Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kadın Başına Hicret Cesareti

3 Nisan 2014 Perşembe Sonpeygamber.info / Yazarlar


“Ey iman edenler… İman eden kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları sorgulayın. Allâh onların imanlarını iyi bilir! Eğer onları iman etmiş kadınlar görürseniz, onları hakikat bilgisini inkâr edenlere geri döndürmeyin! Ne bunlar onlara (küffara) helaldir, ne de onlar bunlara helal olurlar! Onlara (küffara) infak ettiklerini (mehrlerini) verin. Onların (bu kadınların) mehrlerini kendilerine verdiğiniz vakit, onları nikâhlamanızda sizin üzerinize bir vebal yoktur. Hakikat bilgisini inkâr eden kadınların nikâhlarını tutmayın… Harcadıklarınızı geri isteyin; onlar da harcadıklarını istesinler. Bu size Allâh’ın hükmüdür… Aranızda hükmediyor. Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir.”

Saadet Asrı insanları, sahabe, bir açıdan yekpâre gözüküyor bize: Sadık, cesur, bazen vehimlere kapılsalar bile samimi ve özverililer. Gökteki yıldızlar gibi tek tek ayrı bir ışıltıya sahip olsalar da oluşturdukları ortak aydınlık bulunduğumuz noktadan baktığımızda gözlerimizi kamaştırıyor.

Bir yakından tanıma denemesi olarak 80’li yılların başlarında Hz. Fatıma (r.anha) ve Hz. Zeynep (r.anda)’le ilgili iki biyografi çalışması yapmıştım. O yıllarda Ali Şeriati’nin “Fatıma Fatıma”dır isimli kitabından kısa tercümeler halinde karşıma çıkan Fatıma tasvirleri, bana dönemin kadın konulu tartışmaları açısından bir hayli açıklayıcı görünmüştü. Şeriati’nin Kevser Suresi ile Ehli Beyt arasında kurduğu bağlantı, bu surenin kız çocuğu sahibi olduğu için Peygamberimiz’i ‘ebter’ yani soyu kesik olarak adlandıran cahiliye toplumu seçkinlerinin soy sopla ilgili kaygılarını cahiliye kültürüne bağlayan yorumları, Fatıma’yı daha yakından tanımak için yeni okumalara yönlendirmişti beni.

Bu alanda çok daha fazla ve yoğun okumalara ihtiyaç duyduğumuz açık. Gittiğim kimi şehirlerde katıldığım toplantılarda benden çalışma alanı konusunda fikir isteyen ilahiyat fakültesi öğrencilerine, sahabenin hayatına yoğunlaşmalarını tavsiye ediyorum. Kadın sahabenin hayatının ayrıntılarına yoğunlaşan çalışmalar, günümüz Müslümanlarının kadın konusundaki fikir ve tasavvurlarının olumlu yönde gelişmesine büyük katkı sunacaktır.

Hz. Osman (ra)’ın anne bir kız kardeşi olan Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (r.anha), hayat hikâyelerini okuduğum kadın sahabe arasında “keşke bir romanda anlatabilsem” diye düşündüğüm, sıra dışı kişiliklerden biri. Kureyş kabilesinin bir üyesi olarak Mekke’de müreffeh bir hayat sürdürürken, İslam’ı daha iyi öğrenmek, Müslümanların arasına katılmak üzere yurdunu yuvasını terk edip güç şartlar altında Medine’ye hicret etti. Onun hicret ettiği tarihlerde Kureyş ile yapılmış anlaşmaya göre Medine Müslümanları, kendilerine sığınan Mekkeli Müslümanları Kureyş’e geri vermek zorundalardı. Peygamberimiz ise, daha önce kimi erkek sahabiyi Kureyş’e iade ettiği halde, anlaşma hükmünde sığınmacıların cinsiyetine dönük bir vurguda bulunulmadığından hareketle ve ilk farklı örnek olduğu için Ümmü Gülsüm’ü geri göndermeyi kabul etmiyor.

