Tarih boyunca devletlerarası münasebetlerde antlaşmalar önem itibariyle savaştan sonra ikinci sırayı teşkil eder. Adeta tarihin seyri savaş ve antlaşmalarla tayin edilmiştir.
Hz. Peygamber’in antlaşmalarında hangi gayeleri esas aldığını tesbit edebilmek, O'nun diplomasisine hakim olan ruhu ve temel ilkeleri bilmeye bağlıdır. İslam toplumunun müessisi ve lideri olarak O'nun amacı, ilahî talimatların kendi toplumunda yaşanmasına zemin hazırlamak ve getirdiği mesajı mümkün olan her vesileyle temas kurabildiği fert ve toplumlara ulaştırmaktır. O'nun antlaşmaları da her şeyden önce bu açıdan değerlendirilmelidir. O, başka bir siyasî ünitenin içişlerine müdahale ederek sömürmek veya antlaşmalar yoluyla paktlar oluşturarak insanlar üzerinde hegemonya kurmak sevdasında değildi. O, anlaşmaların sağladığı huzur ve güven ortamında İslami tebliğin daha etkili olacağını biliyordu. Dinin her şeyden önce bir inanç sistemi olması hasebiyle toplumlara ancak fertlerin kalbinden girilebilirdi. Bu yüzden O, tebliğine ve davetine engel olmayanlara veya bu amaçla fitne çıkarmayanlara hiçbir zaman zor kullanmamış veya savaş açmamış, bedenlerin değil gönüllerin sultanı olmayı esas almıştır.
Kur'ân-ı Kerim'deki «Dinde zorlama yoktur.» (1) hükmü de bunu gerektiriyordu. Zor kullanarak bir inanç veya ideolojiyi insanlara benimsetmeye çalışmak veya baskı ile kafaların içini şekillendirmek istemek münafıkların sayısının artmasından başka bir işe yaramaz. O halde İslam niçin cihadı farz kılmıştır? Cihad, insanlara ilahî mesajın ulaşmasına engel olan ortamların izalesi ve kişilerin baskı ve endişelerden uzak, akl-ı selimle İslam'ı tanıyabilecekleri, hür iradeleriyle tercih yapabilecekleri zeminleri oluşturmak içindir. Öte yandan cihad, İslam dininin teorik bir mesaj olmaktan çıkarılıp, uygulanan, müşahhas ve pratik bir sistem olarak sunulmasına imkan verir.
İslami tebliğe ve insanlığın yüce değerlere ulaştırılmasına en uygun zemin olduğu içindir ki Hz. Peygamber’in siyasetinde sulh, her zaman esas olmuştur. Savaş ikinci planda gelir. Sulhun esas olması Kur'ân âyetleriyle hükme bağlanmıştır: «Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik ve adaletle muamele etmenizden Allah sizi menetmez.» (2) , «Eğer düşmanlar barışa yanaşırlarsa Sen de yanaş, Allah'a güven ve dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen odur.» (3)
Bununla birlikte Allah tarafından uyarılmış, anlaşmalara güvenerek düşmanı murakabe etmekten vazgeçmemesi hatırlatılmıştır. Hz. Peygamber’in antlaşmalı kabilelere karşı bazı taktikler uygulaması bu ihtiyat anlayışından kaynaklanmaktadır. Yoksa aldatma amacıyla art niyetli olarak anlaşma yapmış olmasından değildir.
Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk günlerinde dinen yakınlarından başlayarak yakından uzağa doğru davetine başladı. Tek tek veya toplu halde bütün Mekkelilere tebliğini ulaştırdı. Bu arada Mekke'nin bir ticaret ve kültür merkezi olmasının bütün avantajlarını değerlendirdi. Mekke ve çevresinde kurulan panayırlara katılarak dışarıdan Mekke'ye gelenleri de İslam'a davet etti. İşte bu noktada bir davranışı dikkatlerimizi çekmektedir. Mekke'deki bütün davet çalışmalarına rağmen Kureyş'in inadını kıramayınca, faaliyetlerini Mekke dışından gelenler üzerinde yoğunlaştırdı.
