Kurbanı bir ‘paylaşma’ ibadeti olarak düşünebilir miyiz?
İmkân sahipleri ‘Allah rızası için’ kestikleri hayvanları fakirlerle paylaşıyor veya sofralarını onlara açarak birlikte yiyorlar, tebrikleşerek bayramlarını geçiriyorlar. Başından beri Müslüman geleneği böyle şekillenmiş, sahabe devrinden itibaren uygulama böyle olagelmiştir. Zaten Müslüman geleneğinde başkasına –özellikle yoksullara- taalluk eden hayır ve hasenat bireysel hayır ve ibadetlerden üstün görülür. ‘Yoksulu giydirmek veya yedirmek’ amel-i salih için ilk akla gelen örneklerdir; en geniş muhtevaya sahip ahlaktan birisi olan sadaka bu nedenle yoksula para vermek diye daraltılır. O halde kurbanı paylaşma ve kardeşlik ibadeti şeklinde düşünmek yaygın bir Müslüman adetidir diyebiliriz. Kurban üzerinde yapılan konuşmalar en çok yardımlaşma üzerinde odaklanır, hocalar kesilen etlerin nasıl paylaşılması gerektiğini dikkatle anlatır, sofraların başkalarına açılmasını salık verirler. Kurbanın kendisinden öğrendiğimiz Hz. İbrahim de her türlü inançtan zenginin veya yoksulun toplandığı bir “halil İbrahim sofrası” kurmuş değil midir? Bu sofra gökten inmesi için dua edilen bir ‘maide’ gibi yerleşir belleğimize. Hiç kuşkusuz meseleyi bu şekilde vaz etmek ikna edici yönlere sahip olsa bile, bizi işin hakikatine götürmez. Üstelik böyle yapmakla ibadeti onu o ibadet kılan yönü göz ardı ederek ele almış, toplumsal yönü üzerinde kilitlenerek mahiyetini göz ardı etmiş oluruz.
Biz Müslümanlar bunu sadece kurbanda yapmıyoruz; bütün ibadetler hakkında dar bir bakış açısıyla konuşuyoruz. Halbuki daha geniş ve daha soyut düşünerek ibadetin mahiyetini anlamaya çalışmamız, birini ötekinden ayrıştıran yönü keşfetmemiz gerekiyor. Bu amaçla bir ibadet metafiziğine şiddetle ihtiyacımız vardır. İbadetler üzerindeki konuşmalar ‘sosyolojik fayda’ üzerinde toplanmıştır; bazen buna psikolojik cihet de eklenebilir ki, her ikisi de aynı eksiklikle maluldür. Biz ibadeti öteye, bir metafizik sıçramayla gidebileceğimiz hakiki alana taşıyamıyoruz. İbadetlerin sosyal tezahürleri üzerinde odaklanan konuşmalarda din, insanlar arası irtibatı güçlendiren bir manzume olarak görülür. Mesela, namaz kardeş olalım diye, zekat paylaşalım diye, oruç açları anlayalım diye, hac da farklı toplumlarla tanış ve kardeş olalım diye farz kılındı. Bunlara ahlaki konuları eklersek, sabır başkasına tahammül edelim, merhamet başka insana acıyalım, cömertlik başka bir insanı doyuralım diye bize emredildi. Başka hiçbir dönemde ibadetler bu kadar sosyal ve psikolojik yoruma tabi tutulmamıştır. İbadetleri ve dindarlığı anlamanın önündeki en ciddi engellerden birisi bu sosyolojik veya psikolojik fayda şartlanmasıdır. İbadeti kendisi kılan ana nitelikten anlamaya çalışmak, ibadetin Allah ile insan irtibatını temin eden eylem olduğunu hatırda tutmak zarurettir.
Niçin Kurban Keseriz?
