğim için, onları sevmeni niyaz ediyorum” diye dua ederdi.(70) Bir başka rivayette Üsâme b. Zeyd (ra) Rasûlullah’ın (sav) kendisini ve Hasan’ı (ra) dizlerine aldığını, bir dizine kendisi ve bir dizine Hasan’ı (ra) oturttuğunu ve “Ey Allah'ım! Onlara merhamet etmeni niyaz ediyorum, çünkü ben onlara merhamet ediyorum” diye dua ettiğini söylemiştir.(71) Yine Üsâme b. Zeyd (ra) şöyle der: “Bir gece bir işim için gittiğimde, Peygamber dışarıya elbisesinin içinde bir şeyle çıktı. Ben, ona işimden bahsetmeyi bitirdiğimde, elbisesinin içinde ne olduğunu sorunca elbisesini açtığında Hasan (ra) ile Hüseyin’i (ra) gördüm. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bunlar benim oğullarım, benim kızımın oğulları! Ey Allah’ım ben onları seviyorum, senin de onları ve onları sevenleri sevmeni niyaz ediyorum”.(72)

Rivayete göre, Rasûlullah (sav) mescitte insanlara hitap ederken torunları Hasan (ra) ve Hüseyin (ra) gömlekleri içinde düşe kalka yürüyerek yanlarına geldiler. Resûl-i Ekrem (sav) minberden indi, onları kaldırdı, ardından da şöyle buyurdu: “Allahu Teâlâ ‘Malınız ve evlâtlarınız birer fitnedir’ diyerek hakikati buyurmuştur: Şu iki çocuğun düşe-kalka yürüyüşlerine baktım ve vaazımı kesip onları yukarı almaktan kendimi alıkoyamadım”.(73) İbn Abbâs rivayet etmiştir: Rasûlullah (sav) Hasan’ı omuzlarında taşırken sahâbeden biri Hasan’a (ra) “bindiğin binek ne güzel binektir” dediğinde, Hz. Peygamber bunun üzerine “Ve sürücüsü ne güzel sürücüdür” cevabını vermiştir.(74)

Hz. Ebû Bekir (ra) Allah Resûlü’nü (sav) yanında Hasan’la (ra) birlikte minberde gördü. Hz. Peygamber bir insanlara bir de ona bakıyor ve şöyle diyordu: “Bu benim oğlum bir liderdir ve Allah’ın iki büyük Müslüman fırkayı onun vasıtasıyla uzlaştırması umulur”.(75) Enes (ra) rivayet ediyor: “Rasûlullah’a ehlibeytinden en sevgili olanın kim olduğu sorulduğunda “Hasan ve Hüseyin” diye cevaplamıştır. Hz. Peygamber (sav) Fâtıma’ya (r.anha) “Oğullarımı bana çağır, onları kucaklayayım” diyordu. Rasûlullah’ın (sav) “Hüseyin bana, ben Hüseyin’e aitim. Hüseyin’i seveni Allah sevsin” buyurduğu rivayet edilmiştir.(76)

Zeyd b. Hârise (ra) Hz. Peygamber’in kölesiydi. Sonradan onu azat etti ve evlât edindi. Babası ve amcası onu geri almak için geldiklerinde Rasûlullah (sav) kararı Zeyd’e (ra) bıraktı. Zeyd (ra), Hz. Peygamber’in muhabbetiyle o kadar doluydu ki onunla kalmaya karar verdi, babası ve amcasıyla beraber gitmeyi reddetti. Babası ve amcası, oğullarının hür olarak onlarla gitmek yerine Hz. Peygamber’i tercih etmesine çok şaşırmışlardı. Zeyd’in (ra) amcası Cebele bu hadiseyi şöyle dile getirir: “Rasûlullah’a geldim ve Ey Allah’ın Resûlü, kardeşimi benimle beraber gönder” dedim. Rasûlullah (sav): “O buradadır, seninle gitmek isterse kendisini alıkoyacak değilim” dedi. Fakat Zeyd, “Ey Allah’ın Resûlü, sana hiç kimseyi tercih etmem” deyince, kardeşimin düşüncesini benimkinden daha iyi buldum”.(77)

