Hadis-i şerif, “kem söz sahibine aittir” atasözünün kaynağı olabileceği gibi, bunu açıklayan bir özelliğe de sahiptir. Kişinin başkalarına yaptığı sövgü ve hakaret, kendisi gibi nefis taşıyan ve öfkelenme potansiyeli olan muhatabı tarafından çoğunlukla hemen iade edilmekte, böylece, sövgüde hedef alınan kişi veya kişilerin muadilleri aynı hakarete maruz kalmaktadırlar. Dolayısıyla kötü söz sonunda sahibine dönmekte ve onun üzerinde kalmaktadır. Başka bir ifadeyle, karşılığını bulmasa da kötü söz, sonuçta sahibini sorumlu kılmakta ve onun karakterini ele vermektedir. İşte sevgili peygamberimiz, başkasının ana-babasına söven kişinin, yaptığı hakaretin karşılığını aldığında, kendi anne-babasına sövmüş gibi olacağını çarpıcı bir anlatımla hatırlatmaktadır. Benzer bir anlatımı En’âm suresinin 108. ayetinde de görmekteyiz. Burada Cenab-ı Hak, “(Ey müminler!) Onların, Allah’ı bırakıp da tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak bilgisizce Allah’a söverler…” buyurarak, başkalarının değerlerine yapılan hakaretin sonunda kişinin kendi değerlerine yöneleceği gerçeğini açıklamaktadır.
Sevgili Peygamberimiz, “Mümin çok kınayan, çok lanet eden, hayâsız, pis ve çirkin konuşan kimse değildir.” (Tirmizi, Birr, 48) buyurarak, kötü söz ve hakaretin, mümine yakışan bir özellik olmadığını vurgulamış, böylece, “elinden ve dilinden diğer insanların salim olduğu” (Buhârî, Rikâk, 26) şeklinde ifade ettiği mümin tanımına da açıklık getirmiştir. Güzel söz ve nezaket peygamber ahlakıdır. Cenab-ı Hak, elçisinin, insanlara yumuşak ve nazik davrandığını belirterek, sert ve katı kalpli olması halinde etrafındakilerin dağılıp gideceğini bildirmiştir. (Âl-i İmran, 159) On sene hizmetinde bulunan Enes b. Malik (ra)’in ifadesine göre O, kötü söz bir yana, kendisine bu süre zarfında “of” bile dememiştir. Çünkü “Rıfk (yumuşak davranış) dan yoksun olan hayırdan da yoksundur.” (Müslim, Birr, 74) “Rıfk, bulunduğu şeyi güzelleştirirken, yokluğu çirkinleştirir.” (Müslim, Birr, 78) “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diyen atalarımız, güzel sözün her kapıyı açabileceğini vurgulamak istemişlerdir. Onun için Cenab-ı Hak, Hz. Musa ve kardeşi Harun (as)’a, düşmanları Firavun’a bile yumuşak bir üslupla hitap etmelerini emretmiştir. (Tâhâ, 44) Çünkü iyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde savmak, düşmanlıkları sıcak bir dostluğa dönüştürme vesilesi olabilir. (Fussılet, 34)
Kötü söz ve hakaret düşmanlığa açılan bir kapıdır. Yan bakmanın bile kavga sebebi olduğu toplumumuzda sövgü içeren her sözcük muhataba atılan bir taş gibidir. Karşılıklı hakaretlerin şahlandırdığı nefisler, öfke silahıyla bıçaklara, mermilere dönüşmekte, kâinatın en mükerrem varlığı insan bir hiç uğruna çoğu kez canından olmaktadır. Halbuki yapılan hakaretin sahibine döneceği bilinciyle öfkesine gem vurabilen insan, hem yaptığı hakaretin vebaliyle baş başa bıraktığı muhatabını hem de kendisini maddi-manevi büyük bir tehlikeden korumuş olmaktadır. “Öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözü hiç şüphesiz yaşanan nice acıklı olayların birikimiyle oluşmuş kolektif bir tecrübenin ifadesidir. Aile ortamından kahvehane köşelerine, trafikten stadyumlara kadar, gencinden yaşlısına herkesin psikolojisine uygun olarak içini boşaltma ve rahatlama vesilesi olarak kullandığı sövgü bir muhataba yöneldiğinde, ciddi bir çatışmanın sebebi haline dönüşmektedir. Bireylerden toplumlara ve ülkelere kadar her türlü çatışmanın temelinde nasıl hoşgörüsüzlük yatıyorsa, bunun doğurduğu suçlamalar ve hakaretler de bir kıvılcım görevi üstlenmektedir.
