Kevser edebini takınmış bir hüzünden sonrasıdır. Sekinetin çağıltısıdır. İnsan olanın damarlarında dolaşan ilahi neşedir. Hikmet, iyilik, güzellik, ahlak, onur akımı/ akışı/ ırmağıdır.
Öyle üzgünsün ki ne çağıltısını görürsün, ne de göğsünü kabartarak söylediği mutlu şarkılarını duyarsın yanı başındaki “ırmağın...” Bu ırmak/ bu Kitap/ bu hikmet/ bu onurlu yaşam biçimi/ senin için var. Sana bakar. Yatağından kalkarak, çekip almak ister gözlerinden hüznünü. Ve kirpiklerini kurutmak için eser çevresindeki yeşil. Koskoca bir okyanusu taşır senin ayaklarının dibine ta gökyüzünün öte yanından…
Üzüntünden göremezsin.
Benimsediğin hayat görüşünün çok uzak bir geçmişe ait olması yadırganır. Bir yaşam biçiminin niteliğine; hangi değerler üzerine oluştuğuna bakılmaksızın, doğduğu çağa ve coğrafyaya; doğum tarihine ve nereli olduğuna bakılarak yargılanmasına bir anlam veremiyor olsan da, yazık ki bu gerçeği hemen her gün yaşarsın.
Üzülürsün.
Doğduğu çağda ve coğrafyada/zamanda ve mekânda bıraktığın ve onu bugünlerine, yarınlarına, yaşadığın yere getiremediğin için mi böyle oldu, diye de düşünmeden edemezsin.
Aynı ülkede, yaşadığın kentte, çalıştığın iş yerinde veya kahveni yudumlarken herkes gibi ülkenin manzarasına doğru… Değerlerini tam anlamıyla/layığınca üzerinde yaşatamayışının sancısı hiç dinmez ve Rabbinle göz göze gelmelerinde mahcubiyetin yetmezmiş gibi, bir de bazen, sadece benimsediğin değerler nedeniyle ötekileştirilmene içerlersin. Aynı kentin, aynı evin, semtin çocuğuyken ve birlikte aynı işin ucundan tutarken… Ön yargısız olarak anlaşılmayı beklersin hep. Çağı ve gelecek çağları/günü ve yarınları karşılayamayacağın bir anlayışa saplanıp kaldığını sandıklarını düşününce boğuluyormuş gibi olursun. “Öyle değil!” diye haykırmak istersin. “Öyle değil! Sandığınız gibi değil!”
Derdin ispat değil. Çünkü ispatın sadece O’nadır. Derdin güzelliği paylaşmak. Sınırsız iyiliği ve bolluğu… Hep beraber yaşamak!
Başını kaldırıp kollarını sıvamaya kalkıştığında gerçekten yapman gereken çok şey olduğunun farkındasın.
En başta dinin geleneksel birikiminin tekrar edilerek ve yeni bakış ve düşüncelerle güncellenmeyerek, çağa kendi anlayışında seslendirilemediğini, çağın gerisinde bırakıldığını görürsün. Çağlar üstü olduğu halde belli bir çağda/geçmişte bir yerde takılıp kaldığını… Evrensel olduğu halde kimi zaman yerel baskıcılığa dönüştürüldüğünü. Ve belki de bu yüzden sana öteki/yabancı/ başkasıymış gibi bakıldığını anlarsın.
Bütün bu acıların ayırdındasın.
Üstüne bir de “kardeşlerin” kem bakışları eklenir.
İşte o zaman iç dünyana kocaman bir hüzün denizi açarsın. Kirpiklerin kazar, sen g-özüne dolarsın…
Ne aynı olanlar seni anlar, ne de farklı olanlar. Aynılarından farklısın. Farklılarına ise hiç benzemezsin.
Fakat buna rağmen aslında hiç de farklı olmadığınız, tıpkı olduğunuz birçok yönlerinizin bilincinde olarak “müşterek kelime”lerinizi zikredersin hallerinle, dillerinle… İnsanız dersin, nihayet bir kalbiz hepimiz, aklın yolu dersin, gel dersin veya geleyim mi dersin…
Sesler uçurumlara düşmeyi sever bu çağda. Ön-ceden yargılı, sonrası ayrılık… Yok oluş. Hep birlikte var olmak dururken.
Anlaşılmazlığından yalnızsın.
Kalabalıktan önce anladığın için yalnızsın, sana göre gecikmiş olsan da farkındalığının erkenliğinden.
Arayışının durmaksızın akan ve asıl/doğru yatağını arayan bir nehir olmasından yalnızsın.
