Hz. Peygamber’in gerek vahyin direktifleri gerekse kişisel tercihleri doğrultusunda hareket ederek yaşadığı hayat tarzı ve gittiği yola genel manada sünnet denilebilir. Son Peygamber ve insanlık için güzel örnek olan Allah Rasûlü'nün sünnetini, bir anlamda Kur'ân'ın hem evrensel hem de tarihsel planda ortaya konmuş yorumu olarak değerlendirmek de mümkündür. Zira O'nun sünneti, beşerî, tarihî, coğrafi, kültürel, ekonomik ve sosyal farklılıklara rağmen her zaman ve mekanda bütün insanlık için örnek alınabilecek zenginliğe sahiptir. Bu nedenle İslam'ın ilk dönemlerinden günümüze kadar yeryüzünün hemen her bölgesinde Müslümanları ilgilendiren her konuda Rasûlullah'ın sireti ve sünneti takip edilmesi gerekli bir örnek olarak değerlendirilmiş, O'nun emir ve yasakları itirazsız yerine getirilmeye çalışılmıştır. Müslümanların bu sünnet telakkileri özü itibariyle günümüzde de değişmemiştir.
Bununla birlikte sahabe döneminden başlayarak gittikçe artan oranda sünneti dinî bir kaynak olarak değerlendirmek istemeyen ve bu konuda kuşkular uyandırmaya çalışan bazı şaz fikirlerin ortaya çıktığı da görülmektedir. Klasik dönemde özellikle zındıklarla Rafızî bir grup tarafından savunulan sünnet karşıtı fikirlerde, yakın zamanlarda özellikle modernizmin etkisiyle seslendirilmeye başlayan bazı modernist yaklaşımların yanında, ilk olarak Hindistan alt kıtasında ortaya çıkan ve birçok İslam coğrafyasında taraftar bulan, temel yaklaşım olarak dinî yaşamda sadece Kur'ân ile yetinme düşüncesini savunan Ehl-i Kur'ân adıyla bilinen grupların zuhuruyla artış olmuştur.
Söz konusu grupların görüşlerini teyit için ileri sürdükleri temel iddialardan biri şudur: Bugüne kadar İslami çevrelerde Hz. Muhammed'in kişiliği gerektiği şekilde inceleme konusu yapılmamıştır. Bunun sebebi Müslümanların, O'nu bütün davranış ve hallerinde rasûl kabul etmeleridir. Onlara göre Hz. Muhammed (sav), vahiy almadan ne bir adım ileri ne de bir adım geri atmaktadır. Bütün hareket ve tavırları Cebrail'in işaretiyle olmaktadır. Yani, Muhammed (sav) bütün durumlarda nebevî kişiliğe sahiptir, asla insani kişiliği yoktur.
Modernistlerin sünnete yaklaşımlarına temel teşkil eden iddialardan biri de sünnetin esasen tarihsel olduğu iddiasıdır. İddialarına göre; Hz. Peygamber verdiği hükümler ve ortaya koyduğu çözümlerde kendi döneminin ihtiyaç ve şartlarını göz önünde bulundurmuştur. Şayet biz de O'nun döneminde yaşasaydık, sünnet bizim için de geçerli olurdu. Ne var ki o dönemin şartları bugün geçerli değildir. Binaenaleyh sünnetin bugün bizim için geçerli olması mümkün değildir.
Diğer taraftan yukarıdaki yaklaşımların tam tersi bir anlayışla sünnet-vahiy ilişkisi çerçevesinde yapılan tartışmalarda azınlıkta da kalsalar ulemadan bazılarının sünnetin tamamını veya tamamına yakın bir bölümünü her bakımdan vahye dayandırma gibi eğilim içerisine girdikleri ve gerek form olarak gerekse içerik olarak sünnetin de Kur'ân gibi telakki edilmesi yönünde bir fikre sahip oldukları görülmektedir.
Bu iki uç yaklaşımdan birincisinin ortaya çıkışında, Hz. Peygamber'in zaman zaman içtihadi kararlar alması ve bu kararlarının bazılarında vahiy tarafından uyarılarak düzeltilmesi hadisesinin önemli rol oynadığı kuşkusuzdur.
