Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde akletme, akıl yürütme, düşünme, tefekkür etme fiillerini öğütleyen pek çok ayet vardır. Bu âyetlerde verilmek istenen mesaj, insanların hiç bir baskı ve zorlama olmaksızın akılları vasıtasıyla düşünmeleri, hadiseleri değerlendirmeleri ve doğruyu ancak kendi zihnî gayretleriyle bulmalarıdır. Fakat bir fikrin/inancın sadece zihinde, düşünce seviyesinde kalması bir anlam ifade etmez. Aslolan, düşüncenin hiçbir baskı ve kısıtlamaya maruz kalmadan ifadeye dönüşmesi, açıklanması, yayılması, fiiliyata geçirilmesidir.
İslam, fikir hürriyetini bir hak olarak vermenin yanında, inananları fikirlerini açıklama noktasında da sorumlu tutmaktadır. Zira fikir hürriyeti, dinin önemli bir prensibi olan "emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker"in (1) gerçekleşmesi için de gereklidir. Eğer bir toplumda ifade hürriyeti yoksa bu tavsiye/emir/hüküm insanlar tarafından hakkıyla uygulanamaz; insanlar ne iyiyi emredebilirler ne de kötülükten sakındırılabilirler.
Düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti, aynı zamanda din ve inanç hürriyetini de temin eder. Zira din ve inanç; insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç ve zorlama onu etkileyemez. "Dinde zorlama yoktur, artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır" (2) ayeti zorlama ile inancın bir arada bulunmasının mümkün olmadığını gösterir. İnsanları yaratan ve onlara her türlü nimeti veren Allah bile hiçbir zorlamaya yönelmeksizin, kendi yarattığı insanlara, kendisine inanıp inanmama hürriyeti vermişken (3) kulların kendilerini bu konuda yetkili görmelerinin anlamsızlığı ortadadır.
İlahî mesaj insanlara açık olarak iletildiği zaman, peygamberin vazifesi tamamlanmış olur ve o, artık tebliği ulaştırdığı insanların yaptıklarından sorumlu değildir. Hak ile batılı birbirinden ayırdıktan sonra muhataplarını zorla imana getirmek onun görevi değildir. Kur'ân bu gerçeği Hz. Peygamber'e hitaben şöyle bildirir:
"Ey Muhammed! Sen öğüt ver, çünkü Sen ancak öğüt verirsin. Onların üzerine zorlayıcı değilsin." (4)
"Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz Seni onların üzerine bekçi göndermedik, Sana düşen sadece tebliğdir." (5)
"Biz bu kitabı insanlar için Sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin." (6)
"De ki, Hak (bu Kur'ân) Rabb'inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin." (7)
"Peygamber'e düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır." (8)
"De ki, ey İnsanlar işte Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen, kendisi için gelir, sapan da kendisi zararına sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (9)
Bu ayetler İslam'ın inanç hürriyetine bakışını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İslam'ı kabul veya red noktasında hiç kimse zorlama altında değildir. İnanç zorla kabul ettirilmeye çalışılırsa o zaman insanın sorumluluğunun, seçme hürriyetinin, ilahî adaletin, ceza ve mükafatın, dünyanın bir imtihan yeri olmasının da bir anlamı kalmayacak, hesap gününden söz etmek, ahiretten, cennet ve cehennemden bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Hz. Peygamber din ve vicdan hürriyetiyle ilgili uygulamaları, yukarıda özet olarak ortaya koymaya çalıştığımız teorik esaslar dahilinde gerçekleşmiştir. Bu esaslar sadece Hz. Peygamber değil, aynı zamanda daha sonra halifeler dönemi başta olmak üzere bütün Müslüman devlet idarecilerinin dinen uymaları gereken talimat niteliğinde olmuştur. Bu hususlar gereğince yöneticiler İslam'a girmeyen insanların, yani gayr-i müslimlerin zorla dine kazandırılması yoluna gitmemişler, onları kendi inançlarıyla başbaşa bırakmışlardır. Bu sayededir ki tarih boyunca çeşitli İslam ülkelerinde gayr-i müslim azınlıklar varlıklarını daima koruyabilmişlerdir.
Müslümanların diğer dinlerin mensuplarına yönelik davranışları Kur'ânî öğreti ve Rasûlullah (sav)'ın uygulamalarından ilham almaktadır. Daha önce de işaret edildiği gibi, Kur'ân samimi gerekçelerle inanç hürriyetini destekler. Kur'ân'da, Allah'ın insanı yarattığı, imanı kabul veya red hususunda onu serbest bıraktığı, bunu kendi rızasıyla yaptığı, tekrar tekrar ifade edilir.
Hz. Peygamber İslam'ı insanlara tebliğ ettikten sonra onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslam'ı kabul etmeyip eski inançları üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir olumsuz tavır takınmamış, onların inançlarına sadece saygı göstermiştir.
Gayr-i müslimlere tanınan din ve vicdan hürriyeti; inanç hürriyeti, dinî ayin, ibadet ve öğrenim hürriyeti gibi alanlarda kendini gösterir. İslam dini her şeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma izni vermiştir. Hz. Peygamber'in, Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra düzenlediği Medine Sözleşmesi'nin 25. maddesi özellikle bu konuya hasredilmiş ve şöyle denilmiştir:
"Benû Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak bir ümmet (camia) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek bizzat kendileri, gerekse mevlaları dahildir."
Allah Rasûlü (sav)'nün gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda en detaylı bilgiler, O'nun Necran Hristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında yer alır. Hz. Peygamber, Medine'ye gelen Necran heyetini İslam'a davet ettiğinde, onlar çağrıyı kabul etmemişler, bununla birlikte cizye ve haraç ödemeleri şartıyla bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmanın konumuzla ilgili bölümü şöyledir:
"Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Rasûlullah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onların tabileri üzerine haktır. Hiç bir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip, içinde yaşadığı manastırın dışına başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”
Hz. Peygamber'in Necran halkı ile yaptığı bu anlaşmadan sonra ülkelerine dönen heyet başkanı ve heyetin din adamı kısa süre sonra tekrar geri gelerek Müslümanlıklarını açıklamışlardır. Onların davranışında Hz. Peygamber'in kendilerine daha önce gösterdiği hoşgörü ve din hürriyetinin etkisinin olduğu muhakkaktır.
Hz. Peygamber, Necranlılara olduğu gibi Yemen halkına da geniş din serbestliği tanımıştır. Bölge idarecisi Muaz b. Cebel'e gönderilen talimatnamede Yemenliler'e şu şekilde hitab edilmektedir:
"Ben Muaz b. Cebel'i, sizi hikmet ve iyi söz ile Rabb'inin yoluna davet etmesi için gönderdim. O, Allah'ın razı olduğu şeyi kabul edecek, olmadığı şeyi reddedecektir. İçinizden her kim Allah'ın birliğini ve Muhammed (sav)'in O'nun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyetle İslam' a girerse, o kişi Müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve onların sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek suretiyle eski dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse Allah'ın, O'nun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terketmesi için kendisine bir baskı yapılmaz."
1) Tevbe, 9/71
2) Bakara, 2/256
3) İnsan, 76/3
4) Gaşiye, 88/21-22
5) Şura, 42/48
6) Zümer, 39/ 41
7) Kehf, 18/29
8) Nur, 24/54
9) Yunus, 10/108