Hz. Peygamber’in Mekke'de kalarak ve Kureyş'in gözü önünde dışa açılması ve dışarıdan gelenleri davet etmek suretiyle Arap yarımadasının lideri Kureyş'e karşı bir güç oluşturması imkansız gibiydi. Bu şartlar altında en isabetli yol Mekke dışında bir üs temin ederek orada kökleşmek, organize bir güç teşkil etmekti. Habeşistan'a yapılan hicret de uygun bir faaliyet merkezi arama faaliyetleri çerçevesinde mütalaa edilmelidir.
Habeşistan hicreti Rasûlullah'ın Mekke dönemi davet siyasetinin çok önemli bir odak noktasını teşkil eder. Bu hicret olayını dikkatle incelediğimizde uzak görüşlü bir devlet kurucusuyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Olaya sathi olarak bakanlar ve kaynaklardaki verileri dikkatle tahlil etmeyenler bu hicretin sadece Mekkelilerin işkencelerinden kurtulmak için yapıldığını sanabilirler. Şayet öyle olsaydı bu kafilede zayıf ve kimsesiz Müslümanların bulunması gerekirdi. Halbuki durum tam tersi idi. Özellikle ilk Muhacirler, Kureyş'in ileri gelen ailelerine mensuptular ve daha sonraki yıllarda İslam tarihinde önemli fonksiyonlar icra edecek olan kişilerdi.
Birinci hicret kafilesinde az sayıda kişinin bulunup, çoğunluğun daha sonra gitmesi, ilk grubun orada bir ön yoklama yapıp emniyet açısından müsait olup olmadığını kontrolle görevlendirilmiş olmaları ihtimaline ağırlık kazandırıyor. İlk kafile ile Hz. Peygamber'in Necaşi'ye gizli ve özel bir mesaj göndermiş olma ihtimali de kuvvetlidir.
Her ne kadar Habeşistan Muhacirlerinin, Mekkelilerin İslam'ı kabul ettikleri şeklinde haber alınca geri döndükleri biliniyorsa da bu durum Habeşistan hicretinde üs arama veya bazı seçkin Müslümanları muhtemel risklerden uzak tutma gibi amaçların bulunmadığına delil olmaz. Mekke'deki şartların değişmesinden dolayı Habeşistan üssünden vazgeçilip faaliyetlere Mekke'de devam edilmesi düşünülmüş olabilir. Ayrıca bu geri dönüşte Rasûlullah (sav)'la yeniden bir durum değerlendirmesi yapma gayesi de bulunabilir.
Habeşistan hicretinin önemli strateji hesapları taşıdığının diğer bir delili de Müşriklerin gösterdikleri şiddetli tepkidir. Habeşistan'la çok sıkı diyalogu olan en usta diplomatlarını çok kıymetli hediyelerle göndererek Muhacirleri geri istemişlerdir. Şayet oraya gidenler zulümden kaçan güçsüzler olsaydı Mekkelilerin sadistçe zulüm zevklerini tatmin edebilecekleri pek çok güçsüz Müslüman Mekke'de ellerinin altındaydı. Onların bu telaşı, İslamiyet'in kontrollerinden uzak bir yerde kökleşip gelişerek kendilerine karşı bir güç haline gelmesinden endişe etmelerinden kaynaklanmıştır. Yani bu hicretteki stratejiyi çok iyi anlamış olmalıydılar.
Habeş Muhacirleri, Medine'nin bir üs ve hicret merkezi olarak ortaya çıkmasına kadar orada kaldılar. Bir kısmı hicretin ilk yıllarında Medine'ye geldi bir kısmı ise h. VII. yıla, yani Medine'de Yahudi probleminin halledilmesi ve Hudeybiye sulhunun imzalanmasına kadar Habeşistan'da kaldılar. Yine bu da Habeşistan’ın bir zulümden kaçış yeri olmadığını ve Hz. Peygamber'in Mekke'deki durumu sağlamlaşıncaya kadar bazı sahabilerini orada tutmak istediğini gösteriyor. Şu halde diyebiliriz ki Habeşistan önce bir üs olarak denenmiş, hicretten sonra da gerektiğinde kullanılabilecek ihtiyati bir merkez olarak muhafaza edilmiştir.
