Kur'ân Yolculuğu: Münafikun Suresi

20 Şubat 2015

Medine’ye hicret sonrasında, daha evvel siyasi liderliği, gücü ellerinde bulunduranlar; Hz. Peygamber’i destekleyen Ensar’ın, gönüllü destek veren Medine halkının, “Muhammed olmasa” belki de kendilerine olabilecek desteğini kaybetmiş oldu. Yerleşik Medine halkı, artık iradelerini, göç eden bir din/ yaşam tarzı ve dolayısıyla o dinin ilkeleri yönünde kullanıyorlardı. Halkın tercihiyle Medine topraklarında mevcut egemen güçlerin devamına son veriliyor ve adaleti tesis edecek bir sistem kuruluyordu. Güç dengelerindeki bu büyük değişim, kurulu düzen(sizliğ)i üzmekle kalmadı. Keskin bir düşmanlığa da itti.

Hâkim güç ve otorite karşısında, günün birinde siyasi ve maddi gücü elde etmek için münafık olmak, sanki en iyi çare gibi duruyordu.

İşte bu sure; biçimsel yanıyla o dönem ve özü itibariyle her dönem için, adaleti temsil edebilmiş, en azından temsile büyük ölçüde yaklaşabilmiş her sistemin, siyasi ve dolayısıyla maddi güç sapkını münafıklarının olacağı konusunda uyarıcı niteliğiyle öne çıkıyor. Tercihi ve duruşuyla net, gerçekte oldukları gibi olmayan bir güruhun, sağlıklı bir yapıda ortaya çıkabilecek bir sivilce, bir rahatsızlık gibi dursa da illa olabileceği konusunda insanı ve sistemi bilinçlendiriyor.

“... Onlar imana erdiklerini iddia ederler, hâlbuki içlerinde hakikati inkâr ederler ve böylece, kalplerine bir mühür vurulmuştur, artık neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayamazlar.” (1-3)

Adalet, yalnızca sistem yanlıları için değil de sistem karşıtları için de sağlanabildiğinde hakiki düzen gerçekleşir. İslam’da adalet herkes içindir. Yanlısı olsun olmasın, Müslüman, dindar olsun olmasın her insan, hatta her varlık içindir. Ne var ki sözkonusu ideal çizgi, İslam’a dayandırılmış sistemlerin pratiğinde mükemmel düzeyde ve uzun süreli olarak, genel dünya tarihine kıyasla nadiren görülmüştür. Üstelik bırakalım zıt görüşlü karşıtlarını, kimi zamanlar, Müslümanların bile, sırf maddi güç ve çıkar sevgisi ile yaşadıkları dini ve hayatı nasıl bir ikiyüzlülüğe, riyakârca sergilenmiş bir şova dönüştürdükleri de malumdur.

Bu tarz surelerin, her ne kadar nüzul sebeplerine dayanarak dünya düzenlerine dair önemli ipuçları olduğu bilinse de içimizden herhangi birine gönderilmiş ve güne karışıp özel hayatı olgunlaştıracak türden mesajlarının olduğu da unutulmamalı.

Sure her şeyin ötesinde, gayri resmi gibi algılanan, fakat inanan bir insan için en resmi, en gerçek yönetici olan Allah’a karşı, kişisel konumunu sorgulamasına neden olacak karakterdedir. Sureler bir karakterin oluşumu için temel ilkeleri verirler ve o ilkeler üzerinden mümine sorgulama yaşatırlar.

Münafigun/ münafıklar, ikiyüzlüler suresi okuyan her mümine, “ben ikiyüzlü müyüm?” sorgulamasını yaşatır. Kalbindeki gelgitleri, kararsızlıkları, çifte duygu ve düşünceleri, onların kişiliğine, davranışlarına, gündelik hayatına ve toplamda ömrüne yansımalarını önüne koyup bir irdelemesi gerektiğini hatırlatır. Bütün bunlar Yaratıcısı ile insanın arasındaki dostluk çerçevesinde, kırılmadan, dökülmeden, dışlanmadan, merhametle yaşanır. Bu tevhid dostluğunda insan kırılırsa bir kendine kırılır. Rabbi dışında kimseler görmeden. Çünkü Rabbi onu herhaliyle rahmetiyle ağırlar. İmanı kadar, sorgulamalar sırasında yaşanabilecek isyanını da, olgunlaşma sürecinin normal bir gerekliliği olarak karşılar. Rabbin anlayışlılığı insanın kendine karşı anlayışlılığından da ötedir. Yeter ki insan iyi niyetini korusun, insan olmak hedefini yitirmesin…

Bir insanda iki yüz. Yani parçalanmışlık, çift kişiliklilik. Bir baş/ çatı altında birbirini kaldıramayan iki ayrı insan gibi olmak… Çelişkili ve çatışık iki baş, iki akıl, iki yürekle yaşamak. Dış dünyaya başka, iç dünyasında başka düşünmek ve davranmak… Gösterdiği Müslüman, göstermediği kâfir olan iki yarım kişi… Bu arada çevresini kandırıyor ve çevresiyle oyun oynuyor. Maddi çıkarları, dünya keyfi için…

