Literatürde “Kur’âncılık” olarak adlandırılan, Kur’ân’ı anlamada herhangi bir rehbere ihtiyaç duyulmayacağı iddiası üzerinde temellenen fikir akımının ortaya çıkış sürecini ve temel savlarını Prof. Dr. Hüseyin Hansu ile konuştuk. Geçtiğimiz aylarda yayımladığı “Hadisçilik ve Kur’âncılık Kıskacında Kur’ân ve Hadis” başlıklı kitabında bu konuyu ele alan Prof. Hansu, Kur’âncılık ve onun doğuşuna yol açan hadisçilik akımlarının ilmi geleneğin devamı olarak görülemeyeceğini söylüyor.
Günümüzde genel olarak “Kur’âncılık” olarak adlandırılan yaklaşım tam olarak neyi ifade etmektedir?
“Kur’âncılık”, Kur’ân’ı anlamada ve uygulamada Hz. Peygamber dâhil herhangi bir kimsenin rehberliğine ihtiyaç bulunmadığını savunan bir akımdır. Onlara göre Kur’ân apaçıktır, herkes onu rahatlıkla anlayabilir. Hadisler, Kur’ân’ı anlamanın önünde bir engeldir, onlarla mücadele edilmelidir. Bu yüzden kitabımda Kur’âncılığı “anti-hadisçilik” olarak tanımlamak gerektiğini belirttim.
Kur’ân kendisini “apaçık/mübîn kitap” olarak tanıtmıyor mu?
Evet, Kur’ân kendisini apaçık, reddedilemez bir hüccet, bir delil olarak tanıtıyor ve inanmayanları bu delil üzerinde düşünmeye davet ediyor. Kur’âncılar ise tam tersine, mübîn kelimesini zihinsel apaçıklık olarak anlıyorlar. Onlara göre Kur’ân, düşünmeye ve başka bir aracıya ihtiyaç bırakmayacak derecede açık ve düz bir anlama sahiptir.
Kur’âncıların tamamı böyle mi düşünüyor peki?
Kur’âncılar, esasında Kur’ân’ı anlamada ve uygulamada Hz. Peygamber’in rehberliğine ihtiyaç bulunmadığını, dolayısıyla bu rehberliğin sözlü ve yazılı kayıtları olan hadislerin, sıhhati sabit olsa bile kabul edilmemesi gerektiğini savunurlar. Bunların bir kısmı sünnetin teorik değerini kabul eder, ancak sünneti aktarma aracı olan hadislerin güvenilir olmadığını ileri sürerler. İtikadi açıdan bu iki yaklaşım biçimi farklı ise de pratikte aynı sonuçları doğurmaktadırlar.
Kur’ân üzerinde çalışan, meal okuyan herkesi Kur’âncı olarak mı değerlendirmek gerekiyor?
Elbette hayır. Aksine, Kur’ân’ı orijinal dilinden okumak, kendi anadilinden de anlamını öğrenmeye çalışmak her Müslümanın hakkı ve görevidir. Dolayısıyla Kur’ân’ı anlama ve yorumlama çalışmalarını Kur’âncılıktan ayrı tutmak gerekir. Keza klasik hadis inceleme metotlarını yetersiz bularak hadisleri Kur’ân ışığında yeniden gözden geçirmeye de kimsenin itirazı olamaz. Fakat Kur’ân’ı anlamada ve uygulamada Resûlullah’ın rehberliğini reddetmek tamamen farklı bir konudur. Kitabımda Kur’âncıların bazı ayırt edici özelliklerini sayarak bu iki yaklaşım arasındaki ayırımı net bir şekilde yapmaya çalıştım. Ne var ki Kur’ân merkezli çalışmalarda bulunan bazı kimseler kendilerini Kur’âncılardan ayırt etmede yeterli hassasiyeti göstermedikleri için haksız yere Kur’âncılarla karıştırılabilmektedirler. Bunların aynı olmadığına dikkat etmek gerekir.
Bu yaklaşım hadis alanında çalışanlarda da görülüyor mu?
