Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur'ân Tarihi

29 Eylül 2011 Perşembe Dosyalar / "Kur'an'a Deist İtirazlar"


Kutsal Kitapların muhafazası her zaman mümkün olmamıştır. Hz. İsa’ya gönderilen İncil, nâzil olmasından kısa bir sür sonra kaybolmuş ve konularına dair ilk elden bilgileri olmayan anonim yazarların Hz. İsanın hayatına dair eserleri, İncil’in yerini almıştır. Benzer şekilde Eski Ahit de sürekli tahrîf ve ihmâle uğramıştır. Hâlbuki, Kur’ân, Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmiş sahâbe vasıtasıyla kısa sürede Arap Yarımadasına yayılmış ve onlar tarafından diğer Müslümanlara öğretilmiştir. Kaynaklarda yer alan çok sayıda hâfız sahâbînin varlığı Hz. Peygamber’in başarısının birer şâhididir.

Vahiy katiplerinin toplam sayısı ve Hz. Peygamber’in yeni nâzil olan âyetleri yazmak üzere onları görevlendirme uygulaması bir arada düşünüldüğünde, Kur’ân’ın tamamının henüz o hayattayken kayıt altına alındığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bilindiği üzere Resûlullâh (sav) bir vahiy nâzil olur olmaz onu vahiy katiplerine yazdırarak kayıt altında alırdı. Bunun yanı sıra çok sayıda sahâbe, nâzil olan ve öğrendikleri âyetleri kayıt altına alarak muhafaza ediyordu. Vahiy katiplerinin toplam sayısı ve Hz. Peygamber’in yeni nâzil olan âyetleri yazmak üzere onları görevlendirme uygulaması bir arada düşünüldüğünde, Kur’ân’ın tamamının henüz o hayattayken kayıt altına alındığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hz. Ebû Bekr, hilâfeti döneminde bilhassa Yemâme savaşında çok sayıda hâfızın şehîd olmasını müteakip Zeyd b. Sâbit’i söz konusu kayıtları bir araya getirmekle görevlendirmiş ve ona sadece Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığında dair iki kişinin şâhitlik ettiği kayıtları kabul etmesini emretmiştir. Söz konusu iki şâhit uygulamasının tek istisnası ise Tevbe Sûresi’nin son iki âyetidir. Bu iki âyetin yazılı bulunduğu kayıt Ebû Huzeyfe’de (ra) bulunmaktaydı ve bir şâhitle desteklenmekteydi. Fakat bu noktada unutulmaması gereken, Zeyd b. Sâbit’in, Kur’ân kayıtlarını bir araya getirirken asıl dayanağının Hz. Peygamber’le başlayan tevâtür olduğudur. Tevâtür, bir bilginin yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan çok sayıda kaynak tarafından nakledilmesi anlamına gelmektedir. Bu bakımdan bir araya getirilen bütün kayıtlar esasen tevâtürle desteklenmekte, Hz. Peygamber döneminden itibaren her gün onun imamlığında kılınan beş vakit namazda okunan âyetler çok sayıda kişinin hâfızasında yer almaktaydı. Bu bağlamda, Tevbe Sûresi’nin son iki âyeti de esasen Zeyd b. Sâbit ve diğer hâfızların hâfızları ile desteklenmiştir. Zira söz konusu âyetlere sahâbeden kimse itiraz etmemiştir. Ayrıca bu âyetlerin herhangi bir kimse, kavim veya aileyi öven bir ifadeyi veya Kur’ân’ın diğer sûrelerinde yer almayan herhangi bir bilgi ihtiva etmemesi de uyduruldukları iddiasının mantıksızlığını göstermektedir. Zira bu âyetleri uydurmanın kimseye bir faydası olmayacaktır. Hz. Ebû Bekr döneminde bir araya getirilen kayıtlar için kaynaklarda kullanılan terim ‘suhûf’tur. ‘Suhûf’ sayfalar anlamına gelen çoğul bir kelimedir. Dolayısıyla suhûf, Mushaf’tan farklıdır. Hz. Ebû Bekr döneminde Zeyd b. Sâbit tarafından bir araya getirilen kayıtlar için Mushaf değil de suhûf kelimesinin kullanımı büyük ihtimalle sayfalarının büyüklüklerinin aynı ebatta olmamasından kaynaklanmıştır. Fakat henüz 15 yıl geçmeden Hz. Osmân, İslâm devletinin çeşitli köşelerine Kur’ân nüshaları göndermeyi amaçladığında parşömenlerin kalitesini artırarak, eşit boyuttaki sayfalardan müteşekkil kitaplar oluşturabilmiştir ki bunlar Mushaf adı ile bilinmektedir.