Bununla birlikte Müslümanların Hz. Muhammed (sav)'in beşerî yönünü ihmal ettikleri, O'nu tamamen vahyin direktifleriyle hareket eden, insani özelliklerinden soyutlanmış iradesiz bir elçi gibi gördükleri şeklindeki bir iddia ileri sürülemez. Zira Müslüman alimlerinin, özellikle de usûl bilginlerinin Hz. Muhammed (sav)'in içtihadı meselesini tartışmaları, bu çerçevede aldığı içtihadi kararları belli kategorilerde tasnife tabi tutup her birini yasama değeri/bağlayıcılık bakımından bir değerlendirmeye tabi tutmaları, esasen O’nun bütün tasarrufları vahiyle belirlenmiş ve beşerî sıfatlarından tamamen soyutlanmış bir peygamber olarak görmediklerinin, aksine tamamen beşerî tabiatından kaynaklanan birtakım tasarruflarının da bulunduğunu ve bunların tartışma konusu bile yapılabileceği fikrini benimsediklerinin en açık belgesidir.
"Hz. Peygamber'in İçtihadı Meselesi" başlığı altında yapılan bu çalışmanın temel amaçlarından biri gerek evrensellik ve tarihsellik bakımından sünnetin değeri meselesi, gerekse Müslümanların Hz. Muhammed (sav)'in kişiliğine atfettikleri değerle ilgili ileri sürülen iddiaların doğruluk derecesine açıklık kazandırmaktır.
Bizim yaklaşımımıza göre Hz. Muhammed (sav), vahiy kontrolünde hareket eden bir beşerdir.
Kuşkusuz Hz. Peygamber'in beşerî yönü, en belirgin olarak içtihadi karar ve uygulamalarında ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber de sık sık ashabını uyararak özellikle dinî tebliğ alanına girmeyen ve hakkında vahiy gelmeyen konularda kendisinin de onlar gibi bir beşer olduğunu; dolayısıyla böyle konularda isabet de hata da edebileceğini ifade etmiştir.
İçtihad, sözlükte "takat, güç ve kudret" gibi anlamlara gelen "cehâ" kelimesinin bir türevi olup "bedenî ve zihnî meşakkat gerektiren bir iş için mümkün olan güç ve kuvveti sarf etmek" demektir. Istılahta ise İslam hukukçuları genellikle içtihadı, şerî hükümleri bilme konusunda müçtehidin bütün gücünü sarf etmesi veya tüketmesi, şeklinde tanımlamışlardır.
Hz. Peygamber'in teknik, idari, siyasi ve ekonomik sahalarda sırf dünyevi alana dair sayılabilecek hususlarda bazan içtihadi kararlar alabileceği hakkında ulema arasında görüş birliği bulunmaktadır. Bu konudaki ihtilaf ise daha ziyade itikat ve ibadetler gibi dinî alana giren konularda böyle bir yetkisinin bulunup bulunmadığı hususundadır. Çoğunluğa göre alan ayırımı bulunmaksızın Allah Rasûlü, hakkında vahiy gelmeyen her konuda içtihad yetkisine sahiptir.
Mevcut içtihad örneklerini temel özellikleri bakımından şu başlıklar altında değerlendirmek mümkündür:
Hz. Peygamber'in zaman zaman sırf taabbudi konularda da içtihadda bulunduğu olmuştur. Bu konudaki en önemli örneklerden biri "ezan" meselesidir. Söz konusu olayda Rasûlullah namaz saatlerindeki belirsizlik nedeniyle erken gelinmesi durumunda dünyevi menfaat, geç gelinmesi durumunda ise dinî menfaat kaybolacağından namaz vakitlerini göstermesi bakımından dinin en önemli şiarlarından olan "ezan" konusunda içtihad etmiştir.
Kaza/yargı konularında isbat ve red delillerine bakarak kendi kişisel içtihadına göre hüküm verdiğini bizzat Allah Rasûlü'nün kendisi ifade etmiştir. Bu konuda özellikle beşeriyet sıfatına dikkat çekerek: "Ben ancak bir beşerim. Bana iki davalı geldiğinde onlardan biri diğerinden daha iyi davasını savunabilir ve Ben de buna bakarak onun haklı olduğunu zanneder ve buna göre hüküm verebilirim. Şu halde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, sakın onu almasın. Zira ona verdiğim ateş parçasından başka bir şey değildir." (Buharî, "Mezalim", 16, "Ahkam", 29, 31; Müslim, "Akdiye", 5, 6) buyurmuştur. Hadis, özellikle davaların çözümünde Allah Rasulü’nün beşeriyet sıfatını ön plana çıkararak bu gibi hususlarda O'nun da diğer insanlardan farksız olduğunu dile getirmektedir. Zira Allah dilemedikçe gayb bilgisine ulaşamayan Peygamber de herkes gibi zahirî delil ve karinelere göre hüküm vermekteydi.