Evet, aynı dikkatsizlik bazı hadisçilerde de görülüyor. Hadisçiler de hadis karşıtlarına gösterdikleri tepkiyi hadis ve sünnetten yana görünüp de onları istismar edenlere karşı göstermeyebiliyor. Hâlbuki istismarcıların zararı daha fazladır. Bu alışkanlığın tarihi çok eskiye dayanır. Mesela cerh ve ta’dil kitaplarında kaderiye, mürcie, ehl-i rey gibi anlayışları reddetmede son derece hassas olan hadis münekkitleri aynı tavrı teşbih ve tecsim konusunda göstermemişlerdir. Bu sonuncuları ehl-i bidat olarak adlandırma konusunda oldukça mütesahil ve gönülsüz davranmışlardır. Bu tavırları da hadisçilerin kategorik olarak müşebbihe ve mücessime olarak suçlanmalarına sebep olmuştur.
Kitabınızın ismi “Hadisçilik ve Kur’âncılık Kıskacında Kur’ân ve Hadis” olduğu halde ağırlıklı olarak Kur’âncılığı anlatmışsınız. Hadis alanında çalışan bir akademisyen olmanız hasebiyle hadisçiliğe korumacı bir tavırla yaklaştığınız söylenebilir mi?
Kur’ân’la Kur’âncılık aynı şeyi ifade etmediği gibi hadisle hadisçilik de aynı şeyi ifade etmez. Kur’ân’la ilgili hatalı yaklaşımlar olabildiği gibi hadis ve sünnet konusunda da benzer yaklaşımlar vardır. Ancak kitabımda ağırlıklı olarak Kur’âncılık üzerinde durdum. Hadisçiliğe sadece Kur’âncılıkla olan ilişkisini aydınlatacak kadar değindim. Ancak hadisçilik, ideolojik olanını kastediyorum, tarihsel kökenleri de olan daha karmaşık bir yapıdır, ayrı bir çalışmada ele alınması gerekiyor.
Kur’âncıları hadise karşı mesafeli davranmaya, sizin tabirinizle düşmanca bir tavır almaya iten sebep ne olabilir?
Hadis karşıtlığı önemli ölçüde hadislerin mahiyeti konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Pek çok kimse hadislerin hepsini Hz. Peygamber’in kendi ifadeleri olarak düşünmektedir. Halbuki hadislerin önemli bir kısmı Hz. Peygamber ve onun dönemi hakkındaki sahabe ve tabiin anlatımlarıdır. Hz. Peygamber’in kendi sözü olarak gelen hadislerin miktarı bunlara oranla çok azdır. Güvenilirlik açısından da hadis külliyatındaki rivayetler karmaşık bir şekilde yer almışlardır. Klasik hadis ve fıkıh âlimleri bunlardan belli bir metot dahilinde yararlanırlar.
Modern dönemde ne değişti?
Modern dönemde genel olarak dine ve özel olarak hadis rivayetlerine yönelik tenkitler karşısında Müslümanlar arasında hadis külliyatına yönelik iki aşırı tutum ortaya çıktı. Müfrit hadisçiler olarak tanımladığımız bazı isimler, savunma refleksiyle hadis külliyatını kutsal bir haleye büründürerek onun tenkidine karşı çıktılar. Halbuki tenkit, klasik hadis ilminin bir parçasıdır, hadisi tenkit etmek Hz. Peygamber’in sözünü tenkit etmek değil, ona ait olduğu iddia edilen bir sözün aidiyetini doğrulamaktır. Oysa modern dönemde bu metot devam ettirilmedi. Hadis rivayetinin beşeri bir çaba olduğu, dolayısıyla rivayet sürecinde maruz kaldığı tehditler hakkında yeterince açık davranılamadı. Tüm hadis külliyatının sahih rivayetlerden oluştuğu algısı yayıldı. Halbuki hadis kutsal bir bilgi taşıyabilir ama rivayet kurallarının kendisi kutsal değil, beşeridir. Beşeri olan hataya açık demektir. Hadis külliyatını sorunsuz gösterme aşırılığı Kur’âncılık olarak bilinen başka bir aşırılığı doğurdu. Kur’âncılar da tikel örnekleri genelleştirerek bütün bir hadis külliyatını değersizleştirmeye çalıştılar.
Kur’âncılar, Peygamber’in rehberliğinin Kur’ân’ın bir emri olduğunu görmüyorlar mı?
