Kudüs: İnsanlığın Nefsinden Ruhuna

29 Temmuz 2013

Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da namaz kılarken, İslam’ın üç kutsal mabedinde aynı anda ibadet ettiğim hissi uyandı bende. Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Haram’dan sonra burada olmak, bütüncül hale getirdi kalbimin derinindekileri. Mekke ve Medine’de umre veya hac yaparken ümmetin içindeki farklılıklarla, İslam’ın yaşanılmasındaki kültürel çeşitliliklerle büyüleniyor insan. Kudüs’te ise semavi inanışın tüm temsilleriyle bir arada, imanın nurunu yeniden keşfetmeye başlıyor.

Efendimiz’in Mescid-i Nebevi’den Mescid-i Aksa’ya getirilerek miraca yükseldiği mahalde kişisel yükselişlerimizin izini bırakmaya çalışıyorduk. İslam mimarisindeki ilk kubbeli eserlerden kabul edilen Kubbet-üs Sahra’nın inşa edildiği ‘kutsal kaya’nın altında namaz kılmazdan önce, Efendimiz’in miraç gecesi  diğer peygamberlere imamlık ederek namaz kıldırdığı bu makamda bir iç yolculuğuna çıkmıştık.

Kuşkusuz ki, bu yolculuğa Kudüs’ün kendi içine doğru devam eden kesintisiz yolculuk da eşlik ediyordu. Musa (as) ve Firavun döneminden Davud ve Süleyman (as) dönemlerine; Yahudilerce Ahid sandığının muhafaza edildiğine inanılan Süleyman mabedinin inşasına uzanan yolculuk Babil kralı Nebukadnezar’ın ilk mabedi yıkmasından sonra yıkılış ve dirilişlere defalarca sahne olacaktı. Kur’an’da bahsedilen Mescid-i Aksa’dan bugünkü mabede dek... Herod, Hadrianus , Büyük İskender, Meryem ve İsa (as), Roma kralı Titus, Hz. Ömer (ra), Halife Abdülmelik, Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim... İlk akla gelen ve Kudüs’ün tarihi akışında işaret taşı niteliğinde olan isimlerdi. Kraliçe Helen’in de, Hürrem Sultan’ın da, Kanuni’nin de, izi olan bu şehir kimi zaman Yahudileri sürgüne yollayan Babillilerin, kimi zaman Romalıların, Helenlerin, Haçlı seferlerinin, Sasanilerin, Emevilerin, Memluklerin, Osmanlıların insanlığa bıraktığı izleri halen barındırıyordu. Medeniyetler, kültürler, inançlar, zafer ve yenilgiler, yağma ve istilalar, fetih ve işgaller iç içe geçiyordu bu şehirde. Bunu fark ettiğimde şehri yöneten bugünkü İsrail’in zulmü bunlar arasında bir yere oturdu zihnimde. Zira İsrail ne kadar haksız işgal ederse etsin, ona da ait olamamıştı Kudüs.

Yeryüzünün en düşük rakımlı yeri bu topraklardaydı, Lut kavminin helak edildiği Lut gölü. Öte yandan yeryüzünün gökyüzüne en yakın mahalli de burasıydı. Efendimiz’in miraca yükseldiği son nokta olan Mukaddes kaya da buradaydı. (Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim (as)’in oğlunu kurban etmek için getirdiği yerin de burası olduğuna inanırlar), İsa (as)’nın göğe çekildiğine inanılan yer de. Yeryüzünün en düşük noktasıyla göğe en yakın noktasının burada olması, tüm mekanları cem eden özelliğini düşündürdü bana Kudüs’ün. Davud yıldızının iç içe geçmiş biçimi gözümün önüne geldiğinde, Efendimiz’in miraca yükselmesinin Kudüs’ten başka bir yerde vukuu bulmasının imkânsız olduğunu hissettim. Buraya gelmeden bunu düşünmek mümkün değildi.