Kur’ân tarihi açısından önemli bir aşama Hz. Osmân’ın hilâfeti döneminde Azerbaycan ve Ermenistan fetihleri sırasında farklı lehçeleri konuşan askerlerin Kur’ân’ı lehçeleri üzerine okumaları nedeniyle yaşanan tartışmaların halîfeye ulaşması neticesinde, Kur’ân’ın tek bir lehçe yani Kureyş lehçesi üzerine yazılmasıdır.

Kur’ân tarihi açısından önemli bir aşama Hz. Osmân’ın hilâfeti döneminde Azerbaycan ve Ermenistan fetihleri sırasında farklı lehçeleri konuşan askerlerin Kur’ân’ı lehçeleri üzerine okumaları nedeniyle yaşanan tartışmaların halîfeye ulaşması neticesinde, Kur’ân’ın tek bir lehçe yani Kureyş lehçesi üzerine yazılmasıdır. Zira bu lehçe Arap olmayan Müslümanlar’ın Kur’ân’ı rahatlıkla okuyabilmesi için en uygunudur. Hz. ‘Osmân’ın emri ile Kureyş lehçesi esas alınarak yazılan Mushaf, Hz. Ebû Bekr döneminde bir araya getirilen suhûfla karşılaştırılmış, halîfe tarafından sahâbenin huzurunda okutulmuştur. Baştan sona okunmasının ardından ise istinsah edilen sekiz nüsha, biri halîfenin yanında kalmak üzere, İslâm devletinin çeşitli köşelerine gönderilmiştir. Hz. Osmân, Mushaf’ın yazımının tamamlanması ve nüshaların gönderilmesinin ardından insanların ellerinde dolaşan parşömen parçalarını yaktırmıştır. Söz konusu uygulamaya sahâbeden kimsenin itiraz ettiğine dair herhangi bir haber gelmediği gibi Mus‘âb b. Sa‘d bilâkis insanların bu uygulamadan memnun olduğunu bildirmektedir. Nitekim Hz. Ali “Allah’a yemin olsun ki, o bunu hepimizin gözleri önünde yapmıştır” (yani itiraz eden olmamıştır) demektedir.

Hz. Osman bütün nüshaları birer kârî [Kur’ân okuyan, kıraat eden kimse] ile birlikte göndermiştir. Bu kârîler Hz. Peygamber’den öğrendikleri ve tevâtüren gelen okuyuş şeklini gittikleri bölgelerdeki insanlara öğretmişlerdir. Zira Hz. Osmân’ın emri ile bir araya getirilen Mushaf’larda hareke ve noktaların yer almaması kârîlerin gönderilmemesi durumunda yanlış okumalara neden olabilirdi. Hz. Osmân’ın çabalarının iki açıdan başarılı olduğu görülmektedir. Öncelikle istinsah edilen nüshaların gönderilmesi ile bütün bölgelere ulaşılmış, Kurân âdeta bu bölgelere nüfûz etmiş; ikinci olarak ise aradan geçen on dört asra rağmen söz konusu Mushaf’lardan farklı bir Mushaf ortaya çıkmamıştır. Kıraat farklılıklarına gelince, bunlar esası Hz. Peygamber’e kadar giden okuyuşlardır. Hz. Peygamber, Medîne’ye hicreti ile birlikte Mekke’deki lehçe birliğinden farklı bir durumla karşılaşmıştır. Çok sayıda kabile hızla Müslüman olmuş, bunlardan bazılarına Kureyş lehçesi zor gelmiştir. Hz. Peygamber vahiylerin Kureyş lehçesi haricindeki lehçelerle okunuş şeklini bizzat kendisi ashâba öğretmiştir. Dolayısıyla kıraat farklılıkları ifadesi ile kastedilen Kur’ân’ın sonraki nesiller tarafından okunuşu ve istinsah edilişi sırasında yapılan hatalar nedeniyle ortaya çıkmış farklılıklar değil, bizzat Hz. Peygamber tarafından izin verilen ve öğretilen okuyuş farklılıklarıdır.