Sorunun cevabını bulabilmek için önce ‘paylaşmak ve kardeş olmak için değil’ diyerek işe başlamalıyız. Biz kurbanlarımızı kendimiz veya yoksullar et yesin veya kardeş olalım diye kesmeyiz. Meseleyi doğru soruşturabilmek için birkaç noktadan hareket edebiliriz: Birincisi ilk insanların kurbanlarının durumudur. Onlar kurbanlarını -sadece hayvanlar değil, mesela ürünleri de- bir yere bırakıyor, kabul emaresi olarak ateş kurbanı yakıyordu. Kurbanı anlayabilmek için önce ‘yakılan kurban’ tabirini anlamamız gerekiyor; burada fayda bir amil olarak görünmüyor.
İkinci husus ise “kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz” ayetidir. Kurbanı ikiye ayırırsak, birinci kısım etler ve kanlar ile maddi kısmı iken ikinci kısmı ise Allah’a giden takva kısmıdır. Hiç kuşkusuz takva genel bir kavram olarak bütün ibadetlerin ruhunu belirler. İbadet ve ahlakı Allah’a bağlayan şuur ve niyet kısmı ‘takva’ olarak kabul edilebilir. Bu itibarla takva sıradan fiillerimizi ibadet haline getirerek bizi Allah’a taşır; bu yönüyle Allah’a giden şey, etler veya kanlar değil, takva bineği (burak) üzerinden insanın kendisidir. O zaman kurbanın mahiyetini bu kavramda aramak lazım: Takva! Fakat biz bu takvayı ‘kesme’ eyleminde idrak ediyoruz, kurbanın ayırıcı niteliği budur: Helal kılınmış bir hayvanın boğazlanması. Peki boğazlama ile takvanın ne irtibatı vardır?
Kurban üzerinde sosyolojik yaklaşım kadar dikkat dağıtıcı başka bir yaklayım tarzı ise psikolojik yaklaşımlardır. Bu hususta en geniş çalışmaları yapan kişi merhum Ali Murat Daryal hocamız idi. Hoca, din psikolojisi derslerinde bu konuya mühim bir yer ayırır, kanıtlanması güç iddialarla kurbanın ‘psikolojik’ faydalarına talebelerini ikna etmeye çalışırdı. Hocaya göre kurban kesmek bir kan akıtma eylemidir –ki burası doğru- ve içimizdeki saldırganlık duygusunu dengeleyerek bir dinginleşme sağlamak amacı taşır. Meseleye böyle yaklaşmak ile sosyolojik yönleri üzerinde durmak aynı derecede işin hakikatini idrakten bizi uzaklaştırır. İbadetin özüne gidebilmemiz için ibadeti salt kendisi olarak düşünmemiz gerekir. Başka bir anlatımla ibadeti ibadet kılan ‘kesmek’ eylemine odaklanarak şunu sormamız lazım: Allah Hac ibadetinde bu ibadeti niçin emretti?
“Kesmek” hiç kuşkusuz bir can alma eylemidir ve haddi zatında yüceltilecek bir iş değildir. Biz bir canı alarak Allah’a yaklaşıyorsak burada ince bir mesele olmalıdır. Bu konularda -yeterli olmasa bile-, en çok istifade edebileceğimiz isimlerden birisi olan İbnü’l-Arabi boğazladığımız hayvanın bize vekil veya bizim için bir fidye, yani bedel olduğuna dikkatimizi çeker. O zaman biz bize vekaleten hayvanı boğazlıyoruz; asıl boğazlamamız gereken canımızdır. Peki bir koç veya kurban hayvan kimin yerini doldurabilir ki? Hiç kuşkusuz hiçbir insanın yerini doldurmaz ancak ilahi sünnet bunu böyle iktiza etmiştir: Bir koça karşılık biz! Demek ki kesilen kendimiziz. Bu nedenle sufi muhakkikler ‘Allah’ın karşısında canı feda etmek’ tabirini sıkça kullanırlar. Peki biz niçin kendimizi kurban edelim, bu sorunun cevabını da bulmamız lazım: Bunun en açık cevabı mülkün ve varlığın Allah’a ait olmasıdır. Biz kelime-i tevhidi dile getirirken aynı zamanda mülkün ve iktidarın mutlak sahibi olarak Allah’a teslim olmuş oluyoruz. Zamanla bu sözü unutuyor ve yeryüzünün hakimleri ve malikleri haline gelerek saltanatlar kuruyoruz. İşte verilen sözü tekrar hatırlamak üzere Allah canımızı kurban ettiriyor, biz de vekilimizi kurban ederek, taşıdığımız canın bir emanet olduğunu tekrar hatırlıyoruz. Hal böyle iken kesilen kurban üzerinden veya onun nitelikleri üzerinden yeni bir mülkiyet arayışımız hakikaten trajikomik bir durumdur.