Enes b. Mâlik (ra) şöyle rivayet etmiştir: “İbrahim’in vefatında Rasûlullah’ın (sav) gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Abdurrahman b. Avf (ra) O’na ‘Sen de mi ya Rasûlullah?’ diye sordu. Hz. Peygamber (sav), ‘İbn Avf, bu merhamettendir’ dedi ve daha çok gözyaşı döktü ve ‘Göz ağlar, kalp üzülür, fakat biz sadece Allah’ın hoşnut olacağı sözü söyleriz. Senden ayrıldığımıza üzülürüz ya İbrahim!’ dedi.”(78)

Kızlarından biri Hz. Peygamber’e oğlunun ölmekte olduğunu haber verdi ve çocuğun yanına gelmesini istedi. Rasûlullah (sav) selamını yolladı ve “Allah’ın aldığı O’na aittir ve O’nun verdiği O’na aittir, O herkes için bir ecel tayin etmiştir, öyleyse sabret ve Allah’tan mükâfatını bekle” dedi. Kızı tekrar, ısrarla gelmesini rica eden bir haber gönderince Rasûlullah (sav) sahâbîlerden bazılarıyla beraber gitmek üzere yola koyuldu. Rahmet Peygamberi, ölmek üzere olan çocuğu kaldırdı ve bu sırada gözleri yaşla doldu. Yanındaki bir şahıs: “Ya Rasûlullah, bu nedir?” dediğinde “Bu, Allah’ın kullarının kalbine yerleştirdiği merhamettir. Allah sadece merhametli kullarına merhamet eder” buyurdu.(79)

O’nun Peygamber ve devlet başkanı olarak yüksek seviyede olması, evdeki çocukları ve hanımları için normal şeyleri yapmaktan veya sade bir insan gibi aile fertleriyle sevgi ve mutluluk dolu bir hayat yaşamaktan hiçbir şekilde alıkoymamıştır. O’nun hayatının bu gerçeği, onu bütün babalar ve kocalar için ebedi örnek kılmıştır.

Görüldüğü gibi, bir insan olarak Hz. Peygamber (sav) de çocuklarıyla beraber yaşadı, diğer insanların evlerinde çocuklarıyla beraber yaptığı her şeyi yaptı. Onların neşeli zamanlarında mutlu oldu, acılarına üzüldü. Çocukları ve kızının çocukları öldüğünde, ölümlerin sebebiyle gözyaşı döktü, üzüntü ve acı duydu ve etiyle kemiğiyle bir insan olduğunu, sevdiklerini kaybeden herhangi bir insanın duyacağı acıları hissettiğini gösterdi. Fakat Hz. Peygamber’in büyüklüğü, alelâde kimselerin yaptığının aksine bu dünyanın geçici olayları karşısında kendi kontrolünü kaybetmemesi ve fakat zihnini ve kalbini mükemmel bir denge durumunda muhafaza etmesidir. Oğlu İbrahim öldüğünde, yaşlar yüzünden aktı. Sahâbîler onu teselli ettiler. Ardından da onun başkalarına üzüntülerini azaltmalarını öğütlediğini hatırlattılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hayır, ben bağıra bağıra ağlamayı ve ölünün aşırı övülmesini yasakladım. Sizin bende gördüğünüz sevgi eseridir ve kalpteki merhamettir; merhamet etmeyene merhamet edilmez. Çocuğumuz için üzülüyoruz, gözler yaşla doluyor ve kalp içe doğru kabarmaktadır, yine de Rabbimizi üzecek hiçbir şey söylemeyiz. İbrahim, eğer bu, herkes tarafından takip edilecek yol olmasaydı ve en sonuncumuz ilk gidenimize kavuşacak olmasaydı, senin için bundan daha fazla üzülürdüm”.(80)

