Kur'ân Yolculuğu: Gaşiye Suresi

21 Ağustos 2014

Bugün omzunu kaldırarak, burnunu havaya dikerek, sorumsuzca yapageldiğin bir iş varsa “ey insan” bunu yarın yere bakarak, yerde bakacak bir yer, bir nokta bulamayarak ödeyeceksin. O zedelediğin onurun, sorgulayıcı bir bakışla senin gözlerinin içine bakacağından, gözlerinin tam karşısına, karşına bakamayacak duruma düşeceksin. Onurunla yüzleştirildiğinde yüzün yere düşecek. Yere bakacaksın. Yere düşecek gözlerin. Kirpiklerin toprağa saplanacak.

Yer de O’nun fakat. Yeryüzü de hakikatin mekanı. Gerçekte hakikatin yaşam alanı... Adalet için yaratıldı. İyilik, güzellik olsun, iyi şeyler yaşansın, yaşatılsın diye serilip döşendi. Sen bunu bir türlü kabul etmemiş olsan da.

Şu anda –belki- yapıyor olduğun bütün onursuz işlerin, sarf ettiğin onursuz sözlerin de izi olacak, kalacak bütün. An kendisinden ibaret değil. Dünya kendisinden ibaret değil. Yer kendisinden ibaret değil. Bu yerin, bu ‘üst’ün bir de altı var.

Bu kaldırımlar, bu çimen, bu kum, bu taş, cadde, yol yolak, işyerin, arabanı park ettiğin otopark, bir kahve içimlik oturmaların veya hangi yorgunluklardan ağır bir yığıntı gibi düşmelerin kanepeye... Hepsi bir iz. Sana ait bir kimlik, kişilik bildirimi. Bir sicil. Hepsinin gün gelince o iz üstünden bir sözü var, bir sözü olacak sana.

Olacak!

Gelecek, gelecek! Kâbus gibi çökmeden, bir “ğaşiye” olmadan gözden geçirsen kendini. Bir sorsan sen kendine, kimsin? Soyut kimliğin göstersen bir kendi kendine... Aslen nerelisin? İyilik memleketinden misin, yoksa kötülük memleketinde mi? Nerden geliyorsun böyle? Nereye gidiyorsun bu gidişle?

Yere bakmamak gerekir o güçlü günde! İnsan o gün alnını göğe basabilmeli ve özü faltaşı gibi açılmış vaziyette, ağır vazifesi olan yaşamını nihayet bitirmiş olmanın rahatlığı içinde, huzura hazırlıklı bir halde göğe bakmalı. Onurundan çağırılmalı Onurun Kaynağı’na...

“Kâbus gibi çökenden haberin var mı?  Bazı yüzler o gün yere bakacak, günahın yükü altında bitkin düşmüş, korku ile sarsılmış, kızgın bir ateşe girmek ve kaynar bir pınardan tatmak üzere. Hiçbir yiyecekleri yok, kuru dikenlerin acılığından başka... Ne bir güç veren, ne de açlığı gideren dikenlerin.” (1-8)

“Bazı yüzler de o gün mutlulukla parıldayacak, çabalarının meyvesini tatmaktan memnun, boş lakırdı işitmeyecekleri harika bir bahçede. Sayısız pınarlar akacak orada. Ve yükseltilmiş mutluluk tahtları, doldurulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar...” (8-16)

Çabanın meyvesini; günü beşe bölüp hayata durup düşünme arası vermenin sana geri dönüşünü ve seni nasıl ileriye götürüşünü göreceksin. Kendini, gidişatını sorgulamanın nasıl sorumlu bir hayata taşıdığını seni göreceksin. Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak öyle. Ailene, sokağına, sosyal hayatına sorumluluk bilincinin, namazın, hakikatin içinden geçip de öyle çıkmanın güzel karşılığını bir bir göreceksin.

O namazlarının sana bir güzel bir huy, has bir kişilik vermesi göreceğin ilk karşılıktır. O huylarla yaşamının güzelleşmesi, çevreni güzelleştirme çabalarına itmesi seni... Başka bir karşılıktır. Sonrası daha güzel... Kötüler ve kötülükler için olağanüstü bir Kâbus Günü’nün (gaşiye), senin için, senin gibiler için tam tersine büyük bir rahatlık, umulmayan bir sevince dönüşmesi ise bambaşka bir karşılıktır.

Olacak bunlar. Hep olacak. Gelecek işte böyle gelecek.

Çalışmaktan yorulmaların; kendine, yakınından uzağına herkesi olduğundan daha iyiye kalkındırma gayretlerin; neyin varsa paylaşmak için didinip durmaların senin geleceğin olacak ve yarın da yarından sonra da seni karşılayacak.

Çabaların karşılıksız kalmayacak. Bugün yarın, bir gün seni muhakkak karşılayacak!

Hadi uslan artık. Hû’dan al huyunu. Bak ne diyor sana?


Düşünmektir seni şaşkınlığa itip hayatına bir renk getirecek olan şey. Bir anlam yakalarsın. Bir şeyin farkına varırsın. İçine doğar ay. İçine  serpilir yıldızlar. İçin güler. Sevinirsin. Sonra kalkarsın yerinden o anlamla, hayatının peşine düşersin.

“Peki, o yeniden dirilmeyi inkâr edenler bakmazlar mı yağmur yüklü bulutlara... Görmezler mi nasıl yaratılmış onlar?  Ve bakmazlar mı göğe, nasıl yükseltilmiş? Ve dağlara, nasıl sağlamca dikilmiş? Ve toprağa, nasıl yayılmış?” (17-20)

Yağmuru buluta yükleyip her gün çeşmelerden elini, yüzünü, kendini ve hayatını göksularla arıtıp yeşilini, morunu, dalını, tahılını, çiçeğini, meyvesini sana göndermesine, ikramına ne diyorsun? Bunlar seni şaşırtmıyor mu? Sıradan şeyler mi bunlar?

Göğe bak! Nasıl dimdik yukarıya, daha yukarıya, senin bakışlarının çıkamadığı kadar yukarıya çıkıyor?

Sen kendinin en üstüne çıktın mı? Sen kendinin göklerine çıkıp bir baktın mı? İnsanlığında yapageldiğin güzel işlerde daha ne kadar ileriye gidebileceğini, ne kadar kendini geliştirebileceğini, daha ne kadar yükselebileceğini hiç düşündün mü? Düşündün mü senin gelişiminin sen istersen uçsuz bucaksızlığını?

Düşün bunları.

Önüne yığdığın betonarmelerden aşırarak gözlerini dağlara bir bak!

Serilmiş toprağa da bak, adımlarının altında... Yani her şeyi düşün. Düşünmektir seni şaşkınlığa itip hayatına bir renk getirecek olan şey. Bir anlam yakalarsın. Bir şeyin farkına varırsın. İçine doğar ay. İçine  serpilir yıldızlar. İçin güler. Sevinirsin. Sonra kalkarsın yerinden o anlamla, hayatının peşine düşersin.

Ne yaparsan zevk alırsın artık. Neşenden geçilmez. Kimse seni yere seremez. Acıların korkulu rüyası olursun.

Düşün bunları.

“İşte böyle, ey Peygamber, onlara öğüt ver; senin görevin yalnız öğüt vermektir. Sen onları inanmaya zorlayamazsın. Ancak, kim hakikati inkâra şartlanmış olarak yüz çevirip uzaklaşırsa, Allah ona öteki dünyada en büyük azabı tattıracaktır: Bizedir onların dönüşle ve bize düşer onları hesaba çekmek.” (21-26)