Allah Rasûlü'nün özellikle harb işleri ve savaş stratejisi hakkında ashabı ile istişare edip mevcut şartlara göre içtihadda bulunduğunu gösteren literatürde pek çok örnek mevcuttur. Sa'd b. Muaz'ın teklifiyle Bedir'de savaşı bir noktadan yönetmesi ve gelişmelere göre hareket etmesi için Allah Rasûlü'nün, kendisine has bir çardak kurulmasını kabul etmesi bu tür içtihadlarına örnektir.
Allah Rasûlü'nün zaman zaman kendi kişisel tecrübe ve birikimine dayanarak dünyevi işlere dair içtihadi görüşler beyan ettiği, hatta bazen yanıldığı tarihen sabittir. Bu konuda verilebilecek en açık örnek hurma aşılaması olayıdır. Rivayete göre Rasûlullah Medine'ye geldiğinde halkın daha iyi ürün alabilmek için erkek çiçek tozlarını dişileri ile birleştirerek hurma ağaçlarını aşıladıklarını görür ve bu işlemin pek fayda vermeyeceği yolunda bir kanaat belirtir. Bunun üzerine Medineliler bu işten vazgeçerler. Fakat o yıl hurma mahsulünde azalma olur. O zaman Peygamber dünya işlerinde kendisinin de onlar gibi zann-ı galibine göre hareket ettiğini; fakat din işlerinde bir hüküm bildirdiğinde ona sıkı sıkıya sarılmaları gerektiğini söyleyerek neticede "Siz dünya işlerinizi, Ben ise din işlerinizi daha iyi bilirim." buyurur. (Müslim "Fezail", 139–141).
Rasûlullah her şeyden önce ilahî vahyin direktifleri doğrultusunda hareket eden bir peygamber idi. Bununla birlikte sık sık O’nun beşerî özelliklerine vurgu yapan âyetlerin yanında bazı konularda hata edebileceğini gösteren âyetler, özellikle vahiy gelmeyen konularda içtihadi kararlar alması ve bu kararlarının bazısında yanılmış, en azından evla olanı terk etmiş bulunması, O’nun her söz ve fiilinin vahiy eseri olmadığını ortaya koymuştur. Usûl-ü Fıkh'a dair eserlerin içtihad bölümlerinde usûlcüler tarafından Rasûlullah'ın içtihadı meselesi açıkça tartışılmış ve çoğunluk tarafından güçlü delillerle O'nun da diğer insanlar gibi öncelikli olarak içtihad yetkisine sahip olduğu ve bu yetkisini beşerî kapasitesi dairesinde zaman zaman kullandığı ifade edilmiştir.
Vahyin kontrolünde bir peygamber olarak Allah Rasûlü, içtihadî hükümlerinde genellikle isabet etmekle birlikte özellikle dinin tebliği alanına girmeyen hususlarda zaman zaman yanıldığı, en azından evla olanı terk ettiği de olmuştur. Hatta böyle durumlarda birçok defa vahiy tarafından uyarılmış ve hatalı içtihad ve uygulamaları tashih edilmiştir. Zira yüce Allah özellikle dini tebliğ alanına giren bir konuda hiçbir zaman peygamberini hatası üzere bırakmamıştır.
Allah Rasûlü'nün dünyevi her türlü alanla ilgili hatalı tasarruflarının tamamının vahiy tarafından tashih gördüğünü ya da böyle bir zorunluluğun bulunduğunu söylemek de doğru değildir. Özellikle tıp, ziraat, teknoloji gibi tecrübe ve birikime dayalı sırf dünyevi alanlarla ilgili hatalı bir içtihadının hiç tashih görmemiş olması da mümkündür. Bu O'nun peygamberliğine de bir halel getirmez.