Kur’âncılık pratik nedenlerden ortaya çıkmış bir eğilimdir. Onun gerekçeleri sonradan üretilmiştir. Yani inandıkları bir teze sonradan gerekçe üretmişler, hâlâ da üretmeye ve aramaya devam ediyorlar. Dolayısıyla Kur’ân’ı sadece kendi tezlerini destekleyecek şekilde okudukları için onun bütününü gözden kaçırabiliyorlar.
Kitabınızda neden Kur’âncılığı “yıkıcı bir proje olarak” nitelendirdiniz?
Kur’âncılık ve hadisçilik, ideolojiler çağında ortaya çıkmış fikri hareketlerdir. Bunlar ilim geleneğinin bir devamı olarak görülemezler. Edille-i şeriyye olarak bilinen Kur’ân, sünnet, icma ve kıyas dörtlüsünden Kur’âncılar sadece Kur’ân’ı kabul ederler. Bu, dini bilginin dörtte üçünün reddi demektir. Müslümanları birleştiren ortak bir değer olan Kur’ân’ı da birleştirmek için değil, ayrıştırmak için kullanırlar. Hadisçiler de hadis ve sünneti aynı amaçla kullandılar. Ümmet tarafından ittifakla kabul edilen edille-i şer’iye, hadisçiler tarafından da sadece Kur’ân ve hadise indirgendi. Hatta pratikte Kur’ân’ı ihmal ettiklerine bakılırsa onların da dini hadis ve sünnete indirgedikleri söylenebilir. Her iki yaklaşım sahipleri de kendileri dışında tüm ümmeti dalâlete düşmüş olmakla itham ederler. Geçmiş ulemayı ve onların dinî yorumunu tahkir eden bir dil kullanırlar.
Hatalı ve uydurma hadislerin varlığı bu tartışmaları nasıl etkiliyor?
Dinin ana kaynağı olan Kur’ân, Hz. Peygamber tarafından yorumlanmış ve uygulanmıştır. Onun bu yorumu olan sünnet bize büyük ölçüde uygulanarak kısmen de hadisler vasıtasıyla ulaşmıştır. Hadisler tarih boyunca hem Kur’ân’ın yorumlanmasına hizmet etmiş hem de dinin günlük hayattaki ayrıntılı kuralları demek olan şeriat/fıkhın belgelerini oluşturmuştur. Sünnetin kaynağı olan hadisler arasına hatalı ve uydurma rivayetlerin karışması bu gerçeği değiştirmez. Uydurma ve hatalı hadislerin tespiti sadece bu hadislerini reddini gerektirir. Yanlış doğruyu götürür mantığı burada uygulanamaz. Dolayısıyla yanlış rivayetler içerdiği gerekçesiyle bütün hadis külliyatı itibarsızlaştırılamaz.
Kur’âncıların meselesi sadece hadislerle mi?
Hayır, ulemanın yorumlarını da reddettiler. Böylece hadis ve sünnet ve ulemanın yorumuyla sağlanan dini/kültürel sürekliliği yok saydılar. Ulemanın on dört asır boyunca Kur’ân’ı yanlış tanıttığını düşünüyorlar. Dolayısıyla ulemayı ve yorumlarını atlayarak modern tasavvur ışığında Kur’ân’ı yeniden yorumlamak istiyorlar. Madem ki Kur’an on dört asır boyunca yanlış anlaşılmışsa kendi anlayışlarının da yanlış olmadığının garantisi nedir? sorusu üzerinde düşünmek bile istemiyorlar. Akılcı diye geçinirler ama Hz. Peygamber dâhil on dört asır boyunca bütün ümmeti yanlışlamak yerine “acaba ben bir yerde yanlış yapıyor olabilir miyim” sorusunu akıllarına getirmiyorlar.
Kur’âncıların Kur’ân çalışmalarına olumlu katkılarından söz edilemez mi?