O’nun büyüklüğünün esası buradadır. Tarihte, hiçbir insan davranış ve tavırda, iyi ahlâkta ve takvada bu yüceliğe erişememiştir. O, herkesten mükemmeldi. Bütün bunlar ahlâkî güzellik ve olgunluk ile mükemmel huzur ve mutluluğun kazanılabilmesi için insanlığın Hz. Peygamber’den öğrenmesi ve günlük hayatında uygulaması gereken davranışlardır. Allah Resûlü’nün (sav) çocuklarıyla olduğu kadar eşleriyle de çok iyi ve samimi ilişkileri olduğuna ve onlarla çok huzurlu ve sakin bir hayat geçirdiğine şüphe yoktur. Evinin bütün atmosferi sevgi, şefkat, iyilik ve takva doluydu. O’nun aile ilişkilerinde herkes için bir ders vardır. Hanımlarıyla beraber gülmüştür ve eğlenmiştir, evde onlar için küçük işler yapmıştır. Bazen torunlarıyla oynamış, hatta onları sırtına almıştır. O’nun Peygamber ve devlet başkanı olarak yüksek seviyede olması, evdeki çocukları ve hanımları için normal şeyleri yapmaktan veya sade bir insan gibi aile fertleriyle sevgi ve mutluluk dolu bir hayat yaşamaktan hiçbir şekilde alıkoymamıştır. O’nun hayatının bu gerçeği, onu bütün babalar ve kocalar için ebedi örnek kılmıştır.

Hz. Muhammed’in (sav)çocuklarına karşı olan davranışlarını örneklerle sunduktan sonra, onun bu konuda ortaya koyduğu esasları şu şekilde sıralamak mümkündür:

Erkek ve Kız Çocukları Arasında Ayırım Yapmama

Câhiliyye devrinde kız çocuklarından nefret edilir, bir erkek olarak doğmadıkları için onların suç işlediklerine inanılırdı. Kız çocuğunun doğum haberi bir kişinin hayatında alabileceği en kötü haber kabul edilirdi. İslâm öncesi dönem Arapları çocuklarını özellikle kızları üç sebepten öldürürlerdi. Kur’ân, her üç sebebi de kötülemiştir. İlk olarak putlarını memnun etmek için çocuklarını sunaklarda kurban ederlerdi: “Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çocuğunu helâke sürüklemek, dinlerini karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini onlara iyi göstermişlerdir.(81) Kur’ân’da bu bahiste ayrıca şu ifadeler de yer alır: “Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri Allah’a iftira ederek haram sayanlar mahvolmuşlardır”.(82)

İkinci olarak, onlar çocuklarını fakirlik korkusuyla öldürmekteydiler. Kur’ân onları bu konuda uyarmış ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin ve onların rızıklarını veren Biziz”.(83) Ve yine İsrâ suresinde şu ifadeleri buluruz: “Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek şüphesiz büyük bir günahtır”.(84) Bu ayet eski çağlardan günümüze kadar devam etmekte olan kürtajı kökünden kesmektedir. İnsanların çocuklarını öldürmeye veya çocuk düşürme usulüne başvurmalarının sebebi muhtaç olmak korkusuydu. Çağımızda bu metotlara başkaları da eklenmiştir.

Üçüncü olarak; câhiliyye Arapları kız çocuğundan dolayı bir damada sahip olmayı zillet kabul ediyorlardı. Eğer kızları bir savaş sırasında yakalanırsa cariye hâline getirilirdi ki bu da ayrı bir zilletti. Bu sebepten onlar kızlarını öldürüyorlardı. Kur’ân bu fiilin, hesap gününde hesaba çekileceğini şu ayette belirtmektedir: “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman…”.(85)

Müminler, işleriyle çok fazla meşgul olmamaları ve çocuklarına olan sevgileri yüzünden hayatın hakiki gayesini unutmamaları için uyarılmaktadırlar. Buna göre Müslümanlar çocuklarını terbiye etmek, sözleri ve amelleri ile onlara hayatın hakiki gayesini göstermek için ellerinden gelen gayreti göstermelidirler.