Hz. İbrahim ile Başlangıç Noktasına Dönmek
İnsanın yeryüzündeki hikayesi nasıl başladı? Geçmişte ve günümüzde bilimsel araştırmaların en ciddi meselelerinden birisi olan bu konu Müslüman zihninde en berrak bahislerden biri olarak durur: İnsan önce cennette yaratılmış, sonra yeryüzüne gönderilmiş, burada bir sınav ve imtihan yaşamaya başlamıştır. Konuyla ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri ahkam ayetlerini okur gibi ele alarak insanın biyolojik, sosyal ve entelektüel gelişimindeki çetrefilli sürece itibar etmeyiz. Bu durumun dinin bize icbar ettiği bir bakış açısı olduğu kanaatinde değilim. Ancak nesilden nesile aktarılan bir dil ve söylemin teşkil ettiği hafızanın burada belirleyici rol oynadığını düşünebiliriz. Her nesil sonraki nesle insanlık hikayesini aktarınca, ayetleri de bu hafızanın neticesinde anlama temayülümüz güçlendi. Hiç kuşkusuz çağımızda Müslümanlar bu konularda daha ciddi araştırmalar ve tahliller yapmak zorundadır.
Meselenin ayrıntısına girmeden İslam’ın bu bahisteki anahtar kavramlarının ilk insan, ilk mabet, ilk şehir ve ilk ibadet (kurban) olduğunu hatırlamalıyız. Allah Adem’i ve Havva’yı “cennette” yaratmış, onlar yasaklanmış ağaca yaklaşınca cennetten kovmuş, Allah’a dönmüş olsalar bile günahı telafi eden tövbe ceza ve sınavı ortadan kaldırmamış, bu nedenle onların çileli serüveni başlamış oldu. Bu telakkide yeryüzündeki ilk insan Allah’a ibadet eden bir peygamber ve onun hanımı idi: demek ki yeryüzündeki hikayemiz bilgi ve imanla başlamış, dalalet ve cehalet bir yol kazası olarak ortaya çıkmıştı. Adem’in ibadetini yerine getirdiği ilk mabet ise Kabe’dir. Adem Kabe’de ibadet etmiş, onun çocukları Kabe etrafında kümeleşerek bir şehir ve inançlı bir toplum meydana getirmişlerdir. Onların ibadetlerinden söz eden ayetlerde ise ‘kurban’ kelimesi geçer.
Hz. İbrahim’in nübüvvet tarihindeki ehemmiyeti insanlık tarihinin ilk kavramlarına dönmesinde tebarüz eder. Önce Hacer ile İsmail’i Kabe’nin bulunduğu yere götürerek bu süreç başladı. Yaşamanın güç olduğu bir yere anne ve oğulun bırakılması ancak ilahi yönlendirmeyle izah edilebilir. Bir peygamberin oğlunu kurban edebilmesini şaşırmadan kabul edebilmemizin sebebi de budur: Hz. İbrahim işin başında oğlunu ve onun annesini Allah yolunda feda edebilmişti zaten. Hz. İbrahim oğlu ile Kabe’yi inşa ederken zamanı başladığı noktaya döndürmüş oldu. İnsanlık hikayemiz orada başlamış, ilk şehir orada kurulmuş, insanlık mabedin taşıdığı mana üzerinde cemaatleşerek medeniyeti inşa etmeye başlamıştır. Ardından hac, haccın ilanı, insanların daveti, hacın kurallarının yeniden tespiti ve kurban yeniden hatırlandı. Bunlar da ilk ibadetin yadından başka bir şey değildi. Bu nedenle Hz. İbrahim’den söz eden ayetlerde anahtar/kurucu kavramlar merkezi bir yer tutar: Hz. Nuh’a ikinci Adem denildiği gibi babanın davetini tesis etmesi itibarıyla İbrahim’e İkinci Adem denilebilir.