Ümmü Gülsüm, inançların çatıştığı bir aile ortamında Müslüman olarak yaşama mücadelesi veriyordu. Babası, Peygamberimiz’i boğmaya teşebbüs etmiş olan müşrik Ukbe bin Ebî Muayt, annesi ise İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman olmuş olan, Peygamberimiz’in halasının torunu –Hz. Osman (ra)’ın da annesi– Erva Hatun’du.   Ümmü Gülsüm Peygamberimiz’e Mekke’deyken biat etmişti. Babası ve çevresinin İslam’dan dönmesi için yaptığı yedi yılı bulan baskıya direnirken, kendini hicrete hazırladığı anlaşılıyor. Hazırlığını etrafına belli etmeden hicret yoluna düşmeyi nasıl başarmıştı? Kendisi şöyle anlatıyor:  “Mekke’den en son çıkış bölgesi olan Ten’im taraflarında bir bahçemiz vardı. Orada her zaman evimizin ahalisinden birileri bulunurdu. Ben sık sık gider, üç dört gün kalır Mekke’ye dönerdim. Ailem benim oraya gitmeme itiraz etmezdi. (Hicret günlerinde) oraya gidiş gelişi sıklaştırarak ev halkını alıştırdım. Artık Mekke’de durmak istemiyordum. Bir başıma hicrete karar vermiştim. Yolda başıma geleceklere de katlanmayı göze alıyordum.”

Ümmü Gülsüm bir gün yine bahçeye gidecekmiş gibi evden ayrılıp Mekke’nin çıkışına varıyor.  Medine’ye doğru gidecek, ama kafasında net bir plan yok gibidir. Mekke’de, aile çevresinde sürdürdüğü hayattan bezdiği kadar Medine’de gelişen Müslüman toplum içinde yer etme, o topluma bir katkıda bulunma arzusu da onu bu tehlikelere açık yolculuğa zorlamış olmalı.  Hesapsız bir yolculuk olduğu halde en başından Allah’ın yardımını görecektir.  “Orada bir adamla karşılaştım” diyerek şu şekilde anlatıyor: “Bana: ‘Sen nereye gitmek istiyorsun?’ diye sordu. Ben de: ‘Sen kimsin?’ dedim. ‘Huzâa kabilesindenim’ diye cevap verdi. Bu kabile Rasûlullah (sav) ile antlaşma yaparak sadakat göstermişti. Ona: ‘Ben Kureyşî’lerdenim Medine’ye gitmek istiyorum’,  dedim. O da: ‘Biz Huzâalılar gidilecek yolu iyi biliriz’ diyerek bana rehberlik yapabileceğini söyledi ve devesini getirip benim önümde ıhdırdı. Ben de deveye bindim. Huzâalı devenin yularını tutup öne düştü ve Medine yoluna koyuldu.”

Nasıl bir yolculuktu bu, o dönemin Mekke’si ile Medine’si arasındaki yol şartlarını hayal edebilirsek bir parça olsun anlamaya yakınlaşabiliriz. Yorucu ve korku dolu olsa gerek; sonuçta Ümmü Gülsüm Huzâalı Rehber’i daha önce tanımıyordu. Herhalde kabilesinin Rasûlullah (sav) ile yaptığı antlaşmaya sadakat göstermesi nedeniyle ona güven duydu, duymak istedi. Biraz daha beklemeye tahammülü kalmamıştı belli ki; yola çıkmadan edemezdi, yine de içi rahat değildi muhtemelen.  O zor yolu bir öyküyle, bir sinema filmiyle anlatmaya çalışsaydık, hangi sahneleri öne çıkarırdık acaba? Ani sesler ürkütüyor muydu Ümmü Gülsüm’ü, çölün ıssızlığı mı yoksa tanımadığı rehberinin ses tonu ve bakışlarındaki ifadenin değişimleri mi daha çok korkutucu geliyordu?  Marguerite Duras,  “Orman içindeki kulübenin kurtlara, erkeklere karşı sağlam olması gerekirdi”  diye yazıyor Somut Yaşam’da. Çölün korkuları neler olabilirdi?  Nihayet Medine’ye vardığında, Allah o yoldaşı hayırla mükâfatlandırsın! Bir defa bile en ufak bir rahatsızlık verecek harekette bulunmadı. Huzâa kabilesi ne güzel kabiledir!” diyerek rehberi için dua ettiği kaydediliyor.


