03 Mayıs 2017

Üçüncüsü: Hadis, günah-istiğfar ikilemini insanî varlığın merkezine yerleştirerek insan var olduğu sürece bunun devam eden bir tedirginlik hali olduğunu ifade eder. Bu tedirginlik, insanın bütün davranışlarında şu veya bu şekilde varlığını sürdürür ve kulluğun gereği olarak ortaya çıkar. Nitekim tövbe, inâbe, takva, haşyet ve ihsan gibi kulluğun çeşitli hallerinde bu tedirginlik açık bir şekilde görünür. Kulluğun anlam ve tahakkuku bakımından bu tedirginliğin esaslı bir sonucu vardır: Bu dünyada var olduğumuz sürece iyilik ve kötülük durumlarından biri diğerine baskın olsa bile herhangi birinin sürekliliği garanti edilmiş değildir. Uzun süre sadece başkaları tarafından iyi bilinmekle kalmayıp bizzat kendisini de iyi bilen bir kimse, kendisinden hem kendisinin hem de başkalarının beklemediği bir hatayı yapabilir veya bunun tersi de olabilir. Dolayısıyla kulluk, daimi bir murakabe ve istiğfar halini gerektirir. Hz. Peygamber’in hem kendisi hem de müminler için sürekli istiğfar etmesi de bu durumu açıkça gösterir.

Dördüncüsü: İstiğfar, insanın varlığı bakımından nitelendiği durumlardan olduğundan insanın bütün durumlarıyla ilgilidir. Diğer deyişle ister iyi ister kötü olsun insanın içinde bulunduğu her durum insana nispet edildiği ve sahipliği insana ait olduğu sürece istiğfarı gerektirir. Bu, aynı durumun hamd ve şükrü gerektirmesiyle de çelişmez. Her bir insanî durum, hem insana benlik vermesi bakımından hem de bir üst yetkinliğe nispetle istiğfarı gerektirirken insana bahşedilen bir nimet olması bakımından şükrü ve ilâhî isimlerin zuhuru olması bakımından hamdı gerektirir. Dolayısıyla istiğfar sadece tanımlanmış günahların ardından yapılan bir ibadet değil, bunların yanı sıra dinen iyi ve güzel addedilen fiillerin ardından da yapılan bir ibadettir. Şu halde istiğfar, zikrin bir türüdür. Hz. Peygamber’in namazların ardından istiğfar etmesinin sebeplerinden biri bu olmalıdır.

İstiğfar, insanın kendinden ve yaratılmış her şeyden Allah’a sığınışı olması bakımından istiazenin benlikten kaynaklanan türünü ifade eder. Diğer yandan insanî benliğin Hakk’ın isimlerine mazhar oluşu nedeniyle istiğfar, Hakk’a ait olanın yine O’na döndürülmesi olup bütün ilâhî isimlerle ilgilidir ve bütün isimlerin taalluk ettiği varlık alanının kapısını açan bir anahtardır.

Beşincisi: İstiğfarın bütün insanî fiillerle ilişkili olması, tıpkı takva hali gibi sonuçlarının sınırlanabilir olmadığını gösterir. Bu sebeple Hz. Peygamber istiğfarın rahmet kapılarını açacağını söylemiştir. Rahmetin maddi ve manevi bütün nimetleri kuşattığını hatırladığımızda istiğfarın bütün nimetleri cezbetme özelliği daha rahat anlaşılır. Öyleyse istiğfar, insanın kendinden ve yaratılmış her şeyden Allah’a sığınışı olması bakımından istiazenin benlikten kaynaklanan türünü ifade eder. Diğer yandan insanî benliğin Hakk’ın isimlerine mazhar oluşu nedeniyle istiğfar, Hakk’a ait olanın yine O’na döndürülmesi olup bütün ilâhî isimlerle ilgilidir ve bütün isimlerin taalluk ettiği varlık alanının kapısını açan bir anahtardır. Bu anlamıyla istiğfar, besmelenin bir türüdür.