Modern dönemde belirgin bir şekilde artan Kur’ân çalışmalarının, son asırlarda fıkıh ve hadisin gölgesinde kalmış Kur’ân’ı her Müslümanın gündemine sokması açısından oldukça önemli bir rolünden bahsedilebilir. Ancak Kur’âncılık, savunduğu görüşlerle Kur’ân çalışmalarına bir ket vurdu. İsminin çağrıştırdığı üzere Kur’âncılık, Kur’ân çalışmalarıyla tanınan bir akım değildir. Bu grubun Kur’ân’la ilgisi, sadece Kur’ân’ın açıklanması ve uygulanmasında hadislere gerek olmadığını iddia etmektir. Bir Kur’âncının Kur’ân bilgisi, ortalama bir Müslümanın bilgisinden farklı değildir. Onlar tüm gayretlerini hadislerin reddine yoğunlaştırmışlardır. Kur’ân araştırmalarına ayıracak zamanları olmamıştır. Hz. Peygamber’in dindeki yerini hakkıyla idrak edememeleri de Kur’ân hakkındaki bu bilgisizliklerinden kaynaklanmıştır.
Peki Kur’âncılık eleştirilerinin hadis tenkit faaliyetine olumlu katkılarından söz edilebilir mi?
Kur’âncılar, hadis ilminin sorun olarak gördükleri taraflarını hadis külliyatını bizzat inceleyerek tespit etmiş değillerdir. Hadis eleştirilerinde çoğunlukla oryantalist teorileri ve bunların sonuçlarını esas alırlar. Eleştirilerinde değersizleştirmeyi ve itibarsızlaştırmayı hedefledikleri için hadis tenkit çalışmalarına özgün bir katkı sağlayamadılar.
Hadisçiler de tarih boyunca hadisleri eleştirmediler mi?
Amaçları farklıydı. Onlar doğru ve yanlış rivayetleri birbirinden ayıklamak için eleştirdiler. Kur’âncılar ise onları kategorik olarak reddetmek için eleştirirler. Bu düşünce öncelikle Kur’ân’a aykırıdır. Hz. Peygamber’in rehberliğini kabul etmek Kur’ân’ın bir emridir. Ümmet on beş asır boyunca dini, bu rehberliğin tarihsel kayıtları olan hadislere dayalı olarak uygulamıştır. Dine yönelik eleştiriler hadisin varlığı veya yokluğuyla ilgili değildir. Din her dönemde eleştirilmiştir. Geleneksel hadis eleştirmenlerinin aksine Kur’âncılar, Hz. Peygamber’in Allah’ın iradesine tercüman olma hakkı ve yetkisinin bulunmadığını savunurlar. Onlara göre Hz. Peygamber’in Kur’ân dışındaki sözlerinin, diğer insanların sözlerinden herhangi bir farkı yoktur. Dolayısıyla hadisin ona aidiyeti kesin olsa bile kabul etmek gerekmez. Onlar, uydurma ya da zayıf rivayetleri değil, hadisin kendisini bir felaket olarak görüyorlar.
“Kur’âncılık” kavramının tarihsel süreç içinde ortaya çıkışı hangi etkenlerle açıklanabilir? Ne gibi fikir ayrılıkları böyle bir hareketin doğuşuna sebep oldu?
Kur’ân ve sünnet, Müslümanın dosdoğru yol (sırat-ı müstakim) rehberleridir. Bireysel ve toplumsal bunalımlar bu yoldan sapmanın bir sonucu olarak kabul edilir. Bunlardan kurtulmanın yolu da tekrar bu rehberlere sarılmakla olur. Modern dönemde Müslüman dünyasının karşı karşıya kaldığı buhranın akabinde seslendirilen Kur’ân ve sünnete dönüş söylemi bu inancın bir ifadesi ve pratiğidir. Kur’ân ve sünnete dönüş söylemine şimdiye kadar gidilen ve buhranla sonuçlanan yolun bir özeleştirisi de eşlik eder. Kur’âncılık ve hadisçiliğin böyle bir fikri arka plan üzerine oturduğu söylenebilir. Birbirinin zıddı gibi görünen iki gruptur ama çıkışı itibariyle hadisçilerden ayrılan bir hizip olmasından ötürü Kur’âncılıkla hadisçilik arasındaki benzerlikler de çoktur. Her ikisi de ümmetin Kur’ân ve sünnet ışığında ortaya koyduğu tarihsel tecrübeyi dinden arındırılması gereken gayrimeşru ilaveler olarak görürler. Kur’âncılar, buna ilave olarak hadisi de dine yapılmış bir ilave olarak görürler.