“... Onları gördüğünde dış görünüşleri hoşuna gider ve konuştuklarında ne söylediklerine kulak vermek istersin. Onlar, yere sağlam şekilde dikilmiş kütükler gibi olduklarına emin görünseler de her çığlığı kendilerine yönelik sanırlar. Onlar bütün inançlara düşmandırlar, öyleyse onlara karşı dikkatli ol. Ve bedduayı hak ederler: "Allah onları kahretsin!"  Akılları nasıl da hakikatten sapıyor!  Çünkü onlara, "Gelin, Allah'ın Elçisi bağışlanmanız için Allah'a dua edecek!" dendiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların sahte bir kibirle nasıl çekip gittiklerini görürsün. Onlar için bağışlanma dilemen ile dilememen aynıdır: Allah onları bağışlamayacaktır, çünkü Allah, böyle sapkın bir halka rehberliğini bahşetmez.” (4-6)

Bir düzen, hâkim düşüncenin baskısıyla ve ona tepkisel olarak münafıklığı kendisi mi üretir? İkiyüzlülüğü doğuran ve teşvik eden bir sistem olma tehlikesine karşı düşünelim bunu. Çünkü İslami düşünce, herhangi bir sorunu gördüğü yerde sorunun üstüne çullanmaz. Sorunu ilahi bir merhametle dinlemeye, anlamaya çalışır. Meselenin daha oluşma şartlarında kendisinin müdahil olduğu ve ortadan kaldırabileceği bir öncül, bir neden varsa onun üstüne düşer.

Münafıklığın oluşma durumuna gelince, büyük ihtimal bu o insanın tercih sorunudur. Yine de baştan alırsak, öncelikle “siyasi bir erkin kendi dünya görüşünü, bu İslam bile olsa halka “dayatması” çirkindir” demeliyiz. İslam, dayatılmaya hiç gelemez. Özgür iradeye bir tekliftir. Zorlamayı reddeder. İknada bile zorlama olmaksızın hakikati özenli ve saygılı usluplarla paylaşmayı öne çıkarır.

Bir kere aynı görüşü paylaşmasalar bile, bir sistemde, halka karşı uygulanan ayrımcılık, kayırma adaletsizliktir ve zıtlaşmayı, çekememezliği ve bir gün çıkmak üzere yeraltına inen, içten içe kaynayan sosyal bir patlamayı hazırlar. Münafıklık; yer üstünde olduğu gibi görünmemektir ve dış şartlardan çok insanın iç şartlarında var olan çıkar hesapsızlığına ait bir kişilik problemidir. Dolayısıyla münafıklar; diyelim ki tam bir adaletli sistemde bile adaleti; başkalarıyla, herkesle eşit şartlarda yaşamayı kabul edemeyen yozlaşmış tiplerdir. Sadece İslam için değil, her sistem için tehlikelidirler. Bir kalbin, kendisine doğru veya yanlışı, en azından kendi doğrusunu seçememiş, hayatını bir karara bağlayamamış olması ruhsal bir travma halidir zaten. Aslına bakarsak münafıklık, çıkarcılık dinini seçmiş, dünyevi çıkarları gayri meşru ve ölçüsüzce elde etmek isteyen bir hırsı din edinmiştir kendisine. Adı belli bir dini, dünya görüşü, ideolojisi yoktur. Her sistemin altını oyar. Sistemin tepesinde olduğu zamanlarda da bağımsız olamayacağından, hep başka hâkim güçlerin kuklası olarak tepelenir durur. Nitekim halkı Müslüman olan kimi ülkelerde kendi memleketini pazarlayan, satan ve karşılığında mutlu azınlık olarak yaşamayı bir hayat başarısı sayan bencil ötesi kuklalar vardır. Onlar küresel hâkimiyetin kuklacıkları olarak, dünyanın ve kendi halklarının belasıdırlar.

Ne olursa olsun bir sitem, bir siyasi erk, kendinden emin, haklı ve güçlü olduğunu ancak adaletiyle göstermelidir.

Başkaları bir yana; surenin verdiği bilinç silahını kendi alnımıza doğrulttuğumuzda, “elçiyi tanıdım”  sözünü içtenlikle söyleyen, fakat ulaştırdığı mesajı gerektiği gibi dikkate almayarak, O’nu gerçekte olduğu gibi tanımamış olan biz Müslümanlar içinde de “ikiyüzlülük” var. Biz Müslümanların manevi sınıfsal ayrıcalıklı bir din anlayışından kaynaklanan ikiyüzlülükleri de var. Neden ikiyüzlüleştik?