Ümmü Gülsüm Medine’ye tek başına hicret cesaretiyle ayrı bir yerde duruyor. O hicretiyle bir bakıma Hudeybiye Antlaşması’nın maddelerindeki Kureyş tahakkümünü de sarsmış, tahrip etmiştir.

Ümmü Gülsüm Medine’ye vardığında, evvela –Peygamberimiz’in evde bulunmadığı bir sırada– Ümmü Seleme’nin konuğu oldu.  Ümmü Seleme onu ağırladı, sevincini paylaştı, heyecanının yatışması için yardımcı oldu.  Sohbetleri sırasında Ümmü Seleme konuğunun hâlâ tedirgin olduğunu fark etti; ona, sıkıntısını açıklaması için yüreklendiren sözler söyledi.  Ümmü Gülsüm,  Hudeybiye Antlaşması gereğince Mekke’den kaçıp Medine’ye gelen Müslümanların Mekkeliler’e geri verilmesi kuralını hatırlattı. Müslüman olarak Rasûlullah (sav)’a sığınan Ebû Cendel ile Ebû Basîr iade edilmişti. Bu nedenle, Peygamberimiz’in kendisini de geri çevirmesinden korkuyordu. “Mekke’den ayrılışımın üzerinden sekiz gün geçti” diyerek, endişelerini dile getirmeye devam etti: “Şimdi onlar beni arayacaklardır. Bulamayınca da buralara kadar geleceklerdir.”

Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anha) işte bu şekilde endişelerini dile getirirken Peygamberimiz eve geldi. Ümmü Seleme, olanları ve muhacir misafirinin endişelerini aktardı. Peygamberimiz misafirine “hoş geldin”  dedi, halini hatırını sordu ve onun hicret hikâyesini, nihayet Mekke’ye iade edilme konusundaki endişelerini dinledi. İade edildiği takdirde kendisine işkence ederek dininden dönmesini isteyeceklerinden korkuyordu Ümmü Gülsüm. 

Peygamberimiz onu dinledi ve içini ferahlatacak açıklamalarda bulundu. Yüce Allah muhakkak ki kadınlar hakkındaki ahdi bozar, hükümsüz bırakırdı. Rasûlullah (sav)’ın bu dileği ya da kanaati karşılıksız kalmadı, muhacir hanımların müşriklere geri verilemeyeceğini belirten ayet-i kerime nazil oldu. “İmtihan edilen kadın” manasına gelen Mümtehine adıyla bilinen sûrenin 10. ayeti mealen şöyle: Ey iman edenler… İman eden kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları sorgulayın. Allâh onların imanlarını iyi bilir! Eğer onları iman etmiş kadınlar görürseniz, onları hakikat bilgisini inkâr edenlere geri döndürmeyin! Ne bunlar onlara (küffara) helaldir, ne de onlar bunlara helal olurlar! Onlara (küffara) infak ettiklerini (mehrlerini) verin. Onların (bu kadınların) mehrlerini kendilerine verdiğiniz vakit, onları nikâhlamanızda sizin üzerinize bir vebal yoktur. Hakikat bilgisini inkâr eden kadınların nikâhlarını tutmayın… Harcadıklarınızı geri isteyin; onlar da harcadıklarını istesinler. Bu size Allâh’ın hükmüdür… Aranızda hükmediyor. Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir.”

Vahiy tamam olduğunda Peygamberimiz Ümmü Gülsüm’e müjdeyi verdi: Bundan böyle müşriklerin arasından kaçıp gelen imanlı hanımlar Mekke’ye geri verilmeyecekti.  “Allah’a yemin olsun ki siz, Allah ve Rasûlü (sav)’nün sevgisi, bir de İslami vazifeleri serbestçe yapabilmek için hicret etmiş bulunuyorsunuz. Yoksa ne koca ne de mal sebebiyle göç etmiş değilsiniz” diye açıklamada bulundu.