İslam Dini, insan onurunu, korunması gereken beş temel değer arasında kabul etmiş ve bunu ihlal edenlere cezai yaptırım öngörmüştür. Örneğin, sövgü unsurları arasında insanların en çok başvurduğu hanımlara yönelik zina isnadı, dört şahitle ispat edilemediği takdirde, seksen sopa cezasıyla cezalandırılmış, tövbe etmedikleri takdirde bu kişilerin şahitliklerinin ebediyen kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. (Nur, 4-5) Çatışma ve kavgalarda bireylerin birbirlerine yönelttikleri hakaretleri, çoğu kez anneleri, hanımları ve kız kardeşleri üzerinden yaptıkları bilinen bir gerçektir. Bu şekilde karşıdaki insan, en duyarlı olduğu namus duygusu üzerinden rencide edilmek istenmektedir. Hâlbuki kızdığımız insan farklı, suçladığımız kimseler farklıdır. Hakarete maruz kalan kişinin namus açısından suçlanan yakınları masum iseler, onlara yönelik hakarette bulunanlar yukarıda ifade ettiğimiz “kazf” (namus iftirası) suçunu işlemiş olmaktadırlar.
İnsanın hayat boyu süren saygınlığı ölümüyle son bulmadığı için ölülere yönelik sövgü ve hakaret de dinimizce yasaklanmıştır. Sevgili peygamberimiz bir hadislerinde, “Ölülere sövmeyiniz. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır” buyurmakta (Buhâri, Cenâiz, 97) başka bir hadislerinde de, ölülere sövmenin onların yakınlarını inciteceği gerçeğine işaret etmektedir. (Tirmizi, Birr, 51) Aslında müminlerin ölülerini hayırla yâd etmeleri, daha doğrusu hayırlı işleriyle anmaları İslami bir gelenektir. Peygamber Efendimiz’in de buyurduğu gibi onlar, yaptıkları iyi ve kötü amellerinin karşılığını zaten Allah katında bulacaklardır. Ancak onları geçmişteki iyilikleriyle anmak, o iyilikleri yapma ve bunlarla anılma konusunda geride kalanları teşvik edici olabilir.
İnsanoğlu uğradığı bir sıkıntı veya başına gelen bir felaketten dolayı sorumlu tuttukları bazı manevi varlıklara sövme konusunda da mahirdir. Kendi kusur ve ihmallerini dikkate almadan veya çaresiz kalınan durumlarda sabır tesellisine sığınmadan kaderi suçlayanlar, feleğe kahredenler, zamana ve tabiat olaylarına lanet okuyanlar kendi döneminde de mevcut olduğu için, Allah Rasulü, cahiliye anlayışını devam ettiren bu kişileri uyarmıştır. (Buhârî, Edeb, 101; Ebu Davud, Edeb,53)
Arapların, “kılıç yarası iyileşir ama dil yarası iyileşmez” atasözüyle dikkat çektikleri kötü söz ve hakaret hangi gerekçeyle olursa olsun mümine yakışmayan bir davranıştır. Zulme karşı tepkimizi gösterirken duygularımızı açığa vurma noktasındaki istisnai bir durum haricinde Cenab-ı Hakk’ın da hoş görmediği bu davranış (Nisa,148), etki-tepki kuralına uygun olarak, sadece bize dönmekle kalmıyor, en değer verdiğimiz yakınlarımıza, hatta kutsal değerlerimize kadar uzanıyor. İşte burada yorumunu yaptığımız hadis, muhatabıyla tartışmaya giren her müminin, kendisini ve yakınlarını hakaretten korumak için önce kendi söz ve davranışlarına dikkat etmesi gerektiğini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.