Kimi zaman teselli bulamayacak kadar yalnızsın yeryüzünde… Fakat bilirsin; gerçek bir teselli hep gökten gelmiştir insana…
…
Aklına elçinin oğlu vefat ettiğinde “yakınlarının” nasıl bayram sevinci yaşadıkları gelir. Muhtemelen bu -çağa bile yetişen- misyonun tükenişini kutladılar o gün. Farklı bir dünya görüşü olma ihtimalini henüz hayalleri almıyordu belli ki… İçlerinden biri olan Muhammed (sav)’in bulunmaz kişiliğini görmezlikten gelecek kadar düşünce farklılığına karşıydılar. Bir misyonun ancak biyolojik evladı/“oğlu” olursa soylulaşabileceğini ve yaşatılabileceğini sandıkları için, onun ciğer parçası toprağa giderken bayram yapacak kadar küçüldüler. Köksüz, soyu bitmiş, davası tükenmiş anlamında “ebter” dediler. Ancak düşünce soyluluğunun insanı sonsuzlaştıracağını/ölümsüzleştireceğini bilmiyor olmalıydılar.
…
Sen de “oğlun-kızın” /evladın/çocukların ölmüş gibisin şu halde. Yaşadığı çağın şartlarını bilen ve bu şartlara göre dinini bütün özüyle, sahiden yaşayabilen genç bir anlayışa ve bu anlayışı üstlenen genç bir kuşağa sahip olmayışın senin hüznün olurken, birilerinin sevinci olur adeta…
“Başının” ayaklarının bastığı dünyada olamayışı, geçmişte takılıp kalmaların, geçmişe yaslanıp geleceği göremeyişlerin, en ileri ilkelere rağmen geri kalmışlıkların, yaratıldık diye sevdikçe “yaratık” gibi görülerek dışlanmaya devam edilmen, doğru veya eğri ama içtenlikle Allah’ın yakını olmaya çalıştıkça ısrarla yabancı sayılman, sen alçak gönüllü oldukça onların kibirlerini artırmaları ve ne zaman bir olumsuzluk yaşasan tükenmiş olarak değerlendirilip senin üzüntülerinden yaşam sevinçleri çıkarılması… seni üzer.
Yıpranırsın.
Fakat üzülme! Çünkü Kevser var.
Biz sana Kevser ‘i armağan ettik.
Sen namazına/özenle ve istikrarla arınmana bak ve kurban ol/yakınlaş! Aslında köksüz kimmiş, kimmiş bitmiş, tükenmiş olan ve meyvesiz kalan… aldırma!
İşte bir ırmak hüznüne dikmiş gözlerini; senden ufak bir bakış bekler. Kirpiklerini kaldırdığın zaman içine düşen damlanla beraber seni alıp götürecek bir ırmak bu; Kevser! Senin kederinden başlattığı yolculuğunu evrensel okyanus anlamına gelecek bir mutlulukla noktalayacak.
Vahiy, İlahi Bilgi; yüce değerler ve hikmetle çağlayan bir hayat kaynağı.
Bu Kitap; gelmiş-geçmiş ve gelecek/bütün çağların yüksek dalgalarını koynunda dinlendirebilen zamansız ve mekânsız bir düşünce olarak iki kapağın arasında kaynamaya/var olmaya devam eder.
Gökten; ilahi göz/bakış açısından yağar. Kutlu bir birikim, birikinti değil… Sınırsız iyilik, güzellik ve bolluğa açılacağın bir kaynaktır bu… Hikmettir.
Üzülme artık. Kutsal kitap(lar)ın ve hayatına taşıdıkları birbirinden olgun değerler, elini tutabileceğin bilge elçiler, alnınla gülümsediğin bir geçmişin, doğal kaynakların, onurlu hayatın, farkındalığın, sevebilme yeteneğin, affedebilme gücün, ufkunu geçen hoşgörün ve daha niceleriyle… sen farklı bir yerde olduğunu artık görmelisin.
Hepsi senin olmaya hazır bu lütuf ve armağanların farkında olduğun gün her şey daha güzel olacak. Böyle bitkin düşmen, böyle bir tükenmişlik – bitimsiz bir kaynağın kıyısındayken-dünyada en son senin yaşaman gereken bir durum.
Üzülmeyi bırak; çünkü üzüntü durgunluktur, kokuşma, dibine doğru eriyip gitme, çiçeksizlik, meyvesizlik ve neredeyse kökünden etmedir kendini. Yok etmektir varını yoğunu.” Ebter” olmaktır.
Kesme yaşamını. Sökme kökünü; bu ırmağın kıyısının yaşamaya değer olduğunu gör!
Gökten yere köklenen, -Allah ile yakınlaşmak için yapılan dua ve eylemlerle de- yerden göğe doğru meyvelenen evrensel ağacın gölgesine kaçır yaşamını. Dallarından yıldız toplayacağın kadar yüce olması, bu ırmağı içmesindendir ihtimal…
Sen değerlerine sahip çıktıkça ve kendini niteliğe feda ettikçe, onur senden ayrılmayacaktır!