Kur’ân, her ne sebeple olursa olsun çocukların öldürülmesini tamamen reddetmiş ve kötülemiştir.(86) Hz. Peygamber, çocuklara rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun eşit davranılması gerektiğini öğretmiştir. İslâm öncesi Arap toplumunda uzun süredir yerleşmiş bulunan tavırları değiştirmek için kız çocuklarına özel ilgi göstermiştir. Bu hususta “Kim ki iki kız çocuğu erginlik çağına vardıktan sonra yanında kaldıkları veya o kimse onların yanında kaldığı sürece onlara iyi davranıp ihsanda bulunursa kızları onu cennete dâhil ederler (yâni o kimse kızlarına ettiği iyilik sayesinde cennetlik olur)” buyurmuştur.(87) Bu hususta Hz. Âişe’den (r.anha) şöyle bir rivayet gelmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Eğer bir kimse kızlara değer verdiğinden dolayı eziyet görürse ve onlara iyi davranırsa onlar cehenneme karşı perde olurlar”.(88) Resûl-i Ekrem’in (sav) bunlardan başka kız çocuklarını güzelce ve özenle yetiştirenlere Allah’ın büyük mükâfat vereceğini belirten pek çok hadisi bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in İslâm’la müşerref olan kadınlardan biat alırken, biatin bir şartının da “çocuklarını öldürmeyecekleri”nin olduğu bilinmektedir.(89)

Çocukları Bir İmtihan Vesilesi Kabul Etme

Müminler, işleriyle çok fazla meşgul olmamaları ve çocuklarına olan sevgileri yüzünden hayatın hakiki gayesini unutmamaları için uyarılmaktadırlar. Buna göre Müslümanlar çocuklarını terbiye etmek, sözleri ve amelleri ile onlara hayatın hakiki gayesini göstermek için ellerinden gelen gayreti göstermelidirler. Böylece evlatları her iki dünyada nimetlere ve mutluluklara kavuşurlar. İnananlar çocuklarını sırat-ı müstakime getirmek için hiçbir sıkıntıdan kaçınmamalı ve bütün kudret ve servetlerini bu amaç için harcamalıdırlar. Çocuklarının İslâm toplumunun dindar, dürüst ve vicdanlı birer üyeleri olabilmeleri için, onlara iyi bir terbiye vermek, müminlerin ahlâkî, dinî ve içtimai vazifeleridir. Fakat bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen çocuklarını kendi hayat yollarının doğruluğuna inandıramıyorlarsa, o zaman onlar için kendilerini mahvetmemelidirler. Çocuklarının önünde inançlarını açıklamalı ve onları fiillerinin kötü sonuçları ile ilgili olarak uyarmalıdırlar.

Kur’ân, bu hususta şu iki kişinin kıssasından bahsetmektedir: Onlardan biri itaatkâr ve Allah’a iman etmekte, diğeri asi ve O’na iman etmemektedir. Birincisi şöyle söylemekte: “Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim razı olacağın yararlı işler yapmamı sağla; bana verdiğin gibi soyuma da salah ver; doğrusu sana yöneldim, kendimi sana verenlerdenim.” Fakat diğeri anne-babasına şöyle demektedir: “Of size, benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemle mi tehdit ediyorsunuz?” Ana-babası Allah’a sığınarak: “Yazık sana! İnan, Allah’ın sözü gerçektir”. Fakat o “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir?” diye cevap vermektedir.(90) Kur’ân’ın bu ayetlerinde iki insan örnek verilmektedir. Birisi ana-babasına muti ve gerçek mümin, diğeri ise kâfir ve ana-babasını itham eden, onlara karşı kaba kelimeler kullanan biri. Allah ilk örneğin tavrını övmekte ve şu ayetle ona en iyi mükâfatları vereceğini müjdelemektedir: “İşte yaptıklarını en güzel şekilde kabul ettiğimiz ve kötülüklerini geçtiğimiz bu kimseler cennetlikler içindedirler. Bu, verilen doğru bir sözdür.”(91)