Medine'de Araplarla Yahudiler birlikte yaşarlardı. Şehrin Arap asıllı iki kabilesi olan Evs ve Hazreç sürekli birbirleriyle savaşırlardı. Yahudiler bu iki kabilenin birleşerek kendilerine karşı bir güç olmalarını önlemek için, sürekli olarak aralarındaki husumeti körüklerler ve bu sayede sürdürdükleri ticaretle büyük kazançlar elde ederlerdi. Yahudiler Araplara devamlı olarak, kendilerinden bir peygamber geleceğini, putperestleri öldüreceğini söylerlerdi. Yahudilerin etkisiyle Medine Arapları da bu peygamberi bekliyorlardı. Hazreçlilere karşı Kureyş'in desteğini almak üzere Mekke'ye giden Evsli İyas Muaz, Rasûlullah'la görüşüp Müslüman olmuştu. Medineli ilk Müslüman oydu. Medineliler bisetin ilk günlerinden itibaren İslam davetinden haberdardılar. Ayrıca Hz. Peygamber'in dedesi Haşim, Medine'nin Neccaroğulları kabilesinden Selma bint Amr isimli bir kadınla evlenmiş bu kadından Abdulmuttalib doğmuştu. Bu yüzden Hz. Peygamber’in Medine'de akrabaları da vardı. Hz. Peygamber'in kervan ticareti ile uğraştığı yıllardan Medine'de bazı dost ve tanıdıkları da bulunuyordu. Yani Medineliler Hz. Peygamber'i iyi tanıyorlardı. Evs ve Hazreç aralarında cereyan eden Buas harplerinde birbirlerine çok ağır zararlar vermişlerdi. Artık aralarındaki çekişmelerin anlamsızlığını düşünüyorlardı. Her iki tarafın da itaat edebileceği bir liderin emri altında birleşmeyi düşünmeye başlamışlardı. İşte bu lider arayışının ileride Hz. Peygamber’in başkanlığında Medine Devleti’nin kurulmasında önemli ölçüde kolaylaştırıcı bir rolü olmuştur.
Medine'de bu şartlar hüküm sürerken Hac mevsiminde Mekke'ye giden bir grup Hazreçli Hz. Peygamber'in davetine muhatap oldular. O, her hac mevsiminde yaptığı gibi çevreden gelen kabilelerin hepsini İslam'a davet ediyordu. Medineliler Hz. Peygamber'i dinleyince "Bu, Yahudilerin haber verdiği Peygamber. Onlardan önce O'na biz tabi olalım." dediler. Bunlar altı kişiydiler. Medine'ye dönünce halka İslamiyet'i anlattılar.
Ertesi yıl Medineli Müslümanlardan on iki kişi Mekke yakınındaki Akabe denilen yerde Hz. Peygamber'le gizlice buluştular. Rasûlullah bunlardan şirk koşmamaları, zina yapmamaları, çocuklarını öldürmemeleri, iftira atmamaları, maruf olan hususlarda isyan etmeleri üzere biat (bağlılık yemini) aldı. Bunlara uyarlarsa cennete gireceklerini belirtti. Bunların peşinden Musab b. Umeyr'i İslam'ı yayması için Medine'ye gönderdi. İslamiyet Medine'de o kadar ilgi gördü ki kısa sürede birkaç ev hariç her evde en az bir kişi Müslüman oldu.