Derken bir ayet açıldı usul usul gönlümde: “Muhakkak ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısına attık.” (Tîn, 4-5) Sanki Kudüs, bu ayetin bir anlam katmanını açıyordu insana. İnsanlığın nefsinden ruhuna miraç etme gayesinin simgesiydi sanki Kudüs. Tamamlanacak olanın ne olduğunu bize yeniden hatırlatıyordu. Yer ile göklerin ‘isteyerek gelmeleri’ ve ilahi emre itaat etmeleri belli ki bir ipucu yolluyordu bize de. Miraç, Efendimiz’in kendi hakikatiyle buluşmasıydı. Ve hepimizi kendi hakikatimizin nurunu bulmaya yöneltiyordu.

Sonra başka ayetler, hadisler... ‘Âlemlere rahmet olarak gönderilen’ Rasûlullah (sav), son peygamber olarak teşrif edip peygamberlerin hakikatini kendinde cem ettiği gibi, Kudüs de tüm şehirlerin hakikatini kendinde toplamış gibiydi. El Halil’de peygamber sandukalarını selamlarken, Beytüllahim’de Meryem ve oğlu İsa (as)’nın ayak bastığı mekânlarda dolaşırken, Yunus (as)’un makamında dua ederken de peygamber kıssaları durmadan canlanıyordu insanın muhayyilesinde. Hiçbir kıssanın geçmişte kalmadığını, kıyamete dek ‘canlı söz’ olarak bize hayatımızda eşlik ettiğini, yol gösterdiğini, insanlığın evrensel hikayesinden payımıza düşen ibreti almamız için her seferinde başka bir yanını bize açtığını hissediyordum. Bir başka deyişle Kudüs, mekanları olduğu kadar zamanları da cem ediyordu.

Kudüs’ün tanık olduğu gösterişli zaferlerle yenilgilerin, zalimlerle mazlumların buluşması sonsuz şimdide devam ediyordu. Kimseye ait olmaması, onun kutsal niteliğiyle ilgiliydi sanırım, insan ruhuna aitti belki her şeyden çok. Ki Ruh, Allah’ın emrinde değil midir...

Hz. Davud (as)’un sandukasında Yahudilerle Müslümanlar birlikte dua ediyor, Kutsal Kıyamet Kilisesinde Hıristiyanlarla Müslümanlar İsa (as) ve Meryem’i birlikte anıyordu. Ancak Müslümanlar tüm çeşitliliği kucaklıyordu. Ehl-i Kitabın peygamberlerini kabul etmek ne büyük bir nimetti. İsa (as)’nın göğe yükseldiği yerde de, Musa (as)’nın olduğuna inanılan makamda da, İbrahim (as)’in çobanlık yaptığı yerde de dualar dökülüyordu aynı dudakların arasından. İslam’ın tüm peygamberleri kendi peygamberi olarak görmesi, kendine Müslüman diyen birinin sahih bir Musevi ve İsevi olmasını da getiriyordu. Hz. Âdem (as)’den son insana dek, insan olma serüvenimizde farklı isimlerle devam eden hakikati kuşatıyordu Müslümanlık. Kudüs’ün zevkini bu anlamda en fazla Müslümanlar çıkarıyor olmalıydı! Tenzih ve teşbihi aşarak tevhide varıyorlardı. Kudüs’te bu görünür oluyordu.

Kubbet-üs Sahr’da vakit namazından çıktığımız bir gün, içimde büyük bir coşku duydum. Bir ayet daha belirmekteydi gönlümde: “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim (din konusundaki bilgilenmenizi), üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din (anlayışı) olarak İslam'a (Allah'a teslimiyete) razı oldum” (Maide 3) Evet, farklı meşrep ve inançları barındıran Kudüs’te ayet ve kıssalarla birlikte manalar da diriliyordu. İnsanlığın nuru tamamlanıyordu. İmanın kemale erdirilişin manası açılıyordu usul usul.