Kur’âncılık ve hadisçilik siyasi çıkışlı hareketler olarak görülebilir mi?
Bunların siyasi amaçları olabilir ama siyasi çıkışlı hareketler olduğunu düşünmüyorum. Ancak siyasi şartların etkisinde şekillendikleri ve güçlendikleri söylenebilir. Mesela Hint alt kıtasında hem hadisçilik hem de Kur’âncılık hareketlerinin eş zamanlı olarak İngilizlerden destek gördüğü tarihi bir gerçektir. Kitabımda da ayrıntılı bir şekilde belirttiğim gibi sömürge dönemi Hindistan’ında İngilizler geleneksel dini yapıyı istikrarsızlaştırmak için bir yandan meşru veya heretik olduğuna bakmaksızın İslam’ın içinden çıkmış bütün dini grupları desteklerken diğer taraftan da misyonerlere ve milliyetçi Hint ve Sih gruplarına destek vermişlerdir. Pakistan ve Ortadoğu ülkelerinde de aynı şey görülür. Geleneksel fikri temelleri zayıf olduğu için Kur’âncılık 1930’lu yıllarda kendiliğinden bitme noktasına geldi. Ancak General Eyüphan döneminde Pakistan’da yeniden palazlandı. Eyüphan’ın Kur’âncılara verdiği desteğin, Pakistan’da önemli bir güç haline gelmiş olan ehl-i hadisi etkisizleştirmek amaçlı olduğunu tahmin etmek zor değil. Aynı şey hadisçilik için de söylenebilir. Hadisçilik (Selefilik) Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin resmi ideolojisi niteliğindedir. Hadisçiler, Abbasi halifesi Mütevekkil döneminden sonraki en güçlü dönemini modern dönemde yaşadılar. Tarihte ilk defa hadisçilik ideolojisini benimsemiş güçlü bir devlete kavuştular. Bu dönemde hadis alanında yayınlanan neşirlerin haddi hesabı yoktur. Ama bu dönemin tarihte hadis ve sünnet inkarcılığının zirve yaptığı dönem olması da ayrı bir tezattır. Modern Arap devletleri hadisçiliği başka ülkelerdeki dini yapıları istikrarsızlaştırmak için bir ideoloji gibi kullandılar. Mısır, İran ve kısmen Türkiye’yi istisna edersek bunda büyük ölçüde başarılı da oldular.
Adı geçen ülkelerde niçin başarılı olamadılar?
Her üçünün de kendine özgü şartlarından dolayı. Mısır, Ezher gibi geleneksel dini kurumların güçlü olduğu bir yerdir. Ezher’in eli kolu budanmış ise de bu haliyle bile hâlâ ideolojik gruplar karşısında geleneksel dini yapıyı muhafaza edebilmektedir. İran’da dini merci imam ya da onun yetki verdiği kimse olduğu için başıboş grupların önü baştan kesilmiştir. Türkiye’de Osmanlı döneminde Vahhabilik hassasiyeti, Cumhuriyet döneminde ise katı laik rejim bu tür hareketlerin önünü tıkamıştır. Ancak 1980 darbesinden sonra Türkiye hem Kur’âncılıkla hem de hadisçilikle tanıştı. Askeri rejim döneminde yurt dışına gönderilen imamların maaşının Rabıta tarafından ödendiği hatırlanmalıdır. İnternetle birlikte her iki fikir Türkiye’de de hızla yaygınlaştı.
Hadisleri bir “Kur’ân yorumlama aracı olarak” reddeden ilk dönem Kur’âncılarının onları tümden reddettiği söylenebilir mi? Eğer öyleyse, Kur’ân’da açık olarak belirtilmeyen yahut hiç yer almayan konular Kur’âncılar tarafından hangi araçlarla yorumlanıyordu?