Birinci Akabe biati diye adlandırılan yukarıdaki biat, İslam için merkez olması kararlaştırılan Medine'deki Müslümanlarla, İslam akidesi ve temel prensipleri konusunda bir antlaşma niteliğindedir. Rasûlullah bu biatla, yeni dinin ideolojisini tescil ediyordu. Başka bir ifade ile bu biat, kurulması planlanan devletin ilkelerini ortaya koyan bir beyanname niteliğindeydi. Müstakil İslam devletinin inanç temeli bu on iki kişinin gönlüne atıldı. Bu yeni merkezdeki faaliyetler kısa bir sürede meyvesini verdi, bir yıl sonraki hac mevsiminde Rasûlullah 73 Medineli Müslümandan yeniden biat aldı. Bu 73 kişinin Medine kafilesindeki Müşriklerden gizli olarak Rasûlullah'la buluşmaları, bu kafilenin gizliliğe riayet edebilecek kişilerden seçilerek teşekkül ettirildiğini; biat esnasında ileri gelenlerden 12 temsilci seçilmesi de Medine'dekileri temsilen biat alındığını gösterir. Başlarında hocaları Musab b. Umeyr'in bulunması bu kafilenin mücerred hac için değil organizeli bir buluşma için Mekke'ye geldiğini düşündürüyor. Bu ikinci antlaşma ile yeni İslam üssünün yerli Müslümanlarından, İslam'ı ve Müslümanları her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına dair söz alınıyor, kurulacak İslam devletinde kendilerine çok büyük sorumluluklar düşeceği belirtiliyor, bu anlaşma ile çok tehlikeli riskleri üstlendikleri hatırlatılıyordu.
Akabe biatları her ne kadar müstakil ve resmî statü kazanmış bir devletin başka bir devletle taraf olarak yaptığı bir antlaşma mahiyetinde değilse de, biat esnasında tarafların kullandıkları ifadeler ve temsilcilerle temsil ettikleri toplum grupları adına biatlaşılması gibi hususlar, bu biatin bir antlaşma ve ittifak hüviyeti taşıdığını gösteriyor. O günkü Arap yarımadasının sosyal statüsü gereği kabileler müstakil siyasi ünite niteliğindeydi ve bir anlaşma ancak kabileler arasında yapılabilirdi. Bu biat sadece bir İslam'a giriş töreni değildir.
Bu olayın hemen akabinde inen Hac sûresi 39. âyetiyle Müslümanlara savaş için izin verilmiş olması, Akabe biatlarının İslam'ın müesseseleşmesindeki rolünü göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu âyetle Müslümanlara, bir an önce Müşriklerle hesaplaşmalarına imkan verecek diğer organizasyonları tamamlamaları mesajı verilmiş oluyordu. Nitekim Rasûlullah, cihad âyetleri iner inmez Mekke'deki Müslümanların Medine'ye hicret etmelerini emretmiştir. Müslümanların ilk cihadı olan Bedir harbinin hazırlıklarının da bu biatla başlatılmış olduğunu söylemek mümkündür.
Taktik ve strateji açısından hicretin önemi başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Şu kadarını ifade edilebilir ki, tüm Arap yarımadasının dinî, kültürel ve ekonomik yönden hakimi olan Kureyş'in tahakkümü altında eli kolu bağlanan İslam cemaati ayaklarını sağlam basabilecekleri bir zemin bulmuş ve hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Hicretin stratejik önemini Mekke Müşriklerinin gösterdikleri çok şiddetli tepkiden de anlayabiliriz.
Hicretten sonra Hz. Peygamber’in karşı karşıya olduğu en büyük problem, kozmopolit Medine toplumu arasında birliği sağlamaktı. Kureyşle mücadele ederken Medine içinden gelebilecek herhangi bir tehlikeyi bertaraf etmek gerekiyordu. Dışa açılmak için de merkezin problemsiz olması lazımdı. Ensar ve Muhaciri tek tek birbirlerine kardeş yaparak Müslümanlar arasındaki birliği iyice sağlamlaştıran Hz. Peygamber kardeşliği yazılı bir metin halinde de vesikalandırdı. Yahudilerle, Müslüman olmayan Arapları ancak Medinelilerin müşterek menfaatlerinde birleştirmek mümkün olabilecekti. Yapılan müzakereler sonucu her grubun hak ve sorumluluklarını ortaya koyan bir metin ortaya çıktı. Bu metni klasik siyerler "Medine’de yapılan antlaşmalar" başlığı altında zikrederler. Son devir müellifleri, ise bunun, “dünyanın ve İslam tarihinin ilk anayasası” olduğunu kabul ederler.