Sahabi mezarlarıyla, Hristiyan okulları, singoglarla tapınaklar her şey iç içeydi. Mescid-i Aksa’nın sınırları dahilinde Efendimiz’in Burak’ını bağladığına inanılan yerin bulunduğu duvarın arkası Yahudilerin kutsal kabul ettiği, ilk mabetten kalan tek kalıntı olan Ağlama Duvarı’ydı. Sınırların tamamen kalktığı bir yerdi burası. Batı Şeria’yı çevreleyen duvara rağmen. (Zira o duvar, bizzat onu inşa eden İsrail’i hakikatin nurundan soyutluyor, ayırıyor gibiydi.)

Kimilerine göre ise gözyaşı şehriydi Kudüs. Hıristiyanlar İsa’nın (as) çarmıha gerilmek üzere yürütüldüğüne inandıkları Çile Yolu’nda gözyaşı döküyordu. Yahudiler Ağlama Duvarı’nda. Müslümanların da burada maruz kaldıkları zulümler yüzünden gözleri yaşlıydı. Bu gözyaşı şehri, Allah’ın İsm-i Azam’larından kabul edilen Kuddus’un adeta tecellisiydi. Gözyaşlarıyla sağaltıyor, arındırıyor, temizliyordu hepimizi. Kişisel miraçlarımıza hazır hale getiriyordu. İsmiyle müsemmaydı Kudüs. İnsanlığın dökülen günah kabukları, bunu belki de en çok Kudüs’ün gözyaşlarına borçluydu.

Kimseye ait değil demiştim Kudüs için. Bugünden bakarsak, evet, İsrail’in ördüğü Batı Şeria duvarı, Filistinlilere yaptığı sebepsiz eziyet, Mescid-i Aksa’ya girmelerini koşullara bağlaması, yeni yerleşimcilerle devam eden haksız işgal, sivilleri ve masumları öldürmesi... Böyle anılıyordu Müslümanların nezdinde. Ama ne yaparsa yapsın ona da ait olmamıştı işte Kudüs. İnsanlığın düşüş ve kalkışı burada tecelli ediyordu. Kudüs anlatılan hiçbir söze sığmıyordu. Sözün tamamlandığı yerdi.


İşte Kudüs’ten Kabe’ye dönmek, başladığın yere gelmek gibiydi benim için. Belki bu dönüş de nurun tamamlanmasına dair bir sır barındırıyordu. 

Kudüs’ün tanık olduğu gösterişli zaferlerle yenilgilerin, zalimlerle mazlumların buluşması sonsuz şimdide devam ediyordu. Kimseye ait olmaması, onun kutsal niteliğiyle ilgiliydi sanırım, insan ruhuna aitti belki her şeyden çok. Ki Ruh, Allah’ın emrinde değil midir...

Yolculuğun son gününde Kabe’yi düşündüm yoğun olarak. Namaz esnasında Efendimiz’e gelen vahiyle, Müslümanların kıblesi Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmişti. ‘Gece Yürüyüşü’ndeki istikametin aksine, Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a bakmaya çalıştım ben de. Bundan sonra Mekke ve Medine’ye yönelmemizde bambaşka manalar bulabileceğimizi hissettim. İstanbul’da Aya Sofya’ya girdiğinizde Kudüs yönünü gösteren absid ile mihrab birbirine çok yakın bir hizadadır. Çünkü her iki kıblenin de yönü İstanbul’dan bakınca neredeyse üst üste düşer. Pek çok başka şehirden bakıldığında ise Kudüs ile Mekke arasında daha belirgin açı farkları vardır. İşte Kudüs’ten Kabe’ye dönmek, başladığın yere gelmek gibiydi benim için. Belki bu dönüş de nurun tamamlanmasına dair bir sır barındırıyordu. Hac esnasında Hacıların gönlünde yer eden bir ayetle (Bakara,156) veda ettim Kudüs’e: “Başlarına bir musibet geldiği vakit, biz Allah’a aitiz ve nihayet ona döneceğiz, derler.”