Kıraat farklılıkları ifadesi ile kastedilen Kur’ân’ın sonraki nesiller tarafından okunuşu ve istinsah edilişi sırasında yapılan hatalar nedeniyle ortaya çıkmış farklılıklar değil, bizzat Hz. Peygamber tarafından izin verilen ve öğretilen okuyuş farklılıklarıdır.

Kur’ân’la ilgili olarak ortaya atılan iddialardan birisi Abdullâh b. Mes‘ûd (ra) Mushaf’ının Fâtiha, Felâk ve Nâs Sûrelerini ihtiva etmediği şeklindedir. Öncelikle Abdullâh b. Mes‘ûd’un (ra) Mushaf’ının mahiyeti konusundaki haberlerin çelişkili ve çoğunluğunun isnâdsız olduğu hatırlatılmalıdır. Ayrıca söz konusu haberler dikkate alınsa dahi unutulmaması gereken, Fâtihâ’nın namazlarda her rekâtta okunan bir sûre olmasıdır. Dolayısıyla onun Kur’ân’dan olduğu noktasında ve nasıl okunması gerektiği noktasında herhangi bir şüphe söz konusu değildir. Öte taraftan bilhassa Hz. Osmân’ın emriyle, ilk halîfe Hz. Ebû Bekr döneminde bir araya getirilen kayıtlar esas alınarak hazırlanan Mushaf dışında, kendi özel Kur’ân parşömenlerini ve nüshalarını muhafaza eden sahâbenin sadece belirli sûreleri bir araya getirmesi hatta Kur’ân sayfalarının kenarlarındaki boşluklara çeşitli notlar almasının bir mahzuru yoktur. Osmân Mushaf’ı zaten 114 sûresinin tamamını ihtiva etmekte ve ümmetin icmâ‘ı ile desteklenmektedir. Söz konusu sûrelerden herhangi birisinin reddi kişinin İslâm dâiresi dışında çıkmasını gerektirir. Hâlbuki, Hz. Peygamber tarafından kendisinden övgü ile söz edilen Abdullâh b. Mes‘ûd (ra) hakkında kaynaklarda tek bir olumsuz değerlendirme nakledilmemiştir. Bu cihetten onun herhangi bir sûrenin Kur’ân’daki yerini reddettiği iddiası düşünülemez.   

Kur’ân’ın muhafazası açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konu Müslümanların Kur’ân öğretim metodudur. İslâm tarihi boyunca sayıları milyonları bulan, çeşitli yaşlardaki hâfızlar Kur’ân’ın muhafazasında önemli rol oynamıştır. Aynı zamanda Müslümanların geliştirdiği isnâd ve icâzet sistemi Kur’ân öğretiminde de kendisini göstermiş, Kur’ân’ı tecvîd ve mahrec kâidelerine uygun biçimde okumak isteyen kişiler gerekli eğitimi aldıklarında kendilerine bu ilmi öğreten hocalarından başlamak üzere Hz. Peygamber’e kadar ulaşan kesintisiz isnâd zincirini ihtiva eden icâzetlere sahip olmuşlardır. Kur’ân öğretimi noktasında unutulmaması gereken, bugün olduğu gibi geçmişte de Kur’ân’ın ancak bir hoca eşliğinde öğrenilmesinin gerekliliğidir. Ayrıca Kur’ân öğretimi ile meşgul olacak hocaların ahlâkî özellikleri her zaman dikkate alınmış, bu kişilerin aynı zamanda İslâm ahlâkı ile temâyüz eden kişiler olması şartı aranmıştır.