“Onlar, hemşerilerine, "Allah'ın Elçisi ile birlikte olanlara hiçbir şey vermeyin ki belki o'nu terk etmek zorunda kalırlar" derler. Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, ama bu gerçeği ikiyüzlüler kavrayamaz.” (7)

“Ve onlar, "Kente döndüğümüzde şan şeref sahibi olan biz(ler), zavallı biçareleri oradan sürüp atacaktır!" derler. Ama asıl şeref, Allah'a, O'nun Elçisi'ne ve inananlara aittir, ama ikiyüzlüler bunun farkında değiller.” (8)

Dünya münafıkları, dindarların siyasi anlamda güçlü olduğu dönemlerde ve toplumlarda, en yukarıdan aşağıya kadar resmi veya sivil yapılanmaların yakın çevresinde nemalanmak için, merkezi çıkarcılık ve nefs olan “tavaf” trafiğini artırır.

Başkaları bir yana; surenin verdiği bilinç silahını kendi alnımıza doğrulttuğumuzda, “elçiyi tanıdım”  sözünü içtenlikle söyleyen, fakat ulaştırdığı mesajı gerektiği gibi dikkate almayarak, O’nu gerçekte olduğu gibi tanımamış olan biz Müslümanlar içinde de “ikiyüzlülük” var. Biz Müslümanların manevi sınıfsal ayrıcalıklı bir din anlayışından kaynaklanan ikiyüzlülükleri de var. Neden ikiyüzlüleştik?

Bir oluşumun bünyesinde birilerine tanınan dini ayrıcalıklar, dinsel titrler kimi zaman bizi bu ikiyüzlülüğe itmiş olabilir mi? Hocanın, şeyhin, müftünün, liderin, önderin çevresine yakın olabilmek, yakınlara tanınan malum ayrıcalıklara sahip olmak için sahtekâr dindar tipini kendi içimizde ürettik. Özellikle gösterilebilen, yani dinin şekilciliğini öne çıkaran şekilde daha dindar göründükçe tanınan ayrıcalıklar, birilerine kesin cennetlik olarak bakma, gözde büyütme ve abartma, dini sevgi, dini saygınlık vs. gibi tanınan, açık edilen manevi ayrıcalıklar görünmeden, riyasız yaşanan dindarlığı üzdü. Belki görünmeye, göstermeye, gösterişe, şova, riyaya iten yanlışlıkların çoğalmasına neden oldu. Özün ihmal edildiği, şekilcilikle şımaran bir din anlayışı geliştirildi. Ve bu şekilcilik, münafıklar için ele zor geçen bir kisve, bir paravan olarak kullanıldı.

Kendi inancı içinde bile çeşitliliğe ve farka hak tanımayan yanlış yapılanmış bir iman pratiğinin, kendi münafıkları da olur. İşin içine maddi çıkarlar kadar, manevi çıkarlar da giriyor. Ki kimi İslami yapılanmaların içinde bir anlamda uhrevi dünyanın maddi çıkarı olan cennet münafıkları bile var…

Dahası belli küçük oluşumların maddi manevi imkânlarından yararlanmak için çevresinde kümelenen o ortamlara özel münafık tipler olduğu gibi, kimi zaman küresel, büyük bir oluşumun münafıklığına, sırf kendi çıkarları için kendi vatanını satanlarına da rastlandı.

Öte yandan servetin adil paylaşılmaması da münafıklığı tetikleyebilir. İnsanların durduk yerde çıkarlarını düşünme panik atağına kalkışmamaları, sakin, onurlu, ilkeli yaşayabilmeleri için, sınıfsal ayrımcılığı ifade eden uçurumların olmaması, mümkün olan en adil ve eşitlikçi bir paylaşımla dünyadan yararlandırılması, metanın herkesin davet edildiği ayrımsız bir ortak sofraya konarak daimi adil paylaşıma açık olması gerekir.  Ne var ki pek çok zaman dünya ölçeğinde veya ülkeler bazında sömürgeci münafık zenginlerin Müslüman halklara -üstelik onlardan çaldıkları halde- gösterdikleri kasıtlı eli kısıklığı, Müslüman zenginler de kendi halklarına göstermekte gecikmediler ve uçurumu derinleştirdiler.

Zor bir konuyu ele alıyor münafıklığı anlatan bu sure.

Toparlayacak olursak; herkesin muhakkak birtakım kusurları vardır. Bu kusurların birçoğu hoş görülebilir. Fakat ilkesiz ve bencil çıkarcılığı din edinmiş münafıklığı; ikiyüzlülüğü hiçbir zaman hoş karşılayamayız. Meşhur beyitte olduğu gibi; “Setr için zâhid-i âlüfte-meniş bâdesini/ Perde eyler der-i meyhâneye seccâdesini” (Sabit), meyhanenin kapısına seccadelerini perde yapanlara hoşgörülü davranmak zordur. En azından seccade olmayan bir şeyi perde yapmaları daha ahlakidir deriz. Kınanan şey; samimiyeti dahi oynamaya kalkışmak, dost rolünde düşmanlığa kalkışmaktır. Hz. Ali’yi namazda şehid eden kişi için söylenen şu satırlar oldukça açıklayıcıdır: “Çok riyakâr var veli görünür/ İbn Mülcem iken Ali görünür.” (İ. Kemal)