Kur’âncıların fikir babası olan Seyyid Ahmed Han’dan sonraki nesilde hadisler tamamen reddedilmiştir. Bundan sonra hadis değil, ağırlıklı olarak Hz. Peygamber’in konumu ve yetkisi tartışılmıştır. İlk Kur’âncılardan olan Abdullah Çekrâlevî 1905 yılında “Kur’ânî Namaz” adlı hacimli kitabını bu amaçla yazdı. Kur’ân’ı yorumlamada ve uygulamada Hz. Peygamber’in rehberliğini kabul etmemek, hadisleri ve ulemanın yorumunu kategorik olarak reddetmek dini yorumda keyfiliğe yol açar. Bu da bütün ibadet ve muamelat sistemini alt üst eder, din sadece soyut bir inanca dönüşür. Halbuki din, samimi bir inançla birlikte namaz, zekât, oruç gibi şeri hükümlerle kaimdir.
Kur’âncıların Hz. Peygamber’in açıklamalarını yetersiz bulmasını nasıl açıklamak gerekir?
Akılcı kibirle. Aydınlanma akılcıları Allah’a meydan okumuşlardı. Akılcı kibir de “Nebî de bizim gibi bir insandı” derken aslında kendini onunla eşitlemek ister. Onu postacı, ulak, aracı diye küçümser; Kur’ân’ı Peygamber’den daha doğru yorumlayacağını açık veya ima yoluyla söylemekten çekinmez. Akılcı kibir, Peygamber gibi dini açıklama yetkisine sahip olduğunu iddia eder. Ya da onun açıklamasının bizim açıklamamızdan bir farkı yoktur der.
Dinde aklın kullanılmasına karşı mı çıkıyorsunuz?
Hayır, akılperestliğe karşı çıkıyorum. Akıl da vahiy gibi Allah’ın bir hüccetidir. Ama aklın geçerli ve geçersiz olduğu alanlar vardır. Akıl itikadi konularda esas delil ise de ibadet ve ahlaki konularda geçerli değildir. Zira şeriyyat denilen bu hükümler mücerret akılla anlaşılamaz. Namazın niçin on değil de beş vakit olduğunu akıl açıklayamaz. Bu tür konuları Peygamber’in rehberliğinde anlamak ve uygulamak Allah’ın emridir. Hz. Peygamber, Allah’ı ve ahireti umanlar için takip edilmeye değer en güzel örnek olarak sunulmuş ve ona kayıtsız şartsız uyulması emredilmiştir. Hz. Peygamber, “Sizden biriniz davranışlarını benim getirdiğime uydurmadığı sürece iman etmiş olmaz” buyurarak bu ahlakiliğe ve teslimiyete işaret etmiştir. Akli ve tecrübi konularda peygamberler de hayatlarını tıpkı diğer insanlar gibi irade sahibi bir beşer olarak devam ettirirler. Zira Allah bu konularda insana rehberlik etmek üzere akıl ve duyular vermiştir. Bunlar için ayrıca vahiy göndererek mesela “yağmur yağdığında şemsiyenizi açmanız sevaptır” demesine gerek yoktur. Bu yüzden peygamberler, insanların akıl ve duyularıyla bilebilecekleri konuları öğretmezler. Bu çerçevede nasıl zeki olunabileceğini, nasıl zengin olunacağını, ticari faaliyetlerin nasıl geliştirileceğini, ev işlerinin nasıl düzenleneceğini, tabii felaketlerden nasıl korunacağını öğretmek peygamberin görevi değildir. Hz. Peygamber’in mümeyyiz vasfı, sahip olduğu yüce ahlakıdır. Onu örnek olmaya, ittibaya değer kılan da budur. Fayda ve zararı gözetilerek yapılan fiiller gibi akli ve tecrübi konularda örneklik olmaz. Peygamberin yaptığı bilinse bile bunlar sünnet olarak telakki edilemez.