Medine'de Hz. Peygamber bütün grupları rızalarıyla kendi hakimiyeti altında birleştirerek, siyasetinin çok önemli ve başarılı dönüm noktalarından birini daha kaydetmiştir. Vesikanın başındaki "Kureyşli ve Yesribli müminler ve bunlara tabi olanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler" ifadesi çok dikkat çekicidir. Konularına göre pasajlara ayrıldığında 50 küsur madde ihtiva eden bu belgede devletin bütünlüğü, yapısı, organları, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin sahiplerinin kimler olduğu, inanç ve din hürriyeti, kanun hakimiyeti, ülke kavramı, fertlerin birbirleriyle ve idare ile münasebetleri, hak ve görevleri gibi modern anayasalarda yer alan pek çok mesele hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın Medinelileri müşterek menfaatlar etrafında birleştiren hükümleri şöylece özetlenebilir: Din savaşları hariç taraflardan birine yapılan saldırıya müştereken karşı konulacak, harp fidyesi ve diyetlerin ödenmesi gibi ekonomik mükellefiyetler müştereken karşılanacak, taraflardan birinin bağlantıları diğerlerini de bağlayacak, hepsinden önemlisi taraflardan hiçbiri herhangi sebeple olursa olsun Kureyş'le işbirliği yapmayacaktı. Böylece Kureyş'le mücadele ve İslam'ı daha geniş çevrelere ulaştırma, faaliyetleri esnasında Medine'deki gayr-i müslimlerin ihanet ve fitneleri önlenmiş oluyor, Kureyş'in Medine içinden taraftar bulma yolları kapatılıyor, yeni İslam devletinde Müslümanlarla müttefik ve içice yaşayan gayr-i müslim Medinelilerin İslam'ı yakından ve yaşanan örnekleriyle tanıyabilmeleri imkanı doğuyordu.
İttifak Antlaşmaları
Medine içinde emniyet ve birliği sağlayan ve hakimiyetini kabul ettiren Hz. Peygamber Medine dışındaki kabilelerle siyasi münasebetlere başladı. Çevre kabilelere gönderdiği müfrezelerle veya heyetlerle ittifak antlaşmaları yaptı.
Bu kabilden olmak üzere h. II. yılda Medine ile Mekke arasında, Medine'ye üç günlük mesafedeki Benû Damra ve bunların bir kolu olan Benû Gıfâr ile bundan birkaç hafta sonra Buvat'da yaşayan Benû Cüheyne ile dört ay sonra Züluşeyre'de yaşayan Benû Müdlic ile antlaşmalar yapıldı. Aynı yılın sonunda da Eşlem Kabilesi’yle bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaların hepsinde birbirine yakın ifadeler kullanılmakta, tarafların birbirlerine saldırılmayacağı garantisi verilmekte, tarafsız kalacakları veya taraflardan birine karşı saldırı olduğunda birbirlerine yardım edecekleri hükme bağlanmaktadır.
Rasûlullah bu anlaşmalarla, erken davranıp Kureyş bu kabilelerle anlaşmadan kendisi anlaşıyor, komşularından gelebilecek fırsatçı saldırıları önlüyor, Kureyş'le mücadele ederken çevresini de emniyet altına alıyordu. Bütün bunların ötesinde bu anlaşmalarla, Kureyş'in kervan yollarını kontrol ve abluka altına almış oluyordu. Yukarıda ismi geçen kabilelerin hepsi de kervan yolları üzerindeydi.
Hicretten kısa süre sonra, Mekke'den sahil istikametinde kuzeye giden kervan yolları üzerindeki kabileler ya Müslüman olmuş veya Müslümanların müttefiki olmuştu.
Hz. Peygamber Kureyş'e karşı sürdürdüğü bu ekonomik savaşı başka bir taktikle destekledi. Kervan gönderememekten dolayı kıtlık çeken Mekke'ye 500 altın göndererek muhtaçlara dağıttırdı ve halkın sempatisini kazanmayı amaçladı.
Rasûlullah'ın Hudeybiye sulhuna istinaden Huzaa Kabilesi’ni Müslümanların müttefiki olarak ilan etmesi de Kureyş'i abluka altına alma politikasının başka bir yönüdür. Bu kabile Mekke'ye yakındı. Bunlarla yapılan işbirliğini gösteren Hz. Peygamber'e ait bir dostluk mektubu mevcuttur. Rasûlullah bu kabile mensuplarından, Kureyş'e dair gizli bilgileri alırdı.