İnsanlık İçin Nebi Allah İçin Halil Olmak
Peygamberler iki cihetten değerlendirilebilir: Birincisi onların insanlara tebliğ görevi cihetinden ele alınmalarıdır. Bu yönüyle bütün peygamberler nebi (haber getiren), Rasûl (elçi), beşir (müjdeleyen), nezir korkudan vb. niteliklerde müşterektir. Bir de peygamberlerin Allah’a dönük yönleriyle taşıdıkları hususiyetleri vardır. Kurân-ı Kerim nebilerden söz ederken pek çok ahlaki nitelikle onları metheder: Sabırlı, evvab, münib vb. Hepsi yüksek bir ahlak demektir ve Allah’ın karşısında bir kul olmalarının neticesidir. Her bir ahlak ötekiyle irtibatlı olsa bile yine de her biri bir peygamberde temayüz eder. Hz. İbrahim bu cihetle halil yani Allah’ın dostu diye isimlendirilir. Allah dostu geniş anlamda kullanılınca iman sahibi herkesi için geçerli bir övgü ve lütuftur. Bununla birlikte bu lütuf Hz. İbrahim’de tam ve bilfiil gerçekleşerek onunla özdeşleşir. Bu yönüyle İbrahim’in ikinci ismi Halil veya Halilullah (Allah dostu) olmuştur. Dostluk sevginin özel bir tarzıdır. Öyle ki bu sevgide ikilik ortadan kalkarak seven ile sevilenin birliğine ulaşılır. Daha doğru bir anlatımla Allah’a yaklaşan kulun iradesi ve arzusu Allah’ın mutlak iradesinde silinir gider. Artık Allah’ın her bir ismi ve niteliği onda tecelli ederek sufilerin ifadesiyle beka-billah, yani Allah’ın nitelikleri karşısında bir ayna haline gelir. İbnü’l-Arabi İbrahim’in bu durumunu anlatmak üzere ‘süngerin suyu içine alması gibi ilahi niteliklere mazhar idi’ der. Onun merhameti Allah’ın merhametinin bir tecellisi, cömertliği O’nun cömertliğinin tecellisi haline gelir. Artık İbrahim en merhametli kişi veya merhametin en çok tecelli ettiği varlık olarak Allah’a halife haline gelir. ‘Adem’e isimleri öğretti’ ve ‘yeryüzünde halife yaratacağım’ bu anlama gelir. Burada tekrar başa döndük: Hz. Adem hakkında söylenen isimlerin öğretildiği “halife” tabiri oğlunu kurban eden, Kabe’yi yeniden inşa eden Hz. İbrahim’de tam tahakkuk ederken insanlık gayeye bir adım daha yaklaştı.
Allah’ın merhameti ile insanın günlük hayatta kullandığı merhamet birbiriyle çelişir; daha doğrusu hayat şartları ve gelenekler içinde şekillenen merhamet dar anlamlı bir merhamettir. Allah’ta merhamet ise varlık anlamıyla özdeşleşir ve paradoksal bir mahiyet kazanır. Hz. İbrahim Allah’ın merhametine mazhar olduğu için oğlunu ilahi emir ile ölüm tehlikesinin bulunduğu bir yere bırakabildi, oğlunu kurban etmeye niyet edebildi. Sıradan bir insan için bu davranış merhamet olarak nitelendirilemez; ilahi sıfatlara mazhar bir insanın merhameti ise bu paradoksla tecelli eder.
Ekrem Demirli'nin bu yazısı Fikriyat Dergisi'nde yayımlanmıştır.