Kitabınızda bir de resul-nebî ayırımı yapanlardan söz ediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Nebî ve resul ayrımı, Hz. Peygamber’i, sahabeyi, ulemayı ve ümmeti dikkate almayanların Kur’ân üzerinde nasıl keyfi yorumlarda bulunduklarını gösteren ibret verici örneklerden biridir. Kur’ân’da Hz. Peygamber hakkında resul, nebî, beşir, nezir, mürsel gibi birden fazla sıfat kullanılmıştır. Bazen sadece ismiyle, bazen ikinci ve üçüncü şahıs zamirleriyle bazen de herhangi bir sıfat kullanılmaksızın doğrudan “De ki” lafzıyla kendisine hitap edilmiştir. Bunların hepsinden de bir tane kişilik kastedilmiştir ki o da Hz. Muhammed (sav)’dir. Resul ve nebî dâhil bunların her birinin Hz. Peygamber’in maddi veya manevi kişiliğinin ayrı bir yönüne delalet ettiğini iddiasının ne akli ne de nakli bir temeli bulunmaktadır. Resul ve nebî arasında bir fark olup olmadığına dair kelamcılar arasında teorik bir tartışma varsa da bu tartışma önceki peygamberler hakkındadır. Kur’ân’da bir konuyla ilgili bir açıklama bulunmadığı için bu tartışmada kesin bir sonuca varılamamıştır. Sonuçta her ikisinin de Allah tarafından verilen ve çalışmakla kazanılamayan sıfatlar olduğu konusunda bir görüş birliği bulunmaktadır. İkisi de peygamberlikle başlar onunla biter, verasetle intikal etmezler. Hz. Muhammed (sav) son nebî ve resul, Kur’ân’ın da kıyamete kadar insanlığa rehberlik edecek olan son ilahi mesaj olduğu Kur’ân, sünnet ve icmayla sabit apaçık bilgilerdir. Ne var ki peygamberliğin otoritesini kullanma heveslileri tarih boyunca bu apaçık delilleri aşma çabası içinde olmuşlardır. Nebî ve resul kavramları üzerinde yapılan spekülasyonlar bu arayışın bir ürünüdür. Son zamanlarda konuyla ilgili üçüncü bir yorum da Türkiye’deki bazı Kur’âncılar tarafından ileri sürüldü. Bu yoruma göre Hz. Muhammed (sav) resul ve nebî olmak üzere iki ayrı kişiliktir. Resul vasfı sadece vahiy alıp ilettiği anla sınırlıdır. Bu anın dışında kalan zamanlarda o sadece bir nebîdir.
Bu bölünmenin dayanağı nedir?
Bu çift kişilikli peygamber anlayışı, resul ve nebî kelimelerinin kullanıldığı ayetlerden basit bir analojiyle varılan çıkarıma dayanmaktadır. Ne Kur’ân’da ne de gelenekte bunun bir dayanağı vardır.
Bundan ne gibi bir problem ortaya çıkıyor?
İnanılacak gibi değil ama bütün bu mütalaalarıyla bize Peygamber’e niçin itaat etmememiz gerektiğini açıklamaya çalışmaktadırlar. Şöyle devam ederler: Resul, Kur’ân’dır. Kur’ân’da hata olmayacağına göre sadece Kur’ân’a itaat edilmelidir. Nebî ise hata da yapabilir, büyüğü dâhil bizim gibi günah da işleyebilir. Bu durumda iyi bir şey söylediğinde itaat edilir, masiyet (kötülük, isyan) durumunda ise itaat edilmemelidir. Onun münker olan söz ve davranışları ise reddedilmelidir.
Nebî’nin iyi ya da kötü bir şey yaptığını kim tespit eder?
Onlara göre Nebî’ye verilen hikmet bize de verilmiştir. Dolayısıyla onun Kur’ân’ı yorumlaması ile hikmet sahibi bizlerin Kur’ân’ı yorumlaması arasında bir fark yoktur. Nebî’yi örnek almak demek zaten onun gibi Kur’ân’dan hüküm çıkarmak demektir. Bu dolambaçlı yaklaşım, Kur’âncıların ilmi temelden yoksun fikirlerini ilmi bir temele oturtma girişimidir. Ama görüldüğü üzere bu temel ilmi değil keyfi bir temeldir. Oturup Allah’ın kitabı ve Peygamberi hakkında keyiflerine göre ilmî (!) mütalaalarda bulunmuşlar. Bunların ayrıca resullüğün tebliğ, nebîliğin de hikmet yönüyle biz fanilerde devam ettiği görüşünü savunduklarını da ilave edelim.
Bütün bunlarla nasıl bir sonuca varmak istiyorlar?
Kuşkusuz tüm bu dolambaçlı yolun amacı hadis ve sünnet konusunda teorik bir görecelilik oluşturmaktır. Böylece hem hadis inkârcısı olmaktan kurtulmuş olduklarını düşündüler hem de hadislerin kabul veya reddi konusunda keyfi davranmanın yolunu bulmuş oldular.