Bu kabullenişin uzanımları olarak, gönülden ve çekinmeden söylediğimiz îman manifestomuz, bunun zıddı olan şeyleri reddini de içinde barındırır. Bu sebepledir ki, kelâm ilmine dair en muhtasar kitaplarımızdaki en kısa ibarelerde bile reddedilen, bizim kabullerimizin dışına ittiği inanış ve anlayışlar söz konusudur. Dolayısıyla, îman bir şeyi kabul ederken zıddını reddedişin döngüsel olarak ilânını ve eylemini ifade etmek demektir.
Şu halde, biz müminler, bizden farklı inanışa sahip kişilerden kendimizi ayıran, bize has bir bilgi, davranış, düşünce, duygu ve anlamlar dünyası oluşturmakla ‘gayr/öteki’nden farkımızı îman manifestosuyla şuurlu olarak beyân ve ilan etmiş oluyoruz.
Esasen, özü itibariyle ‘inandım’ ifadesinde kendini bulan bu deklarasyon işaret edilen hususları içermekle birlikte, gerçekte bunun sözde kaldığı; îmanın isbâtının tezâhür etmiş beyânı olan ‘kelime-i şehâdet’in dahi söylenip, içselleştirilmediği; çoğu zaman sözle ifadesini bulan beyânın yaşantıya akseden bir görünümünün bulunmadığı, hatta îmanın ayrılmaz unsurlarından olan bazı hususların bütünüyle inkâr edildiği durumlar sıkça görülebilmektedir.
Sem‘î hakîkate karşı beşerîyi ikâme etme çabasının bir neticesi olarak, kâdir-i mutlak Allah Teâlâ’nın esmâ ve sıfâtını, onun kâinattaki tecellî ve tezâhürlerini inkâr; O’nun her şeyi çekip çeviren olduğunu görmezden gelip, varlığı sadece fizikî olaylarla îzah; vahyi teblîğ sorumluluğu kadar, beyân vazîfesini de hakkıyla ve ilâhî iradeye uygun biçimde îfâ eden rasûllerinin müdahalelerini görmezlikten gelme; sırf pozitivist dünyanın algısına hitap etmiyor diye melek, cin, şeytan gibi soyut varlık ve boyutları hesaba katmama; güçlü olanlarımızın zayıfları ezmesi ve sömürmesini meşrulaştırmak üzere bu dünyada yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz gerçeğini kabullenmeme ve beşer kudretimizi sınırlandırıyor diye her şeyin Yüce Rabbimizin takdiri dairesinde gerçekleştiği hakîkatini hazmedememe… Îman, tefekkür ve davranışımızın kendine özgülüğünü fark edemeyişin ve parçalanmışlığının bir sonucudur.
İnanma bağlamında işaret ettiğimiz bu tür zafiyetleri, Kur’ân-ı Kerîm’de de yüceltilip sıkça işarette bulunulan, akleden bir kimse hemen tespit edebilecek, burada inançla davranış arasında bir tutarsızlığın bulunduğunun farkına varıp, muhtemelen böyle hatalara düşmeyecektir.
Zira medeniyet farkındalığı şuuruna ermiş bir toplum veya fert îmanın veya onun oluşturduğu ben idrakine sahip İslâm medeniyetinin kendine özgülüğü ve iç bütünlüğü konusunda hiçbir tereddüt geçirmez. Toplumun, böyle bir şuur hâline sahip olmayan büyük kısmının uyarılması da farkındalık bilinci gelişmiş kişilerin sorumluluğu dâhilindedir.
Bilgi, davranış ve intikâl sürecinin sağlıklı bir yolla nesilden nesle aktarıldığı modern öncesi dönemde, toplumsal silsile; beyân ile uygulama, düşünce ile eylem arasında bir ayırıma meydan vermeksizin inanmayı ve gereğini yapmayı birlikte öğretip aktarırdı. Bu aktarma sayesindedir ki, şuur zayıflamasının görüldüğü dönemlerde bile ifade ile davranış arasında bugün görüldüğü gibi bir kopuş söz konusu olmamıştı.
İslâm toplumlarında, Müslüman medeniyetine mensup söz sahibi insanların, sarâhaten veya zımnen medeniyet değişikliğine karar verip, bir başka medeniyetin değerlerini adapte etme sürecini başlattıkları modernleşme süreci bilgi ile davranış arasındaki bu tabii ilişkinin kopuşuna da başlatıcılık etti.
Dolayısıyla bugün sorumluluk mevkiinde bulunan bizlerin bütün insanlığı, Yüce Rabbimizin gönderdiği son ve ebedî dine; dünya ve âhirette kurtuluş vesîlemiz olan İslâm’a çağırmak kadar, sözde Müslüman toplumlarımızı, îmanın mahiyetine uygun biçimde özde mümin toplumlar hâline getirmek gibi de bir mesuliyetimizin bulunduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Bu gerçeği insanımıza anlatırken öncelikle; farklı medeniyetlerden devşirilmiş unsurlardan hareketle yeni ve daha üstün bir medeniyet teşekkül ettiremeyeceği, her inanışın kendine has, vazgeçilmezlerinin bulunduğunu fark etmeliyiz. Îman etmenin, uzanımlarıyla birlikte bir şeyi kabul ederken, zıddını ve nakîzını da reddetmek olduğunun şuuruna varmalıyız.
Elbette, ihtiyacı olandan fazlasını kazanmaya şartlandırılmış, sınırsız tüketime ve israfa alıştırılmış modern insanın, bu alışkanlıklarını terk edip yeniden mânevî, rûhî ve zihnî açlık hissini harekete geçirmek kolay bir iş değildir. Ancak, her asrın bir imtihanı olduğu gibi, günümüzün imtihanının da insanlığa îmanın hakîkatini ve mâhiyetini anlatıp göstermek olduğunu hep hatırda tutarsak, karşılaştığımız zorlukları sabırla aşabiliriz.
Hepimiz biliyoruz ki, çabalarımızın istenilen sonucu vermesi bizim elimizde olan bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ Sevgili Peygamberimiz (sav)’e dahi “Senin sorumluluğun hakikati anlatmaktan ibarettir.” buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz, îmanı mahiyetine uygun biçimde idrak edip, gereğini yaparak kulluğumuzu Gönül Sultânımız Efendimiz (sav)’in örnekliğine uygun biçimde tahakkuk ettirmemiz konusunda bize yardım etsin…
Allah Teâlâ Kur’ânî hakikatleri Gözümüzün Nûru Efendimiz (sav)’in aynasından okuyarak, özüne uygun bir şekilde anlayıp insanlara, hevâ ve heveslerimizin tuzağına düşüp de çarpıtmadan, eğip bükmeden, arttırıp eksiltmeden, anlatma konusunda bizlere cesaret versin…
Her şeyi çekip çeviren Rabbimiz kendi nezdindeki mutlak hakikate ve Sevgili Habîbi’nin gösterdiği örnekliğe uygun düşen doğrularımızı anlatma sürecinde sözümüzü dinleyenlere, yazılarımızı okuyanlara ve zihninde şüphe bulunanlara karşı tesirli kılsın…