Ümmü Gülsüm sevinç içinde Allah’a hamd etti.  Artık gönül ferahlığıyla Medine’ye yerleşebilecekti. Gelgelelim yaşayacağı sınavlar sona ermiş değildi.  Babası Ukbe İbni Ebî Muayt, kayıp kızının hicret ettiğini öğrenmiş, oğulları Velid ve Umâre’yi kız kardeşlerini alıp getirmek üzere Medine’ye göndermişti. İki kardeş Medine’ye geldiklerinde Peygamberimiz’i buldular. Hudeybiye Antlaşması’nın verdiği güvenle O’na kız kardeşlerini kendilerine teslim etmesini istediler. Peygamberimiz inen ayeti öne sürerek isteklerini geri çevirdi. Velid ve Umâre elleri boş olarak Mekke’ye döndüler.

Medine’de kalması kesinleşince sahabenin ileri gelenlerinden Zübeyr İbni Avvam, Zeyd İbni Hârise ve Abdurrahman İbni Avf Ümmü Gülsüm’e evlenme teklifinde bulundular. Genç kız Peygamberimiz’in tavsiyesi üzerine kardeşi Hz. Osman ile bu teklifler üzerine istişare etti. O da Peygamberimiz’e danışmasını tavsiye etti.    Peygamberimiz’in bu üç aday arasında uygun gördüğü isim ise evlatlığı Zeyd İbni Hârise oldu. Rivayetler, geçen yıllar içinde Zeyd isimli bir erkek, Rukiyye isimli bir kız evlada kavuşan Ümmü Gülsüm ve Zeyd’in uyumlu, birbiriyle anlaşan bir çift olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki bu mutlu yuva Zeyd’in Mûte Savaşı’nda şehit olmasıyla dağılacaktı.

Ümmü Gülsüm hicret deneyimini yaşayan diğer sahabiler gibi kocasının şehadetini büyük bir metanetle karşıladı.  İddet süresini tamamladıktan sonra Medine’ye hicret ettiği sırada talipleri arasında bulunan Zübeyr İbni Avvâm ile evlendi.  Bu evliliğinden de Zeynep isimli bir kızı dünyaya geldi. Ne var ki Zübeyr’le anlaşamıyorlardı ve ilişkileri giderek daha bir katlanılmaz hâl almıştı. Uzlaşma sağlayamayınca da boşanmak zorunda kaldılar. Hicretinin ardından talipleri arasında bulunan Abdurrahman İbni Avf yine evlenme teklifiyle karşısına çıkınca Ümmü Gülsüm kabul etti.  Muhacir çiftin bu evlilikten de İbrahim ve Hamid isminde iki oğlu dünyaya geldi. (Medine’de muhacir toplumun bir taraftan savaşlar sürerken yerleşme ve şehri bir İslam beldesi olarak yeniden kurma sürecinde evliliklerin ve boşanmaların günümüzde algılanması bir hayli zor bir hareketlilik ve kolaylık içerdiği görülüyor. Yeni toplum, evlenme ve boşanmada kadının aleyhine olan cahili yargıların köklü olarak değişmesiyle de biçimleniyor.)

Muhacir kadınların hemen hepsi ya aileleri ya da bir grupla birlikte Mekke’den ayrılmışlardır. Ümmü Gülsüm Medine’ye tek başına hicret cesaretiyle ayrı bir yerde duruyor. O hicretiyle bir bakıma Hudeybiye Antlaşması’nın maddelerindeki Kureyş tahakkümünü de sarsmış, tahrip etmiştir. Medine’nin kadın ravilerinden biri olarak da hatırlanıyor. Hayatı hakkında kapsamlı bir çalışma yapılması gereken kadın sahabilerden ilk akla gelenlerden biridir kuşkusuz.  Mümtehine Suresi’nde anılan hicretinin samimiyeti bağlamında girdiği imtihandan yüz akıyla çıkmış olan kadındır o.