Diğer taraftan, kibirli ve asi, anne-babasına hiçbir saygı göstermeyenler şiddetli ceza ile tehdit edilmektedirler: “İşte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, Allah’ın azap vaadinin aleyhlerine gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır.”(92) Bu örnekler, kendilerini hor gören, onların değerli ve kutsal gördükleri her şeyi reddeden, onları geri kafalı, saygı ve hürmete layık olmayan kişiler olarak gören çocuklara sahip ana-babalara açık bir derstir. Böyle bir çocuğa sahip olan ana-babalar, öğüt vermeye ve öğretmeye devam etmelidir. Fakat çocukları yine de onların yolundan gitmeyi reddediyorsa, o zaman ana-baba, çocuklarının peşinden giderek kendi iman gemilerini batırmamalıdırlar.

Hz. Peygamber de Allah’ın dini yolunda bir mani olmaması için bir kişinin çocuklarına olan sevgi ve şefkatini normal ve makul sınırlar içinde tutması gerektiğini vurgulamıştır. Zira malla birlikte çocuklar da bir imtihan vesilesidir.

Kur’ân, ana-babaları dünyevî servet ve evlât sevgisinin cazibesine karşı da uyarmaktadır: “Ey inananlar! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.”(93) Bu sebeple, mal ve çocuk sevgisine çok fazla bağlanmak, ana-babayı Allah’a ibadetten alıkoyabilir ve onların mahvına sebep olabilir. Bundan dolayı ana-babalar çocuklarının dünyevi iyiliği için çok aşırı çalışmamaları konusunda uyarılmıştır. Ana-babaların bütün gayretine rağmen çocuklar istenildiği gibi cevap vermiyorlarsa, o vakit çocuklarına karşı olan vazifelerinden affedilmiş olurlar. Ancak, kendilerini yaratan Rablerine karşı olan vazifelerinde devamlı olmalıdırlar. Zira Âl-i İmrân suresinde şu hükmü okumaktayız: “İnkâr edenlerin malları ve çocukları Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.”(94) Mücâdele suresinde ise şu ifadeler vardır: “Malları ve çocukları onlara Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar Cehennemliklerdir; orada temelli kalacaklardır.”(95)

Kur’ân’ın bu ayetleri ana-babaların çocuklar İslam’ın sırat-ı müstakiminde kaldıkları müddetçe onların durumlarının iyileştirilmesinden sorumlu oldukları, eğer bunu kabul etmezler de doğru yoldan saparlarsa mümkün olan en iyi yolla öğüt vermeye devam etmeleri gerektiği konularında hiçbir şüphe bırakmamaktadır. Fakat çocukları yine de hak yoldan inhiraf ederlerse, ana-babalar onları izleyerek kendilerini tehlikeye atmamalıdırlar. Eğer onları takip ederlerse, bilmelidirler ki zenginlikleri ve soyları onları Allah’ın elim azabından koruyamaz. Böyle ana-babalar, dünyevî zenginliğin gurur ve şaşaasının ve çocuklarının kendilerini aldatıp sırat-ı müstakimden alıkoymaması konusunda da uyarılmışlardır: “Bilin ki dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir.”(96)

Kur’ân’da ayrıca ana-babalara mal ve evlada çok fazla bağlanmanın ve onlarla çok fazla ilgilenmenin Allah katındaki durumlarına bir şey katmayacağı hatırlatılmıştır. Özellikle çocuklar sırat-ı müstakimden ayrılmış ve yanlış yolu seçmişse… “Ey İnsanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız inanıp yararlı iş işleyenler (Bana yakınlaştırılırlar).”(97) Bu ayetin iki anlamı vardır: Birincisi, kişiyi Allah’a yakınlaştıracak olan mal ve evlât değil, iman ve salih amel