Hz. Peygamber bir yandan Kureyş'i abluka altına alarak mücadele gücünü tüketirken öbür yandan Kureyş'le bir sulh imzalama imkanları arıyordu. Bu sulh sayesinde bazı planlarını rahatlıkla gerçekleştirebilecekti. Nitekim Yahudiler Medine için büyük bir tehlike olmak üzereydiler. Hayber Yahudileri Hayber’in hurmasını vererek Fedek Yahudileri ile ittifak yapmaya uğraşıyorlardı. Yahudi meselesi halledilmedikçe Müslümanlar, Kureyşle bir savaş halinde Yahudiler tarafından, Yahudilerle bir savaş halinde ise Kureyş tarafından arkadan vurulabilirlerdi. Nitekim Hendek harbinde Benû Kureyza Yahudilerinin ihaneti Müslümanlara korkulu günler yaşatmıştı. Ayrıca Kureyş'le yapılacak bir sulh sayesinde Bizans'a yenilen İran'ın boyunduruğundaki Bahreyn, Umman, Yemen gibi bölgelerde nüfuz elde edilebilirdi. Bu sulh ortamında İslam'ın daha kolay yayılması da mümkün olacaktı.
H. VI. yılda Hz. Peygamber ashabından 1400 kişiyle Kâbe'yi ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıktı. Bu ziyaretle Kâbe'nin ve haram ayın dokunulmazlığından istifade ederek Kureyş'le bir diyalog maksadının mevcudiyeti de düşünülebilir. Hz. Peygamber, şartlar ne olursa olsun Kureyş'le antlaşma yapacağını ilan etti ve bu kararını da Kureyşlilere duyurdu. Aslında iktisaden çok zayıf düşmüş olan Kureyş de bir sulha taraftardı. Uzun müzakerelerden sonra anlaşma imzalandı.
Antlaşmanın bazı hükümleri ilk bakışta Müslümanların aleyhine gibi idiyse de gerçekte büyük bir fetihti. Ashabın bütün direnmelerine rağmen Rasûlullah'ın bu antlaşmayı imzalamada ısrar etmesindeki ileri görüşlülük daha sonra anlaşılmıştır. Nitekim bu antlaşma imzalanıp Medine'ye dönülürken Fetih sûresi inmiş ve bu sulhun açık bir fetih olduğu Allah tarafından beyan edilmiştir.
Zührî, Hudeybiye sulhunun ne açıdan fetih olduğunu çok veciz bir ifade ile şöyle anlatmaktadır: "İslam'da bundan büyük fetih olmamıştır. Önceleri insanlar (yani kafirlerle müminler) karşı karşıya, gelince savaşırlardı. Sulh imzalanınca harp bırakıldı ve insanlar birbirlerinden emin oldular. Karşı karşıya gelince konuştular ve tartıştılar. Kime İslam anlatılsa aklına yatıp Müslüman oluyordu. Bu sulhtan sonra iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, daha önce Müslüman olanların tamamından fazladır."
Bu antlaşma ile Kureyş, İslam devletini taraf kabul etmekte, resmen tanımış olmaktaydı. Bundan da öte sulh imzalayarak acziyetini ortaya koyuyor, mücadeleyi bıraktığını gösteriyordu. Bu yüzden Araplar arasındaki otoritesi tamamen sarsıldı ve yerini Müslümanların otoritesi almaya başladı. Bu olay bütün Arapların gözünde Müslümanları yüceltmişti. Bundan sonra fevc fevc İslam'a girmeğe başladılar. Yine bu sulh döneminde Hz. Peygamber, o günkü imkanlarla ulaşabildiği bütün hükümdarlara ve idarecilere İslam'a davet mektupları göndererek mesajını çok uzaklara tebliğ etti. Medine'deki Yahudi varlığının kökünü bu dönemde kazıdı. Yine bu sulhun Kureyşlilerce iptali Mekke fethi için meşru bir gerekçe oldu. Bu fetihle İslam'ın Arabistan'daki hakimiyeti tamamlandı.
1) el-Bakara 256
2) Mümtehine 8
3) Enfal 61